Dün işim dolayısı ile çarşıya arabayla inmek zorunda kaldım.
Otopark olarak da, Belediye yanında yeni açılan (Carrefour yerine yapılan) otoparkı tercih ettim.
Diğer yandan da çalışma prensibini de öğrenip sizlere aktarmak istedim.
Gayet güzel, düzenli bir duruşu var.
Girişte ne kadar saatte, ne kadar ücret ödeyeceğiniz bir tabelada belirtilmiş.
Girişte tabelanızı okuyup, saatinizi kayıt altına alıyor dijital sistem.
İşim bitti ödeme yapacağım.
Yanaştım ödeme noktasına.
Dijital sistem sizi karşılıyor.
Şu not yazıyordu:
“Ödemeler kredi kartıyla yapılmaktadır…”
Ama bende nakit var!
Olmaz!
Kredi kartı.
Ama girişte belirtmemişsiniz?
İnsan kredi kartı kullanmıyorsa?
Ne yapacak?
İşi de acilse?
Olacak şu:
Rehin oğlu rehin…!
Bir zahmet otopark girişine:
“Sadece kredi kartı ile ödeme yapılabilmektedir!” şeklinde bir yazı koyuverin.
Vatandaş mağdur olmasın.
.Kredi kartı mevzu bahis olunca, yurtdışında başımıza gelen olayı da yazayım.
Birileri mağdur olmasın.
Bizim arkadaşın kredi kartı kullanma süresi bitince yenisini yollamışlar.
Ama TROY olanından.
Belki sizler de kullanıyorsunuz.
Belki de farkında bile değilsiniz.
Nedir bu TROY?
TROY şuymuş:
“Bankalararası Kart Merkezi” tarafından 2015'te kurulan ve işletilen bir kartlı ödeme sistemmiş.
“Türkiye'nin ilk ve tek yerli ödeme sistemi” olarak devreye girmiş.
Kredi kartı, banka kartı ve ön ödemeli kart hizmeti sunulmaktaymış.
Bankalar arası Kart Merkezi ve Discover Financial arasındaki işbirliğiyle kurulmuş.
Yani sadece bize ait bir sistem.
Yurtiçinde bir sorun yok.
Ama ya yurtdışı?
Selanik’te yemek yedik, arkadaş hesabı ödemek için kartını uzattı.
Fakat!
Kartı tanımadı.
Görevli başka kart istedi.
Allah’tan başka kart vardı da ödedik.
Durum bu.
Eğer siz de başınıza böylesi bir durum gelmesini istemiyorsanız, başka kart almayı unutmayın.
Bu kart sisteminin amacı şuymuş:
Bugün dünyada 2.8 milyarı aşkın kredi kartı kullanılıyormuş.
Türkiye'de ise, 112 milyon kredi kartı ve 184 milyon banka kartı bulunuyormuş.
Bu kartlarla her yıl milyarlarca dolar değerinde alışveriş yapılıyor.
İşte bu yüzden, yerli ödeme sistemi TROY yaratılmış.
“Şikâyet var?” adlı sitede buna benzer bir dolu şikâyet var.
O sebeple yurtdışına çıkarken dikkatli olun, mağdur olmayın…
VER ELİNİ AVRUPA
Yurtdışına çıkarken vize zorluğu yaşayanlara müjde gibi bir haber geldi.
15 Temmuz’da toplanan Avrupa Birliği Komisyonu bundan böyle (Türkiye’de ikamet eden) Türk vatandaşlarına “Çok girişli kısa süreli” Schengen vizesi başvurularında kolaylık sağlayacak yeni kuralları onaylamış.
Uzun süreden beri AB ülkelerine girişlerde sorun yaşatanlar, nihayet paranın cazibesine dayanamadılar.
Sonunda çok girişli kısa süreli vizelere ulaşımı kolaylaştıran yeni düzenlemeleri kabul ettiler.
Çanakkale’den hareket eden turlarda bile neredeyse yer bulunmuyor.
Yeşil pasaportlu vatandaşlar bakkala gider gibi sürekli çıkıp, giriyorlar komşu ülkelere.
Haklılar mı?
Bilemem ancak;
Ülkemizdeki pahalılıktan bunalanlar, (Euro’nun paramız karşısında 50 katı pahalı olmasına rağmen) ucuz buldukları ülkelere akın ediyorlar.
Hatta ev alanlar bile çok.
Akıncılar gibi ülkelerini işgal eden Türk turistleri gören AB, sonunda pes etti ve Schengen vizesine kolaylık gösterdi.
Adamların aslında tek derdi sadece turist olanları kabul etmek.
İltica amaçlı veya kaçak işçi olarak ülkesine gelenleri haliyle istemiyor.
O sebeple geçmişte birçok kere vize almış, bu vizeyi kurallara uygun şekilde kullanmış ve düzenli seyahat geçmişi bulunan Türk vatandaşlarına kolaylık getirmişler.
Sistem şöyle çalışacakmış:
Önceki vizesinin bitişinden itibaren 1 yıl içinde başvuru yapanlara: 6 aylık vize
Önceki 6 aylık vizesinin bitişinden itibaren 2 yıl içinde başvuru yapanlara: 1 yıllık çok girişli vize
Önceki 1 yıllık vizesinin bitişinden itibaren 2 yıl içinde başvuru yapanlara: 3 yıllık çok girişli vize
Önceki 3 yıllık vizesinin bitişinden itibaren 2 yıl içinde başvuru yapanlara: 5 yıllık çok girişli vize
Durum bu.
Hangi ülkelerde geçerli olacakmış?
Onu da belirtmişler:
Belçika, Bulgaristan, Çekya, Almanya, Estonya, Yunanistan, İspanya, Fransa, Hırvatistan, İtalya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Hollanda, Avusturya, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya, Finlandiya ve İsveç.
Kolaylık geldi ya:
Ver elini Avrupa…
DÜNYADA MEKÂN!
AHRETTE İMAN!
Türk milleti olarak eğer anne veya babamızdan kalmamışsa “İlla bir evimiz olsun” isteriz.
“Memleketin şartları böyle” diyerek çıkarız işin içinden.
“Emekli olunca kira ile uğraşmamak lazım” düşüncesi çalışma hayatımız boyunca ev parası biriktirmeye iter bizi.
Güzel bir yazı buldum bu konu ile ilgili ve sizlerle paylaşmak istedim.
Haydi bakalım o yazıyı okumaya başlayın.
“Ahhh..!. Ahh...!” dersin, “Keşke bir evim olsa da şu kiradan kurtulsam o kadar rahat edeceğim ki...”
Bir evin olur, 2+1.
“Biraz büyük olsa, şuraya bir konsol sığsa ne güzel olurdu” dersin sonra.
O da olur, valla olur!
Daha büyük bir ev de alırsın.
Üstünden az biraz zaman geçer sıkılmaya başlarsın:
“Keşke bahçeli bir evim olsa çocuklar koştursa, köpek beslesek, domates eksek” dersin.
Gerçekten çabalasan, o da olur.
Bu defa, “Şehrin göbeğinde değil de, keşke Ege sahilinde olsaydı şu ev ne güzel deniz havası alırdık” dersin.
O da olur uğraşırsan, niye olmasın?
Ege sahilinde, bahçesinde domates ektiğin, köpeğinin de olduğu o bahçeli evinde anneni babanı özlersin bu defa.
“Keşke onlar da komşum olsaydı, tüm sevdiklerim yanımda olurdu” diye geçirirsin içinden.
Hikâye bu ya, çok istedin o da oldu diyelim...
Sonra n'olur?
Annen, baban vefat eder, deprem olur, sel gelir kendi enkazının altında kalırsın.
Bizi sonsuz mutlu edecek, kavuştuğumuz zaman bizi tatmin edecek tek bir somut şey yok bu hayatta.
Biz zannederiz ki sorun zannettiğimiz şeyi çözersek, bütün sorunlarımızdan kurtulacağız.
Her çözüm beraberinde yeni bir sorunu getirir oysa.
O sarmaldan kurtulamayacağımızı anlayınca da “Yoruldum” demeye başlarız.
Yorulursun...
Hiç durmadan koşmaya devam edersen mola vermezse ruhun, kazananı asla belli olmayacak yarışlara girersen yorulursun güzel kardeşim.
Yorulursun...
Razı olmayana huzur olmadığını kabul etmezsen, insan olduğunu ve hata yapmaya programlandığını hatırlatmazsan kendine yorulursun.
Yorulursun güzel kardeşim.
Kabullenmenin başarısızlık değil başarı için ilk basamak olduğunu, merhametin sadece senden acizlere değil bizzat insanın kendine de etmesi gerektiğini, şükretmenin fakirlere has bir eziklik olmadığını kabul etmezsen yorulursun.
Bunları yapmazsan kendi giyotinini kendin hazırlar, başını oraya kendin yaslar, gözlerini kapatıp kendi sonunu korku içinde beklersin.
Bu dünya doyma, rahata erme, tatmin olabilme yeri değil.
Bu dünya öylece geçip gitme, giderken de en güzel şekli ile geçme yeri sadece.
Başka anlam yüklersen çok yorulursun...
İHTİYAR HEYETİ!
İnsan yaşlandığını nasıl anlar?
Yolda giden birisi yardım istediğinde Dayı, Amca veya Teyze dediğinde mi?
Yoksa günlük ilaç alma kapasiteniz 9’a ulaştığında mı?
Hastane koridorlarını sık sık ziyaret ettiğinizde mi?
Merdivenleri çıkarken nefes nefese kaldığınızda mı?
Torun sayısı çoğaldığında mı?
Şehir otobüsünde size yer verilmeye başlandığında mı?
Bunun gibi birçok örnek var tabi.
Bunları yaşayınca mı anlarsınız yaşlandığınızı?
Son olarak gittiğimiz turda bize “İhtiyar heyeti” demişlerdi.
Hiç oralı olmadık.
Çünkü:
Onlardan önce hareket ettik,
Onlardan önce kahvaltıya indik,
Onlardan önce bavullarımız hazırdı,
Onlardan önce yürüdük.
Onlardan fazla eğlendik, güldük…
Ama gençler sonunda pes ettiler;
“Gerçekten sizleri imrenerek izledik. Maşallah bu ne neşe? Bu ne enerji?” diyerek tebrik ettiler.
Zira otobüsteki en yaşlı bendim…
Şimdi ise sosyal medyada bulduğum şu yazı size ne anlatmak istediğimi açıkça izah etmiş.
Siz gençler!
Okuyun da feyz alın!
İşte o anonim yazı:
Elli yaş üstüne dokunmayın.
Ciddiyim.
Onlar sadece başka bir nesil değil; onlar gerçek hayatta kalmışlardır.
Bayat ekmek gibi sert, büyükanne terliği gibi hızlıdırlar.
Hem de bumerang gibi isabetli.
Beş yaşındayken annelerinin ruh halini tencerenin tınısından okurlardı.
Yedi yaşında bir anahtar demetleri vardı ve şöyle bir talimat:
“Yemek buzdolabında. Isıt ama dökme.”
Dokuz yaşında reçetesiz borş çorbası yapabilirlerdi;
On yaşında su vanasını kapatıp, komşunun köpeğinden kafalarında kova ile kaçarlardı.
Tüm gün dışarıda kalırlardı, telefonsuz, ama rotaları belliydi:
Barfiks demiri, dere, gün batımında eve dönüş…
Dizlerinde yara izleri küçük savaşlarının haritası gibiydi…
Ve hayatta kaldılar.
Yaralarını tükürük ve sinir otu yaprağıyla tedavi ederlerdi.
Canları acıdığında ise şu cevabı alırlardı:
“Sarkmıyorsa, bir şeyciğin yok.”
Şekerli ekmek yerlerdi, bahçe hortumundan su içerlerdi.
Alerjiler mi?
Umursamazlardı.
Varsa da pek dile getirmezlerdi.
Ot, yağ, kan ya da mürekkep lekesini çıkarmak için on beş farklı yöntem bilirlerdi.
Çünkü eve “Düzgün görünerek” dönmek gerekirdi.
Ama hepsi bu değil.
Onlar şu şeyleri gördüler:
*Transistörlü radyo,
*Siyah-beyaz televizyon,
*Plakçalar,
*Makaralı teyp ve kaset,
*CD ve Discman…
Ve şimdi ceplerinde binlerce şarkı taşıyorlar ama hâlâ kalemle kaset sarmanın çıkardığı o hışırtıyı özlüyorlar.
Ehliyetlerini alıp eski bir arabayla ülkeyi geçerlerdi.
Ne otel, ne klima, ne GPS?
Sadece kağıt bir yol haritası ve torpido gözünde bir yumurtalı sandviç.
Ve hep varırlardı Google Translate olmadan, ama gülümseyerek.
Onlar internet olmadan yaşamış son nesil.
Taşınabilir şarj yoktu,
Ve “Şarjım bitiyor” endişesi hiç olmadı.
Koridordaki duvara sabit telefonları, defterlerde yazılı tarifleri ve takvimde unutulmuş doğum günlerini hatırlarlar.
Onlar:
*Her şeyi bantla, ataçla ya da penseyle tamir ederlerdi,
*Tek kanallı televizyonları vardı, ama hiç sıkılmazlardı,
*Güncellemeleri değil, telefon rehberlerini karıştırırlardı,
*Cevapsız çağrıya “İyiyim, seni sonra ararım” derlerdi.
Farklılar.
Duygusal asbestleri var, eksiklikle yoğrulmuş bir bağışıklıkları ve şehirli bir ninja refleksi.
Elli yaş üstüne dokunmayın:
O, sizden çok şey gördü, daha derin yaşadı ve cebinde sizin çocuğunuzdan daha yaşlı bir nane şekeri taşıyor.
Çocuk koltuğu olmadan, kasksız, güneş kremi olmadan bir çocukluk…
Laptopsuz bir okul, sonsuz kaydırma (scroll) olmayan bir gençlik geçirdi.
Cevapları Google’da aramaz:
İçgüdüsüne güvenir.
Ve sizin bulutta sakladığınız fotoğraflardan daha fazla anısı vardır.
İşte o yazı.
Güzel değil mi?
Hani bize atfedilen, “İhtiyar Heyeti” bu işte.
Şimdi siz kara veri:
Biz mi, yoksa yeni nesil mi ihtiyar?