Tuzluğu deviren el bir ihanetin habercisiydi...
Rönesans resminde, bazen gözün göremediğini sanatın dili söyler.
Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği tablosu da tam böyle bir eser…
Büyük jestlerin değil, küçük işaretlerin tablosu.
Fakat ilginçtir, 1520’de Giampietrino tarafından yapılan kopyada öyle bir detay belirginleşir ki, belki de ihanetin kendisinden daha güçlü bir anlatı taşır.
O detay Judas’ın devirdiği tuzluk...
Bakınca sıradan bir el hareketi gibi görünüyor.
Oysa Hristiyan ikonografisinde tuz, yalnızca bir baharat değildir.
Sadakati, sözleşmeyi, dostluğu,
Bolluğu, bereketi,
Kutsal bağı temsil eder.
Bu yüzden masada tuzun devrilmesi, sıradan bir masum kazadan öte, bağın kopuşu, ilişkinin bozulması ve sadakatin çöküşü olarak okunur.
Giampietrino’nun kopyasında Judas’ın koluyla tuzluğu devirmesi, işte tam bu anlama gelir.
İhanet başlamıştır.
Tuz dökülmüştür.
Bağ bitmiştir.
Leonardo’nun orijinalinde bu sahne, freskin yıpranmış yapısından dolayı seçilemez, hatta bazı sanat tarihçileri bu nedenle Giampietrino’nun çalışmasını, orijinal kompozisyonun “Büyük bir büyüteçle okunmuş hali” olarak görür.
Kopya, ustanın niyetini görünür kılar.
Judas’ın yüzündeki kasvet, elinin kontrolsüz hareketi, dökülen tuz…
Bunlar bir araya gelince tablo bize şunu söylüyor.
İhanet, önce masada başlar.
Ve masada dökülen tuz, dökülen güvenin sessiz hikâyesidir.
Bugün hâlâ ilişkiler çöktüğünde, dostluk bozulduğunda “Aramıza tuz döküldü” denir ya…
O deyimin resimlenmiş hâli budur işte.
Bir insanın içinden geçen karanlık, bazen bir tuzluk devirmesi kadar sükûnetli, bir masa üzerindeki birkaç tanecik kadar sessizdir.
Ama sanat, sessizliği bile konuşturur...
Alıntı
FİLLER
2 Mart 2012'de Afrika'daki bir insanın ölümünün ardından, akıllara durgunluk veren bir olay oldu...
Lawrence Anthony adında bir çevre korumacı, Afrika'da yaşadığı evde ani bir kalp krizi geçirdi ve vefat etti...
Fillerle iletişim kurabilmesiyle, kontrol edilemez derecede agresif filleri sakinleştirmesiyle bilinen Anthony, birçok filin hayatta kalmasını sağlamıştı...
Şaşırtıcı olan olay ise, Anthony'nin ölümünden 12 saat sonra yaşandı...
Evine, kurtardığı fillerden bir grup tek sıra halinde yürüyerek geldi.
12 saatlik mesafeden geldiği sanılan bu filler, 2 gün boyunca evinin etrafında kaldılar...
Bir gün içerisinde başka bir yerden bir fil sürüsü daha geldi, onların da kat ettiği mesafeye bakıldığında, yola Lawrence Anthony'nin öldüğü an çıktığı anlaşıldı...
Bu iki fil sürüsü, kendilerine bakan, iletişim kurabildikleri, sevdikleri insanın ölümüne yas tutmaya gelmişlerdi...
Filler, ölüme yas tutan ender hayvanlardan biri...
Ölü fil gördüklerinde, kendi gruplarından olsun olmasın yas tutar, bedeni açıkta kaldıysa üzerini dallarla ve yapraklarla örterler...
Aynada kendilerini tanır, suyu daha sonra içebilmek üzere çukurlara gömer ve inanılmaz bir hafızaya sahiptirler...
Anlaşılan o ki, bağlantı kurdukları bir kalbin durduğunu kilometrelerce öteden hissedecek kadar hassaslar...
Anthony'nin öldüğünü nasıl anladıkları bir soru işareti ama aynı zamanda gelişleri, kalbin enerjisinin/iletişiminin tür farkı gözetmeksizin, çok geniş bir alana yayıldığının da kanıtı...
KAYBEDİLEN DAVA
Ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu.
Futbolcu yakalanmıştı.
Ama karısının cesedi ortada yoktu.
Duruşma Amerikan filmlerindeki gibiydi. Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu.
Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu:
“Sayın jüri üyeleri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten inanıyorum. Buna az sonra sizler de inanacaksınız. Neden mi? Bakın, şimdi 1’den 10’a kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğü iddia edilen karısı bu kapıdan içeri girecek... 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10...”
Bütün jüri kapıya döndü.
Kimse girmedi içeri.
Avukat bir savunma dâhisiydi, öldürücü hamlesini yaptı:
“Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz. Çünkü hepiniz içeri girecek diye kapıya baktınız. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum.”
Ancak jüri, ünlü futbolcuyu suçlu bulduğunu bildirdi ve dava bu şekilde sonuçlandı.
Mahkeme çıkışında avukat, bayan jüri başkanına yaklaştı:
“10’a kadar saydığımda siz de diğer üyeler gibi kapıya bakmıştınız. Neden böyle bir karara imza attınız?"
“Doğru” dedi jüri başkanı;
“Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu!..”
SAKIN HA!
Himalaya Dağlarının tepesinde bir Budist tapınağında başrahip ölüm döşeğindeydi.
Bütün keşişler yatağın etrafında toplanmışlar, liderlerinin bu son yolculuğunu rahat geçirebilmesi için çırpınıyorlardı.
Avrupa’dan gelmiş bir keşiş, sıcak süt vermeyi denedi ama başrahip nedense sütün tadını beğenmedi.
Bunun üzerine süt dolu bardağı mutfağa geri götürdü ve ne yapacağını düşünürken aklına yanında taşıdığı matarasındaki konyak geldi.
Sütün içine biraz konyak kattı, tekrar başrahibin yanına gitti ve;
-“Bu yeni alınan ineğin sütü hocam, bir de bu sütü deneseniz” dedi.
Başrahip zorlukla konyaklı sütten bir yudum içti, dudaklarını yaladı sonra bir yudum daha içti.
Derken sanki can çekişen o değilmiş gibi fincanı bir dikişte bitirip bir fincan daha istedi ve sonra da bir fincan daha içebileceğini söyledi.
Üç bardak “Süt” yuvarladıktan sonra başrahibin gözleri parlamaya başlayınca öğrencileri heyecanla ruhani liderlerindeki değişimi görüp sokuldular.
Belli ki hocaları ilahi bir mesaj almıştı.
Öğrencilerden biri cesaretini toplayıp sordu;
-“Hocam görülüyor ki Nirvana’ya ulaşmak üzeresiniz, lütfen bize de yol gösterecek bir iki söz söyler misiniz?”
Başrahip ciddi ciddi öğrencilerine baktı, “Evet”, diyerek dudaklarını tekrar yaladı sonra da dedi ki;
“Önce size son bir ders vermeliyim!
Bu yeni alınan ineği sakın ha satmayın!.”
KURTULUŞ YOK!
1912 yılında batan, 1513 kişinin öldüğü Titanik gemisinin şef aşçısı Charles Joughin, gemi çatırdayıp batarken, “Nasıl olsa kurtuluş yok!” diye düşünüp, geminin barına gitmiş.
Gözüne kestirdiği 50 yıllık çok kıymetli bir konyak şişesini almış.
Hep hizmet edip özendiği yolcular gibi güvertede bir şezlonga uzanıp, keyifle gemi batana kadar içmiş.
Tarihin garip cilvesidir, kanına karışan onca alkol Joughin'i soğuk sularda donmaktan kurtarmış ve sonra da 1956’ya kadar yaşayıp bu öyküsünü herkese anlatmış.
BİRAZ TEBESSÜM
Film ekibi, Arizona Çölü’nün derinliklerinde bir sahneyi çekerken yüzü, vücudu boyalı bir Kızılderili ortaya çıkmış.
İki elini yumruk yapıp, göğsünde çapraz tutarak ufka bakmış ve “Yarın yağmur yağmak” demiş.
Ertesi gün gerçekten bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmış.
Bir hafta sonra aynı Kızılderili tekrar sete gelmiş, yerden aldığı bir avuç toprağı havaya atmış.
Havada dağılan toza dikkatlice bakıp, “Yarın fırtına olmak” demiş, ertesi gün gerçekten her şeyi uçurmuş bir deli rüzgâr…
“Bu Kızılderili inanılmaz” demiş yapımcı, “Yüklü para veri kadroda tutun, çekimlerden önce bize hava durumunu söylesin.”
Birkaç başarılı tahminden sonra hayli de para kazanan Kızılderili, haftalarca ortada görünmemiş.
Bir gün yapımcı onu dağlarda buldurup karavanına getirtmiş,
“Nerelerdesin yahu? Yarın büyük bir çekim var, söyle bakalım hava nasıl olacak?” diye sormuş.
“Bilemiyorum” demiş Kızılderili, omuzlarını kaldırıp başını öne eğerek, “Benim radyo kırılmak!”
KENDİ KENDİNİ AMELİYAT
Tıp tarihinin birkaç önemli kilometre taşı, cerrahların kendileri üzerinde uyguladıkları cerrahi işlemlerle ilgilidir.
Ekstrem koşullarda zorunlu olarak kendilerine cerrahi müdahale yapan kahraman doktorlar ilgi çekicidir.
Örneğin, 30 Nisan 1961'de, Rus Genel Pratisyen Hekim Leonid Rogozov, Antarktika'daki Sovyet Novolazarevskaya Araştırma İstasyonu'nda enfekte olmuş apandisitini kendi çıkardı.
Bu ameliyat muhtemelen hastane ortamının ötesinde gerçekleştirilen ilk başarılı kendi kendine yapılmış apendektomidir.
Ameliyatından önce, Rogozov günlüğünde şunları kaydetmiştir: “Dün gece hiç uyumadım. Acı şeytan gibi! Yüz çakal gibi feryat ederek ruhumu kamçılayan bir kar fırtınası... Tek çıkış yolumu düşünmek zorundayım: Kendim üzerinde ameliyat yapmak. Neredeyse imkânsız ama pes etmemeliyim.”
Kesim yapmadan önce Rogozov, bölgeye yerel bir anestezik ilaç olan prokain enjekte etti ardından aynayı kullanarak operasyonunu gerçekleştirdi.
“Ayna yardımcı oluyor, ama aynı zamanda engelliyor, sonuçta, her şey ters görünüyor.”
Ameliyat yaklaşık iki saat sürdü ve Rogozov tamamen iyileşti.
Kendine apendektomi yapan bir başka ünlü vaka da Amerikalı Cerrah Evan O'Neill Kane'in 15 Şubat 1921'de yerel anestezinin etkinliğini daha iyi anlamak için kendi apandisitini çıkarmasıydı.
1999'da Amerikalı Doktor Jerri Nielsen Amundsen-Scott araştırma istasyonunda görev yaparken şüpheli bir meme kütlesine, biyopsi yapmak zorunda kaldı.
2000 yılında, tıbbi eğitimi olmayan Meksikalı Inés Ramírez, bir mutfak bıçağı kullanarak kendine başarılı bir sezaryen ameliyatı yaptı.
Önceki gebeliği fetal ölümle sonuçlandığından temkinli davranan Ramirez, 12 saat boyunca çektiği dayanılmaz ağrının fetusunla ilgili bir problemin işaretçisi olmasından korkmuştu.
Ameliyattan sonra anne ve çocuk tamamen iyileşti.