Evde biraz büyümüş, ama gönlü hâlâ çocuk kalan bir delikanlı vardı.

Anneden, babadan gelen “Oğlum üşütme”, “Oğlum telefonu bırak”, “Yemeğini ye”, “Odana bak biraz” uyarılarından bunalmıştı.

Bir akşam hırsla odasının kapısına bir kâğıt yapıştırdı:

“Beni rahat bırakın!”

Sonra kapıyı sertçe kapadı, içine bir ferahlık doldu sandı.

Ama ertesi sabah ev bir tuhaf sessizdi.

Mutfak pırıl pırıldı lavaboda sadece bir tabak duruyordu.

Onunki.

Buzdolabında her gün annesinin hazırladığı o “Sana ayırdım” diye bıraktığı akşam yemeği yoktu.

Masada her sabah babasının sıkıştırdığı öğle yemeği harçlığı da yoktu.

Ceketinin sallanan düğmesi hâlâ sallanıyordu, kimse dikmemişti.

Çekmecede tertemiz kokan çoraplar görünmüyordu.

O gün evde bir sessizlik vardı…

Kötü bir sessizlik değil, yoksunluk hissi veren, alışıldık sıcaklığı aratan bir sessizlik.

Akşam olduğunda ailesi hâlâ yoktu.

Sonra kapı açıldı; gülüşerek içeri girdiler.

Sinemaya gitmişlerdi.

Ona haber bile vermemişlerdi.

Yemek yediler, tencereleri ocakta bıraktılar.

Hiçbiri “Bugün okul nasıldı?” diye sormadı.

Onunla değil kendi aralarında konuştular.

Telefonu açtığında kimse “Gözüne çok yaklaştırma!” demedi.

Terliksiz gezdiğinde kimse “Üşütürsün!” diye çıkışmadı.

Ayakları buz kesince kendi fark etti.

Dışarı çıkmak istediğinde, ilk defa kimse “Nereye gidiyorsun?” diye merak bile etmedi.

Dolaştı…

Sokak soğuktu, üstelik arkadaşlarının hiçbiri dışarıda değildi.

Ve ilk kez fark etti:

Bir insanı merak eden gözlerin yokluğu, kimsesizlik gibi bir şeydi.

O yüzden eve döndü.

Ev bıraktığı gibi dağınıktı.

Kimse toplamamıştı.

Kimse onun yokluğunu merak etmemişti.

Ailesi yatmaya hazırlanıyordu.

Mahcup bir sesle, ertesi gün öğle yemeği için paraya ihtiyacı olacağını söyledi.

Ertesi sabah…

Lavaboda yine tek bir kirli tabak vardı onunki.

Ama bu kez masada para duruyordu.

Geri kalan her şey aynıydı.

Okula gitmeden önce kapıya yeni bir not astı:

“Özür dilerim… Ve ne olur bir daha beni yalnız bırakmayın.”

Aslında başına hiçbir kötü şey gelmemişti.

Çorabını da buldu, tabağını da yıkadı, düğmesini de kendi dikti.

Ödevlerini yaptı.

Tek başına.

Ama o gün çok önemli bir şeyi anladı:

Ailesi onu hiç “Rahatsız etmiyordu.”

Onlar, Türk ailesinin en kadim refleksiyle…

Sadece evlatlarını koruyordu.

Ve insan, sevginin sessizce çekilince bıraktığı boşlukla büyüyordu aslında.

Hayat böyledir:

İnsanlar, onlar için yaptıklarınızı ancak bir gün hayatlarından çekildiğinizde anlar…

İster evlat olsun, ister dost, ister akraba…

Değer, yoklukla fark edilir.

Allah kimseyi sevdiklerinin yokluğu ile sınamasın.

GERÇEK OYUN

Bu adam Markus Persson.

35 yaşında Minecraft'ı Microsoft'a 2.5 Milyar dolara sattı.

Bir gecede dünyanın en zenginlerinden biri oldu.

70 Milyon dolarlık bir malikâne aldı.

Ama sonra ortadan kayboldu ve depresyona girdi.

İşte her şeye sahip olmanın nasıl bir lanete dönüştüğünün hikâyesi:

Markus bir CEO değil, bir kodlama dahisiydi.

2009'da tek başına, odasında Minecraft'ı yazdı.

Reklam yoktu, yayıncı yoktu.

Sadece saf yaratıcılık ve bloklar vardı.

Oyun, kendi kendine büyüyen küresel bir fenomene dönüştü.

Günde 15.000 kopya satıyor, adeta para basıyordu.

Ama başarı, Markus'un istemediği bir yükü de beraberinde getirdi:

Yönetim.

• Toplantılardan nefret ediyordu.

• İnsan Kaynakları sorunlarıyla uğraşmak istemiyordu.

• Davalarla boğuşmaktan bıkmıştı.

O sadece oyun yapmak istiyordu, bir imparatorluğu yönetmek değil.

Tutku ölmüş, yerini stres almıştı.

Ve 2014'te o meşhur tweeti attı “Hayatıma devam edebilmem için Mojang'daki hissemi satın almak isteyen var mı?”

Microsoft aradı.

Pazarlık kısa sürdü.

Anlaşma: 2.5 milyar dolardı.

Markus vergiler düşüldükten sonra cebine 1.6 Milyar dolar koyup evine gitti.

Artık hayal edebileceği her şeye sahipti.

En pahalı evini satın aldı.

Evin içinde “Şeker odası”, arabalar için döner platformlar ve Los Angeles manzarası vardı.

Partiler verdi, ünlülerle takıldı, Ibiza’da sabahladı.

Mutlu son bu olmalıydı, değil mi?

Yanlış…

Para, sorunlarını çözmedi; sadece yaşama amacını elinden aldı.

Markus, o malikâneden şu tweetleri atmaya başladı:

“İbiza'da ünlülerle takılıyorum, istediğimi yapabiliyorum ama kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim.”

“Her şeye sahip olmanın sorunu şu: Uğruna çabalayacak hiçbir şeyiniz kalmıyor.”

Yeni şirketler kurmayı denedi ama olmadı.

Partiler verdi ama boşluk dolmadı.

Çünkü Minecraft'ın ona verdiği “Ateş” artık sönmüştü.

Markus'un daha fazla yata veya eve ihtiyacı yoktu.

Onun bir “Anlama”, bir “Mücadeleye” ihtiyacı vardı.

Uğruna savaşacağı bir şeye ihtiyacı vardı.

Markus, aslında bize çok pahalı bir ders verdi:

Amaçsız özgürlük, bir hapishanedir.

Para sorunlarınızı çözebilir ama size yaşama sebebi veremez.

Eğer zenginliği arıyorsanız unutmayın:

Gerçek oyun asla para değildir.

Gerçek oyun, amacınızdır...

GERÇEK BAĞ

Bu soğuk bir akşamüstünde, iki oğlum beklenmedik bir şekilde beni ziyarete geldi.

Biri doktor, diğeri mühendis.

İkisi de zeki, başarılı, kariyerlerinde tanınmış insanlar.

Hayatımın aşkını, sevgili eşimi kaybedeli henüz bir hafta bile olmadı.

O gitti ve onunla birlikte içimdeki en kıymetli parça da.

Hâlâ başım dönüyor bu yoklukla, içim boş, sanki hayatın anlamı ayaklarımın altından kayıp gitmiş gibi.

Mütevazı evimin sade salonunda, masanın etrafında oturuyoruz.

Konuşma geleceğim üzerine açılıyor.

İçimi soğuk bir ürperti kaplıyor.

Çok geçmeden konuya geliyorlar:

Benim için bir huzurevinde yaşamanın daha iyi olacağını düşünüyorlar.

Doğruluyorum.

“Yalnızlıktan ya da yaşlılıktan korkmadığımı” anlatmaya çalışıyorum.

Ama oğullarım ısrar ediyorlar.

O sahte şefkat tonu…

“Deniz kenarındaki geniş dairelerinin bana uygun olmadığını” söylüyorlar.

Ne biri, ne diğeri…

Öyle diyorlar.

“Günlerinin ne kadar yoğun olduğunu” anlatıyorlar.

“Eşlerinin meşguliyetini, torunlarımın derslerini…”

Zamanları yokmuş.

Hayat çok doluymuş.

Yine de zayıf bir umutla öneriyorum:

“Belki evde bir yardımcı tutarız, birlikte karşılarız masrafları…”

Ama oğullarım mesleklerinin ciddiyetiyle açıklıyorlar:

“Günde üç vardiya gerekir, üç kişi.

Üstelik hepsi sigortalı olmalı.”

Böyle bir şey, bu kriz ortamında, artık lüksmüş.

Mümkün değilmiş.

İkna olmamaya çalışıyorum.

Ama sonunda başka bir öneri geliyor:

“Evi satalım baba.”

Elden çıkarsa, huzurevi masrafları karşılanırmış.

Herkes için kolay olurmuş.

Onlar için.

Ve güya benim için de.

Kabul ediyorum.

İkna olduğumdan değil.

Yorulduğumdan.

Artık bu kadar nankörlükle, bu kadar soğuklukla mücadele edecek gücüm kalmadı.

Sessizim.

Tüm bir ömrün fedakârlıklarını, ödenen okul taksitlerini, iptal edilen tatilleri, alınmayan arabayı hatırlatmıyorum.

Neden hatırlatayım ki artık?

Sessizce eşyalarımı topluyorum.

Tüm bir ömür, iki valize sığdı.

İki sade valiz.

Ve onlarla, daha soğuk, daha hüzünlü bir yere gidiyorum.

Bir huzurevine.

Oğullarımdan, torunlarımdan uzakta.

Bugün, yalnızlığın soğuk kollarında anlıyorum ki…

Onlara bilgi, diploma, imkân verdim…

Ama şu en temel değeri veremedim: “Minnettarlığı…”

Ve suç belki biraz da benim.

Her zaman en iyisini vermeye çalıştık.

Her dileklerini yerine getirdik.

Ama unuttuk!

Gerçek sevgi sadece vermek değil, öğretmektir.

Sınır koymaktır.

Sorumluluk vermektir.

Evde süpürge tutmayı, yemek yapmayı, sofraya el uzatmayı öğretmektir.

Ailenin bir parçası olmayı, emek vermeyi öğretmektir.

Çünkü minnettarlık insanın içinde kendiliğinden yeşermez.

Ekilir.

İşlenir.

Ve büyütülür.

Bu da, en başta saygıyla başlar.

Ve anne-babanın, kendilerini unutma pahasına verdiklerinin farkına varmakla…

Bir gün onlar da yaşlanacak.

Onlar da sevilmek, saygı görmek isteyecekler.

Ve bunu hiçbir para satın alamaz.

Bu yüzden…

Çocuklarımızı güçlü değerlerle yetiştirelim.

Ama aynı zamanda, onlarla gerçek bağlar kuralım.

Alıntı.

GEREK KALMADI

Hazreti Ömer, bir gün işsiz birini yanına çağırdı. Adama “İş istiyor musun?” diye sordu.

Adam önce kabul ettiğini belirtir şekilde saygıyla eğildi, sonra ne iş yapacağını sormadan bekledi.

“Her sabah yanıma geleceksin” dedi Hazreti Ömer “ve bana: ‘Ölüm var ya Ömer... Unutma ölüm var...’ diyeceksin…”

“Anladım” dedi adam.

Ve ertesi sabah işe başladı.

Sabah Ömer kalkmadan kapısına gitti, beklemeye başladı.

Ömer kapıdan çıkarken yanına yaklaştığında söylemesini istediği sözü söyledi:

“Ölüm var ya Ömer... Unutma ölüm var...!”

Ömer adamın söylediği iki cümleyi dinledi, sonra kesesinden bir altın çıkardı, adama verdi ve adam da çekilip gitti.

Ertesi sabah ve sonraki sabahlarda da bu sahne hep aynı şekilde tekrarlanmaya devam etti.

Çevredekiler çok geçmeden bu durumu fark ettiler.

Olup biteni şaşkınlık ve merakla izliyorlardı.

Ama hiç kimse Hazreti Ömer'e ne olup bittiğini soramıyordu.

Adamcağız da her sabah iki cümlesini söylüyor, bir altınını alıp gidiyordu.

En sonunda birisi dayanamayıp, Hazreti Ömer'e sordu:

“Ya Ömer! Bu adam her sabah kapında bekliyor, dışarıya çıktığında sana bir cümle söylüyor ve sen de ona her sabah bir altın veriyorsun, çok değil mi?”

Hazreti Ömer “Hayır” diye cevap verdi; “Çok değil, çünkü onun söylediği cümle benim o günkü kararlarım için en önemli cümledir...”

Aradan aylar geçti.

Hâlâ her sabah aynı olay tekrarlanmaktaydı.

Hazreti Ömer her sabah aynı söze kulağını uzatıyor, adama altını veriyor sonra işlerinin başına gidiyordu.

Bir sabah, adam yine kapısında beklemekteyken Hazreti Ömer dışarı çıktı fakat adamı konuşmadan durdurdu:

“Al bu bir altını ve git, bundan sonra gelmene gerek yok...”

Adam böyle hafif bir işten iyi para kazanmaya alışmıştı, o yüzden sormadan edemedi:

“Neden ya Ömer? Sana karşı bir kusur mu işledim?”

“Çünkü” dedi Hazreti Ömer, “Bu sabah aynada sakalımda bir beyaz tel gördüm. Artık senin bana o sözü söylemene gerek yok. Ben her sabah o beyaz teli ve sonra çoğalan beyaz telleri gördükçe o sözü kendi kendime hatırlayacağım...”