25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak tüm dünyada anılır.
Sadece bir “Farkındalık günü” değildir; yıllardır süren bir çağrının, bir isyanın ve bir hatırlatmanın günüdür.
Bu günün anlamı hakkında birkaç güçlü nokta söyleyebilirim
1. Şiddet sadece fiziksel değildir.
Psikolojik, ekonomik, dijital, ısrarlı takip, tehdit, sosyal izolasyon… Hepsi şiddetin farklı yüzleri. Bugün, “şiddet” kelimesinin geniş bir çember olduğunu anlatmak için önemli bir fırsat.
2. En büyük sorun sessizliktir.
Kadına yönelik şiddetin çoğu kapalı kapılar ardında olur.
Utanç, ekonomik bağımlılık, baskı ya da korku nedeniyle kadınlar çoğu zaman yalnız bırakılır.
25 Kasım, “Yalnız değilsiniz” demek için var.
3. Devletlerin, toplumun ve bireylerin sorumluluğu vardır.
Bu sadece kadınların meselesi değildir. Hukuki mekanizmalar, eğitim, ekonomi, medya, aile yapıları…
Hepsi çözümün parçası.
4. Şiddet kader değil, kültürden, öğretilerden ve yanlış güç algılarından beslenen bir davranıştır.
Değiştirilebilir.
Öğretilebilir.
Önlenebilir.
5. En küçük destek bile büyük fark yaratır.
Bir komşuya kulak vermek, bir arkadaşın anlattıklarını ciddiye almak, bir paylaşımla farkındalık artırmak, bir gencin zihnine “Eşitlik” tohumunu ekmek bile…
Yukarıdaki satırlar bir yapay zekâya ait.
Küçücük bir araştırma sonucu bu yazıyı yazabiliyor, sorunu görebiliyor.
Biz insanoğlu olarak yıllardır bu sorunu göremedik, çözemedik.
İşin şekli zekayla ilgiliyse, biz gerçekten gerizekalı mıyız?
Bu konuyla ilgili Didem Madak yazmış ben de sosyal medyadan alıntıladım.
“Neden 25 Kasım?” diye sorarak başlamış yazısına…
Mirabel Kardeşler, onları unutmayın...
1960 yılının 25 Kasım sabahı Dominik Cumhuriyeti’nde bir uçurumun kenarında 3 kadının cesedi bulundu. Patria, Minerva ve Maria...
Onlar Mirabel Kardeşlerdi…
Mirabel kardeşler doğdukları ve yaşadıkları Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı mücadele eden “Kelebekler”di.
Mirabel kardeşler, ülkelerindeki özgürlükler için kararlılıkla mücadele ederek faşist diktatöre (Rafael Leonidas Trujillo) meydan okudular.
Bu nedenle çoğu kez hapse atıldılar…
Son olarak da 25 Kasım sabahı arabalarından zorla indirilerek diktatörün adamları tarafından tecavüz edildiler ve işkenceyle öldürüldüler.
Hükümet olaya kaza süsü verdi.
Diktatörlük yıkıldıktan sonra ülkenin insanları onları unutmadı.
Kız kardeşlerden birinin kod adının “Kelebek” olmasından esinlenerek, bu kız kardeşler “Kelebekler” olarak efsaneleşti ve böyle anılmaya başladılar.
1981’de toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı’nda 25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak kabul edildi.
1985 yılında da bu kararı temel alan Birleşmiş Milletler tarafından 25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddetin Yok Edilmesi İçin Uluslararası Mücadele” günü ilan edildi.
Dünyanın her yerinde kadınlar, bu üç kadının hayatları ile ödedikleri mücadeleyi bilerek veya bilmeyerek bugünde “Kadına şiddete” dikkat çekiyorlar.
Dünyada her 3 kadından 1’i fiziksel şiddet yaşamış durumda.
Her 6 dakikada bir kadına tecavüz ediliyor.
Güney Afrika’da ise her 90 saniyede.
Irak’ta savaşın ilk aylarında 20 bin kadın tecavüze uğradı.
ABD’de her yıl 4 milyon kadın şiddete uğrarken, Hindistan’da her gün 5 kadın çeyiz kavgası yüzünden öldürülüyor.
Çin’de her yıl 1 milyon kız çocuğu sadece kız olduğu için dünyaya gelme imkânı bile bulamıyor, anne karnındayken öldürülüyor.
Türkiye’de ise her 10 kadından 4’ü fiziksel şiddete maruz kalıyor.
Son sözü yine Mirabel Kardeşler’e bırakalım.
Bakalım onları ölüme götüren mücadeleleri sırasında neler söylemişler;
“Belki de bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz”
(Maria Teresa Mirabel 1936)
“Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı; kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü”
(Minerva Argentina Mirabel 1926)
“Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da”
(Patria Mercedes Mirabel 1924)
FIKRA GİBİ AMA GERÇEK
Küçük bir mahkeme salonunda savcı iddianameyi okumaya başladı…
“Sayın hâkim, kitap kırmızı kapakla çıkmıştır ve adı ‘Sınıf’tır. Bu nedenle TCK’nın 216. maddesine göre, ‘Halkın; din, dil, ırk, mezhep, sosyal sınıf veya bölge farklılığı açısından farklı özelliklere sahip bir kısmını, diğer bir kısmı aleyhine kin ve düşmanlığa ittiği gerekçesiyle’ suçludur. Gereğinin yapılmasını arz ederim.”
Adam şaşkınlıkla etrafına baktı.
Her şey ona şaka gibi geliyordu.
Bir şiir kitabı için miydi tüm bunlar?
Bu mahkeme, bu savcı, yanında kendisini savunmak için duran avukat, hâkimin önündeki yazman?
Öğretmendi…
Yıllarını okuldaki öğrencilerine vermişti. “Çocuklarım” diyordu onlara...
Kitabında da çocuklarını anlatmıştı zaten.
O halde neydi suç olan?
Neden buradaydı?
Savcı devam ediyordu.
“Ama kitap kırmızı, üstelik adı da Sınıf.”
Şiirlerinden kesik kesik mısralar geldi adamın aklına…
“Yoklama defterinden öğrenmedim sizi, benim haylaz çocuklarım! İsterken adam olmanızı, çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun palto, ayakkabı yüzünden, kiminiz limon satar, Balıkpazarı’nda kiminiz Tahtakale’de çaycılık eder.”
Buydu söyledikleri sadece...
Bu nedenle Nazım Hikmet’in kitaplarından sonra ilk kez bu kitap toplatılmış ve yasaklanmıştı.
Yasaklanmıştı kitap; çünkü kapağının rengi kırmızıydı.
Adı da; Sınıf’tı.
Beyni zonklamaya devam ediyordu, “Yasaklanan” kitabındaki şiirler...
“Benim bilgili, becerikli çocuğum, kalktığın zaman tahtaya yüzünün kızarması neden?
Ayağında sağlamca bir papuç, sırtında bir ceket yok diye mi?
Ne var bunda sıkılacak, utanmak bize düşer çocuğum!”
Birden herkes ayağa kalktı.
Hâkim kararı açıklıyordu.
Hayatında ilk kez tutuklanıyordu adam.
6 ay hapiste yattı.
O zaman ki yasalara göre 6 aydan fazla hapiste yatan bir kişi öğretmenlikten çıkarılıyordu.
Adam tam tamına 6 ay hapiste yatmıştı. Ne bir gün fazla ne bir gün eksik.
Ama 6 aydan fazla yatmış gösterilip öğretmenlikten de atıldı.
Yılmadı, onlara güzel bir dünya kurabilmek için yazmaya devam etti.
Tutuklandı yine, işkenceye maruz kaldı…
Hatta yetmiş yaşında kendi köyünün halkı içinde gözleri bağlanarak elleri kelepçeli gözaltına bile alındı.
Bu adam kim mi?
Bu adam; sizin romanlarını okuduğunuz, tiyatro ve filmlerini izlediğiniz “Hababam Sınıfı” nın yazarı “Rıfat Ilgaz” dır.
İLGİNÇ DENEY
Amerikalı bilim insanı John Calhoun tarafından gerçekleştirilen “Universe 25” deneyi, bilim tarihindeki en çarpıcı ve kaygı uyandırıcı çalışmalar arasında yer alır.
Bu deney; bir fare kolonisi üzerinden insan toplumlarının davranışlarını anlamayı amaçlamıştır.
Calhoun, yüzlerce farenin yaşayabileceği, “Fareler Cenneti” adıyla anılan ideal bir ortam tasarladı.
Bu ortamda “Bol miktarda yiyecek, su ve geniş yaşam alanı” mevcuttu.
Deneyin başında, dört çift fare bu alana yerleştirildi.
Fareler hızla çoğalarak nüfusun kısa sürede artmasına neden oldu.
Ancak 315 gün sonra üreme oranları keskin bir şekilde düştü.
Nüfus 600’e ulaştığında bir hiyerarşi oluştu ve kolonide “Sefil” olarak adlandırılan bireyler belirmeye başladı.
Büyük ve güçlü fareler diğerlerine saldırmaya başladı, bu da erkek fareler arasında ciddi psikolojik sorunlara yol açtı. Dişi fareler ise yavrularına karşı saldırgan davranışlar sergilemeye ve onları koruyamamaya başladı.
Zamanla dişiler, artan saldırganlık, yalnızlaşma ve üreme güdüsünün kaybıyla dikkat çeker hale geldi.
Bu durum düşük doğum oranlarına ve genç fareler arasında yüksek ölüm oranlarına neden oldu.
Aynı dönemde “Kibar fareler” adı verilen yeni bir erkek sınıfı ortaya çıktı.
Bu fareler çiftleşmeyi veya alanlarını savunmayı reddederek sadece yemek ve uykuya odaklandılar.
Koloni giderek “Kibar erkekler” ve “İzole dişiler” den oluşan bir yapıya dönüştü.
Calhoun, bu süreçte koloninin ölüm evresini iki aşamada tanımladı:
Birinci aşama; Sadece var olmanın ötesinde bir amaç kaybını ifade eden “ilk ölüm”,
İkinci aşama ise; Tamamen fiziksel çöküşün yaşandığı “İkinci ölüm” olarak adlandırıldı.
Zamanla yavru ölümleri %100’e ulaştı ve üreme tamamen sona erdi.
Kolonideki bireyler arasında yamyamlık ve eşcinsellik davranışları arttı.
Tüm bu gelişmeler, yiyecek bol miktarda mevcut olmasına rağmen yaşandı.
Deneyin başladığı tarihten iki yıl sonra son yavru fare doğdu ve 1973’te 25.
Evrendeki son fare de öldü.
Calhoun bu deneyi 25 kez tekrarladı ve her defasında aynı sonuçlara ulaştı.
Bu çalışma, toplumsal çöküşün dinamiklerini modellemek için kullanılan önemli bir referans haline geldi ve kent sosyolojisi alanında büyük yankı uyandırdı.
Alıntı