Bir toplumun çöküşünü hazırlayan sebepler vardır.

Bunların bir araya gelmesi o toplum için büyük bir çıkmazdır.

İnsanlar bazen fark etmeden bu yola düşer ve daha sonra ne olduğunu anlamadan toplumları çöker.

Bazen de dış kaynaklı çöküşler hazırlanabilir.

Bir toplumun çökmesi, yok oluşa kadar gider.

Günümüzde sürekli olarak “Yeni Dünya Düzeni” şeklinde teoriler ortaya atılmakta ve bu düzene hizmet edecek bir çok yaptırımlar sunulmaktadır.

Bazı insanlar da; gelecekte kendi şahsi menfaatlerini korumak için, devletinin çıkarlarını göz ardı edebilirler.

Bu tip yöneticileri, kendilerini keşfeden bu düzen kurucuları için bulunmaz Hint kumaşıdır.

Gelelim toplumu çökerten maddelere.

Günümüzde bizim ülkemizde;

Bu maddelerde anlatılanlar gerçekleşiyor mu?

Yoksa gerçekleşmiyor mu?

Ona siz karar verin.

Benden sadece yazması…

1. Adaletin çürüdüğü yerde vicdan da çürür…

Adalet, toplumun omurgasıdır. Haksızlıkların cezasız kalması, hak edenin değil “Gücü olanın” kazanması, insanların içindeki doğru–yanlış terazisini bozar.

Adalet zedelendiğinde bireyler kuralları değil, kişisel çıkarlarını izlemeye yönelir.

2. Yalanın normalleştiği yerde gerçek kaybolur…

Yalan gündelik yaşamın parçası hâline geldiğinde, insanlar hem birbirine hem kurumlara duyduğu güveni kaybeder.

Güvensiz ortamda ortak değerler dağılır, toplum çözücü bir sıvıya maruz kalmış gibi dağılmaya başlar.

3. Korku büyürse cesaret susar…

İfade özgürlüğü olmayan yerlerde ahlaki çürüme hızlanır.

Yanlışa “Yanlış” demek riskliyse, doğrular konuşulmaz hâle gelir.

Korku yayıldıkça haksızlıklar güçlenir, haksızlık güçlendikçe toplum sessizleşir.

4. Rüşvet bir kez girerse karakter kapıdan kaçar…

Rüşvet sadece ekonomik bir suç değil, ahlaki bir erozyondur.

“Parayla her şey çözülür” algısı yaygınlaştığında liyakat yok olur ve toplumsal çürüme kök salar.

5. Emeğin değer görmediği yerde ahlak yetim kalır…

İnsanlar çalıştığının karşılığını alamadığında dürüstlük anlamını yitirir.

“Çalışan değil, kurnaz kazanır” anlayışı yayılırsa toplumun çalışma kültürü ve adalet duygusu hızla çöker.

6. Ekranlar eğitirken aile unutulursa toplum savrulur…

Medya, internet ve sosyal platformlar, çocukların ve gençlerin değer algısını şekillendirir.

Aile içi iletişim zayıfsa, toplumun ortak değerleri bu dijital akıntıda kaybolur.

7. Saygı küçülürse nesiller değersizleşir…

Saygı, toplum düzeninin görünmez sigortasıdır.

Büyük-küçük ilişkileri, sokak davranışları, toplumsal konuşma dili bozulduğunda ahlak da çözülmeye başlar.

8. Sorumluluk kaybolunca suç büyür…

Bireyler yaptıkları eylemlerin sorumluluğunu taşımadığında, suç normalleşir.

“Nasıl olsa bir şey olmaz” düşüncesi yayılır ve toplumu ayakta tutan kurallar etkisizleşir.

9. Büyükler kendi kuralını çiğnerse gençler kural tanımaz…

Ahlaki eğitim, örnekle olur.

Büyükler söyledikleriyle yaptıkları çeliştiğinde genç kuşak için kurallar sadece birer sözden ibaret hâle gelir.

10. Ahlakın modası olmaz; ama ihmali bedava değildir…

Ahlaki değerler dönemsel değildir; terk edildiğinde toplumun ödeyeceği fatura ağır olur.

Değerlerin ihmal edilmesi, uzun vadeli sosyal hasarlara yol açar.

11. Hesap vermeyen her güç, karanlığa hizmet eder…

Güç sahiplerinin hesap vermemesi, keyfi yönetimleri doğurur.

Şeffaflık kayboldukça yanlışlar birikir ve toplumun güven duvarları çöker.

12. Utanma duygusu öldüğünde her şey mubah olur…

Utanma duygusu, içsel bir denetim mekanizmasıdır.

Bu duygu silindiğinde kişi toplumla arasındaki bağları koparır, yanlış davranışlar artık gizlenmesi gereken değil, övünülen eylemler hâline gelir.

13. Toplum dürüstlüğü ödüllendirmezse sahtekârlığı büyütür…

Dürüst insanlar dezavantajlı, kurnaz olanlar ödüllü hâle geldiğinde, toplumun yönü tersine döner.

İnsanlar doğruluğu değil, sonucu önemsemeye başlar.

14. Kültür erozyona uğrarsa zihinler kökünden kopar…

Bir toplumun kültürü, kimliğinin taşıyıcısıdır.

Kültürel değerlerin zayıflaması, taklitçi ve köksüz bir yaşam anlayışı doğurur; bu da ahlaki temelleri zayıflatır.

15. Sözün değeri düşerse insanın değeri eksilir…

Verilen söz tutmadığında, güven ilişkileri çatırdar.

“Söz uçar” anlayışı yaygınlaşırsa sosyal bağlar zayıflar ve toplum çözülmeye başlar.

Kısaca: “Bir toplumun ahlakı, onu ayakta tutan görünmez tuğlaların toplamıdır;

Bu tuğlalardan biri bile çekildiğinde, çöküş sessiz ama kaçınılmaz olur.”

FİRAVUN DA KRALDI

Günlerden bir gün Fil kendisini, “Ormanın en güçlü hayvanı” ilan etmiş.

Bütün düzeni değiştirip, yeniden kurmuş.

Aslan, kaplan, ayı, manda…

File karşı çıkan olmamış ormanda.

Fil, önce kendi yerini sağlamlaştırmış,

“Herkes kendi arasında nasıl yaşarsa yaşasın, beni ilgilendirmez. Ama herkes benimle ilişkilerine dikkat etsin. Bütün kuralları ben koyacağım. Ormandakiler de ona uyma özgürlüğünü kullanacak” demiş.

Etkisini genişletmiş zamanla fil.

En güçlü o, tek yetkili o, gerisi sefil.

Artık sadece fille ilişkiler değil, bütün hayvanların kendi aralarındaki ilişkiler de filden ve çevresinden sorulur olmuş.

Öyle ki, ormandaki nüfus artışı bile filin işi olmuş.

Tek tek doğum yapan hayvanlara kızmış, “Bakın bir seferde 4-5 yavru doğuranlar var. Ne bu tembelliğiniz. Benimle oyun oynamayı bırakın, gidin genlerinizle oynayın, daha çok yavru doğurun” diye çıkışmış.

Her şeyi sineye çekmiş ormandakiler.

“Yeter ki” demişler, “Boşalmasın kiler.”

Filin “Değişiyoruz, değişiyoruz” naralarıyla girmiş orman şekilden şekle.

İş o noktaya gelmiş ki, eşit sayılmış maymun eşekle.

Zira fil, kimi kime uygun görürse ona göre şekillenirmiş ormanda yaşam.

Bir tek;

“Ne güzel buyurdunuz”,

“Biz de tam böyle yapacaktık”,

“Bundan daha mükemmel olamazdı”,

“Bu hızla bütün ormanları geçeriz” sözlerine izin veriliyormuş.

Öteki bütün sözler, “İstikrar bozucu” bulunuyormuş.

Arada hakkını aramaya kalkan olursa hemen müdahale ediliyormuş.

Üzerine, “Geber gazı” sıkılıyormuş.

Filin bir özelliği de “Kindar” olmasıymış. Kendisine yapılan hiçbir şeyi unutmuyormuş.

Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, intikamını alıyormuş.

Hortumuna geleni vuruyor, ayağına geleni eziyormuş.

Hiç kimseyi dinlemiyormuş.

Bir gün söylediği ertesi güne uymuyor, “Doğru budur” diyeni duymuyormuş.

Bundan karıncalar da payını almış, yuvaları filin ayaklarının altında kalmış.

Tam o sırada bir karınca, fil hortumunu topraktan çıkarınca, girmiş hortumun içine.

Karınca az gitmiş uz gitmiş, kendisine hortumun içinde iyi bir yer etmiş.

Fil başlamış kaşınmaya.

Hortumunun içi karıncalanıyor, nedenini anlayamayınca beyni de karıncalanıyormuş.

Kalınca bir ağacın yanında durmuş, hortumu gövdesine vurdukça vurmuş.

Bir türlü karıncalanmayı gideremiyormuş.

Üstelik hortumu da fena halde acımaya başlamış.

Bir hamle daha ağacın gövdesine vurunca, ağaç devrilip üzerine düşmüş.

Fil ilk kez bu kadar âciz duruma düşmüş.

“Bereket” demiş “Kimse yok etrafta!”

Arada bir yanından geçtiği koca kayanın nerede olduğunu düşünmüş; “Hah şu tarafta.”

Bu kez kayalara vurmuş hortumunu, arada geçen olursa duruyormuş, anlatamıyormuş durumunu.

Hortumu kayaya vurdukça kaşıntıları artmış, kaşıntıları arttıkça daha çok vurmak istemiş.

Derken iflas etmiş bedeni, anlayamadan nedeni, uzanıp kalmış fil…

İşte böyle Fili yenmiş bir karınca.

Ateş bacayı sarınca,

Fil güya ulaşılmaz bir noktaya varınca,

Etrafındaki herkesi kırınca,

Kendisinden güçlü hiçbir hayvan olmadığını sanınca…

Sonunda olan olmuş,

Küçük bir karınca koca bir filden daha güçlü olmuş…

Böyledir hayat…

En güçlü olduğumuz an, aynı zamanda en zayıf olduğumuz andır.

Hiçbir güç mutlak değildir doğada,

Herkesi dize getirdiğini sanan,

Çöker bir gün diz üstü.

Koca bir fili durduran da,

Bir karıncadır altı üstü...

Not: Firavun da kraldı ama müzelik eşya oldu.

Son söz: Kibir  insanı  bitirir..!

Alıntı

BİRAZ TEBESSÜM

Adamın biri arabasıyla giderken yolda bir yolcu alır arabaya ve adam arka tarafa

Biner.

Şoför “Eee, hemşerim kimsin, nereye gidersin?” diye sorar.

Yolcu “Ben Azrail’im… Canını almaya geldim” deyince şoför hafif alaycı bir tavırla; “Sen mi Azrail’sin?” der ve ekler;

“Yahu senin gibi Azrail olur mu hiç der.”

Yolcu sakin bir tavırla cevaplar;

“Sen daha önce Azrail gördün mü de inanmıyorsun?” diye cevap verir.

Ve ekler yolcu; “İnanmadın bana öyle mi?”

Şoför, “İnanmadım tabii, şaka yapıyorsun…” der.

Yolcu, “O zaman şöyle yapalım. 200 metre ileride yol kenarında bir adam göreceksin. Onu arabaya al!”

Gerçekten de adamın dediği gibi şoför, 200 metre ilerde otostop yapan birini görür ve arabasına alır.

Şoför yanındakine “Ee sen kimsin nereye gidersin” diye sorar.

Yeni binen yolcu, “Adım Mustafa. Abi mümkünse beni merkezde bir yerde indirirsen çok sevinirim.” der.

Şoför “Yahu şu arkadaki adam bana Azrail’im diyor, görüyor musun şu herifi? Hem iyilik ediyoruz hem de dalga geçiyor benimle” der.

Adam arkaya bakar ve:

“Abi arkada kimse yok ki”

Şoför dikiz aynasından arkaya bakar ve “Körmüsün be adam arkada oturuyor ya!”

Öndeki adam arkaya bir daha bakar ve:

“Abi senin kafan iyimi yoksa dalga mı geçiyorsun?”

Bu sefer arkadaki söze girer.

“Gördün mü?” der, “Bu adam beni ne duyabilir? Ne de görebilir?” der şoföre. Şoförün bir anda dizlerinin bağı çözülür.

Beti benzi atar…

Arkadaki adam şoföre:

-“Hadi der arabayı kenara çek, 2 rekât namaz kıl zira canını alacağım. Eğer araba kullanırken canını alırsam kaza yapacaksın, bu yanındaki adam da boşuna canından olacak!” der.

Şoför ağlamaklı çaresiz bir şekilde arabayı kenara çeker ve namaz kılmak için iner arabadan.

Sonra mı?

İki adam arabayı aldığı gibi kaçarlar…