DATÇA EŞEĞİNİN SUÇU NE?

Yıl 1474.

Fransa'nın Normandiya bölgesinde bir eşek hâkim karşısında.

Suçlamalar ağır:               

“Ahlâksızlığa iştirak.”

Bir köylü, bu masum hayvana uygunsuz davranmış.

Köylü yakalanmış, eşek de tutuklanmış.

O dönemde sadece insanlar değil, hayvanlar da yargılanabiliyor.

Neyse ki eşeğin köydeki itibarı yüksek.

Kiliseye sadık, törenlere katılmış, iyi huylu.

Avukatı savunmasını yapıyor, tanıklar konuşuyor.

Sonuç: Köylü suçlu bulunup idam ediliyor, eşek ise “Masumiyet” unvanıyla serbest kalıyor.

İlk başta gülünç gibi duran bu hikâye, aslında Orta Çağ Avrupa’sının adalet anlayışını yansıtıyor.

Hayvanlar Tanrı’nın düzenini bozarsa cezalandırılmalıydı.

Domuzlar çocuk öldürüp darağacına gönderildi.

Horozlar yumurtladığı için “Şeytanla iş birliği” yaptığı gerekçesi ile yakıldı.

Evet, yanlış okumadınız, “Yumurtlayan horozlar!”

İsviçre’de 16. yüzyılda bir eşek, suçlularla birlikte çalıntı malları taşıdığı için hâkim karşısına çıktı.

“Suça iştirak” suçlamasıyla…

Ama hayvanın, suçu bilmeden yaptığına kanaat getirildi ve beraat etti.

İspanya Engizisyonu dönemindeyse bazı eşekler, “Cadı kadınlarla ilişki yaşadığı” gerekçesiyle yakılarak öldürüldü.

Bu mahkemeler adaleti değil, şeytanla mücadeleyi hedefliyordu.

Ama kurban çoğu zaman zavallı bir hayvan oluyordu.

Tüm bu absürt hikâyeler yüzlerce yıl önce kaldı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Yıl 2025. Muğla Valiliği’nin yazılı talimatıyla Datça’daki yaban eşekleri “Trafik güvenliği” gerekçesiyle toplatılıyor.

Bazıları bayıltılıyor, biri hamile.

Sessiz bir tepede, gölgeye sığınmış, başını güneşe vermiş bir eşek için bu ülkede eşek olmak bile artık suç.

Oysa bu hayvanlar Datça’nın doğayla kurduğu kadim bağın canlı simgeleriydi.

Tabeladan önce karşılarlardı sizi.

Bir çocuk “Eşek gördüm” deyince anlardınız ki “Doğaya geldik.”

Ama doğaya alışık olmayanlar için bu bir tehdit.

Tıpkı 16. yüzyıl rahiplerinin yumurtlayan horozdan korkması gibi…

Bugün eşeklere suç isnat eden bir sistem, yarın özgürce dolanan bir martıyı, yolda koşan bir kirpiyi de şikâyet edebilir.

Çünkü mesele güvenlik değil.

Mesele, kontrol altına alınmamış olanı sistem dışına atmak.

Orta Çağ’da eşeklerin bile savunma hakkı vardı.

Bugünse doğaya sesini çıkaracak bir avukat bile yok.

Sedat Kaya'dan Alıntıdır

EŞEK GİBİ OL!

Bir gün bir eşek, derin bir çukura düştü ve yüksek sesle anırarak yardım istemeye başladı.

Eşeğin sahibi bir çiftçiydi.

Çukurun kenarında durup eşeği kurtarmanın bir yolunu düşünüyordu.

Bir süre sonra aklına bir çözüm gelmeyince vazgeçip kendini avutmaya çalıştı.

“Bu eşek artık yaşlandı. Artık bana faydası yok. Bir gün bu çukuru zaten doldurmam gerekecekti. Eşeği kurtarmanın bir anlamı yok.” diye düşündü.

Bu düşünceyle komşularından yardım istedi ve hep beraber çukuru doldurmaya karar verdiler.

Herkesin elinde bir kürek vardı.

Çukura toprak, çakıl ve çöp atmaya başladılar.

Eşek olan bitene çok sinirlendi.

Daha da yüksek sesle anırmaya başladı.

Ancak birkaç dakika sonra eşek tamamen sessizleşti.

Çiftçi çukura baktığında, eşeğin üzerine her ne kadar toprak ve çöp atılsa da, eşeğin bunları silkeleyip yeni toprak tabakasının üzerinde durduğunu görüp hayrete düştü.

Bu süreç uzun süre devam etti.

Çiftçi ve komşuları toprağı ve çöpü küreklemeye devam ettiler.

Eşek sürekli olarak toprağı üzerinden silkeledi ve daha da yükseğe çıktı.

Az sonra eşek çukurun tepesine ulaştı ve dışarı çıktı.

Çiftçi ve komşuları bunu görünce şok oldular.

Hayatta da böyle anlarla karşılaşırız. İnsanlar üzerimize çamur atabilir. İtibarımızı zedelemeye çalışabilir, bize hakaret edebilir ve sert sözlerle bizi hedef alabilirler.

Ama bu pislik çukurundan kurtulmanın yolu, onun içine gömülmemize izin vermemektir.

Bunun yerine, “Bu gereksiz şeylerden kurtulmaya devam etmeli ve ileriye, yukarıya doğru hareket etmeliyiz.”

Hayatta karşılaştığımız zorluklar taşlar gibidir.

Onların altında ezilmemize izin verip vermememiz veya sıkıntı kuyusundan çıkmak için üzerlerine tırmanmamız bilgeliğimize bağlıdır.

İnsanlar istedikleri kadar toprak atsınlar.

Kararlı insan asla yolunu değiştirmez!

EŞEK DEYİP GEÇME

Eşek bir defa gittiği yolu asla unutmazmış.

Bu yüzden değerli ve makbul kurban sayılan “Develere kılavuzluk” yaparlarmış meğer...

Eşek, bir mühendis gibi yokuşları matematiksel bir eğimle katederek, kısa mesafeleri de virajlar alarak çıkar.

Eşek, bir kere düştüğü çukura ikinci kez düşmediği gibi, bir kere bastığı çamura bile bir daha asla basmaz...

Eşek, sıpasını doğururken kimseden yardım almaz, bakımını ve eğitimini kendisi verir...

Eşek, kendine iyilik yapanı da, kötülük yapanı da asla unutmaz...

Eşeğin gözleri harikadır, yakından bakınca içinde kaybolursunuz...

Bu yüzden bazı insanımsı yaratıklara “Eşek” demek, eşeklere yapılmış hakaret olur.

Fıkrası içinde

1950’li yıllarda Amerikalı mühendisler gelmiş Türkiye’ye.

“Küçük Amerika olacağız” diye ilk heveslendiğimiz günlerde yani.

Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış.

O zamanlarda bizde yol güzergâhını belirleyecek alet yok, eleman yok...

Nafia mühendisleri (Bayındırlık mühendisleri), eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından elemanlar şerit metre çekiyor ve eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış.

Bunu gören Amerikalı mühendis, pratiği kavrayamamış ve sormuş:

-“Ne yapıyorlar böyle?”

-“Rampada yolun güzergâhını belirliyorlar.”

-“Nasıl yani, anlayamadım?”

-“Eşek % 7 eğimin üstüne çıkmaz, biz de eşeğin izinde kazık çakıp rampada yol güzergâhı belirliyoruz.”

Bu cevap karşısında Amerikalı katılarak gülmeye başlamış ve sormuş tekrar:

-“Peki, eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?”

Yetkili cevaplamış:

-“Amerika’dan mühendis getirtiyoruz.”

ÖLÜLER EVİNDEN ANILAR

Dostoyevski kalabalık bir toplantıda yaptığı konuşma ve okuduğu şiir nedeniyle Rus Çarı tarafından hapse mahkûm edilir ve Sibirya’ya sürülür.

Hapishanede geçen yıllarını “Ölüler Evinden Anılar” isimli kitabında toplar.

Yazar, “Buradaki hayatından önce halkı, insanları tanıdığını düşündüğünü, ama yanıldığını hapis yıllarında anladığını” belirtir.

Dostoyevski, “Kara halk” olarak tanımladığı bu kitleyle karşılaştıktan sonra, insanları çözümlemeye ve iç dünyalarının derinliklerine inmeye başlar.

Sürgündeki Dostoyevski, hapishanedeki bir köpekle, insan ilişkileri üzerine gözleme dayalı bir deney yapar.

Köpeği takibe alır ve yanından geçen her mahkûmun onu tekmelediğini gözlemler;

İlginç olan şey, köpeğin mahkûmlardan kaçmaması ve yanına bir mahkûm yaklaştığında eğilerek tekme pozisyonu almasıdır.

Köpeğin yanından geçen her mahkûm köpeği tekmelemekte ve köpek buna bir tepki vermemektedir.

Dostoyevski de, bir gün köpeğe yaklaşır ve onun başını okşamaya başlar.

Köpek bir süre şaşkın şaşkın ona baktıktan sonra, hızla yanından uzaklaşır ve acı acı havlar.

Önüne gelen mahkûmun tekmelediği köpek, o günden sonra nerede Dostoyevski’yi görse ondan kaçar ve ona bir daha asla yaklaşmaz.

Köpeğin tekme atanlardan kaçacağı yerde başını okşayan Dostoyevski’den kaçmasının bir psikolojik açıklaması vardır elbet!

O da şudur:

Kötülüğü hayat şartı kabul etmiş canlıların sevgiyi, kardeşliği, paylaşmayı görünce çok büyük şaşkınlık yaşamaları ve afallamalarıdır bu...

Ruhu köleleştirilmiş bu köpek sevgiye açtır ve bu durum insanlar için de geçerlidir...

Bazen kötü davrandığınız insanlar size tapar bazense, iyi davrandıklarınız sizden nefret eder...

ASLA VAZGEÇME

Bir karga çifti ve bir kobranın yaşadığı bir ağaç vardı.

Karga her yumurtladığında, kobra onları yiyordu.

Çaresizce bir çözüm bulmak için arkadaşları çakalla konuştular.

Çakal “Kraliçeden bir mücevher çalıp kobranın deliğine koymalarını” önerdi.

Bir keresinde karga, kraliçenin gölette banyo yaparken bir taşın üzerinde kolyesini gördü.

Onu çalıp uçtu ve kobranın deliğine bıraktı.

Askerler kargayı kovaladılar ve ne yaptığını gördüler.

Mızraklarını yılanın deliğine soktular.

Kobra korktu ve delikten çıktı.

Silahları görünce bir daha asla geri dönmemek üzere oradan kaçtı.

Askerler kolyeyi aldı.

Kargalar sonsuza dek mutlu yaşadılar.

Ahlaki sonuç: En iyi sonucu umun ve asla vazgeçmeyin.

İNSANLIĞIN TEMEL SINAVI

Torino'da 1889'da hayatının dönüm noktasına yürüdüğünü bilmeyen Nietzsche, şehri dolaşırken bir faytoncunun atını kırbaçladığını görür.

At o kadar yorgundur ki kırbaç darbelerine tepki veremez halde yere çökmüştür.

Nietzsche, koşarak atın yanına gider, boynuna sarılır, ağlayarak ata bir şeyler söyler bilincini yitirir ve bayılır.

Bayılmadan önce ata “Anne, senden özür dilerim” veya “Anne, ben bir aptalım” dediği rivayet edilir.

Bu olaydan sonra tam 10 yıl kimseyle konuşmaz dengesiz davranışları artar, akıl hastanesine yatırılır ama asla eskisi gibi olamaz.

Dostoyevski benzer bir olayı Suç ve Ceza'da Raskolnikov'un uykularını kaçıran en büyük kâbusu olarak bir çocuğun çaresizliğiyle anlatır.

Raskolnikov küçük bir çocuktur.

Bir arabacı yorgun yürüyemeyecek halde ki atını; hiç acımadan, çekemeyeceği kadar insanla dolu arabayı çekmesi için kırbaçlar, yanındakiler de onunla birlikte ellerine geçen her şeyle ata vururlar.

Küçük bir çocuk olan Raskolnikov ata sarılır, ağlar yardım ister ama kimse ona yardım etmez.

En sonunda arabacı herkesin gözü önünde atı vahşice öldürür.

Yaptığından kendisi ve onunla birlikte olanlar büyük keyif alırlar.

Milan Kundera Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabında Nietzsche'nin olayını şöyle değerlendirir.

“Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığıyla özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı (iyice derinlere gömülmüş gözlerden uzak sınavı) onun merhametine bırakılmışlara olanlara davranışlarında gizlidir: Hayvanlara. Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır, o kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır."

Nietzsche ve Dostoyevski, insanların anlam veremedikleri merhametsizliği karşısında çaresiz kalıp, insanlardan uzak durmayı tercih etmişler.

Goethe bu çaresizliği şöyle tanımlar:

“Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir..!”

DENEY!

Bir Profesör, “Yiyecek mi, yoksa cinsellik mi, önemli?” konusunu araştırmak üzere bir deney yapıyor.

Bir camekânın içinde bir köşeye erkek fare, bir köşeye dişi fare, bir köşeye de yiyecek (peynir) koyuyor.

Erkek fareyi serbest bırakınca bakalım nereye gidecek?

Erkek fare, peynire gidiyor...

“Peyniri belki çok seviyor” diye, peynir yerine ceviz konuyor...

Erkek fare, cevize gidiyor...

Ceviz yerine kek konuyor...

Keke gidiyor...

Bu deney, sürekli yiyecek değiştirilerek devam ediyor...

Her seferinde erkek fare yiyeceğe gidiyor...

Bunun üzerine profesör:

“Demek ki; Yemek cinsellikten daha önemli” diye yorum yapıyor...

Asistanı profesöre itiraz ediyor:

-“Hocam... Bir seferinde de dişi fareyi değiştirelim, belki karısı olabilir!”

GÜNÜN FIKRASI

İki yaşlı adam parkta oturmuşlar kahkaha atıyorlar. Yanlarından geçen bir adamın dikkatini çeker ve sorar:

-“Amcalar sizin derdiniz yok herhalde, böyle kahkahalarla güldüğünüz göre?”

-“Bak delikanlı memleketi kurtarmak için bizim bir çözümümüz var…”

-“Nedir?”

-“Tüm halkı ve yanlarında da bir eşeği birlikte hapishaneye tıkmak.”

Delikanlı şaşkın, tekrar sorar:

-“Tamam da amcalar, eşeğin ne işi var hapishanede?”

Amcaların kahkahaları daha da artar ve biri der ki:

-“Demedim mi sana, herkes eşeği soruyor, bu halkı kimse sormaz diye.”