Çarşıda, sokakta, sitede, apartmanda fiziki bir olumsuzlukla karşılaştığınızda “Şikâyet edin” deniliyor.
Öyle ya, zabıta nereden bilecek sizin bu olumsuzluğa mazhar olduğunuzu.
Sizin özelinizi bilmesi imkânsız.
Ama…
Sokakta, parkta gezerken gördüklerini ne yapacağız?
Veya görülmüyor mu acaba?
Mesela;
Cuma pazarı 2 No’lu girişindeki kaldırıma park eden motosikletler görülmüyor mu?
İhbar yapılmıyor mu mesela?
Esnafların kaldırımı geçerek neredeyse yol ortasına çıkarttıkları eşyalara bir diyecekleri yok mu?
Cuma pazarı içindeki esnafın, tezgâhı ile önündeki yolun yarısına taştığını göremezler mi mesela?
Yerlere sigara veya çöp atan vatandaşlara bir ikazı olamaz mı?
Demircioğlu Caddesi ile Asafpaşa Caddesi’nin kesiştiği noktadaki çöp konteynırının yanına bırakılan çöp halindeki ev eşyasının sahibini araştıramaz mı acaba?
İbretlik bir ceza kesemez mi?
İskeleden çıkmış onlarca aracın göz zevkini bozan bu görüntüyü ben gördüğüme göre, birilerinin de görmesi gerekmiyor mu?
İlla şikâyet mi lazım?
Neyse gelelim esas meseleye.
Dün benim başıma gelen bir olaydı bu.
Çok zaman önce Çanakkale Aktüel Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaparken, görme engelli vatandaşların sorunları için bir farkındalık oluşturmak istedim.
Rica ettiğim bir görme engelli vatandaşı, Değirmenlik Sokak başlangıcından, Çarşı Caddesi, Yalı Caddesi ve Saat Kulesi güzergâhından yürütüm.
Her adımındaki her engeli fotoğraflayıp, dergide yayımladım.
Kaldırımda karşılaştığı bozulmuş taşlardan, işyeri önüne çıkarılmış tezgâhlardan, yola paralel park edilmiş motosikletlerden, yine yol kenarına çıkarılmış karton kutulardan, çöplerden bu vatandaş geçemedi.
Çok büyük engellerle karşılaştı.
Yola çıkarken bir güneş gözlüğü taktı.
Dedim ki, “Neden gözlük takıyorsun ki? Yoksa azıcıkta olsa görüyor musun? Acaba güneş gözünü rahatsız mı ediyor?”
Bana cevabı şu oldu:
“Hayır, bu gözlük görmekle ilgili değil, gözümü korumak için.”
“Nasıl yani?” diye sorduğumda şöyle dedi:
“Yola taşmış ağaç dallarından ve en önemlisi esnafların dükkan önüne astıkları brandalarından korumak için…”
O zaman branda konusunu atlamışım.
Pek üzerinde durmamıştım.
Ne zamana kadar?
Başıma gelene kadar.
Dün.
Tıflı Sokak’tan, Hamdi Bey Sokak’a çıkacağım.
Kaldırımdan yürüyorum.
Birden başıma şiddetli bir şey çarptı.
Ne olduğunu anlamadım.
Önce birisi vurdu zannettim.
(Hoş kim vuracaktı ki? 7 düvelle barışık biriyimdir. Eleştirilerimden nasibini alanlar bile arayıp teşekkür eder, o kadar yani)
Sonra baktım ki, 1.60’a yakın yüksekliği ile kaldırımın ortasına kadar uzanan bir esnafın brandası, gözümü sıyırıp başıma vurmuş.
Başımdan yaralandım elbet.
Ülkemizde boy standardı 1.76 iken, benim boyumun 1.85 olması belki standart dışı olabilir.
Ama ne yapacağız?
Ülkeyi mi terk edelim?
183 ortalama ile dünyanın en uzun boy standardına sahip Hollanda’ya gitsem bile nafile.
Ortalama boyu 176 olan biri bile bu brandaya toslardı zaten.
Ha!
İçinizden şöyle diyebilirsiniz:
“Gözün nereye bakıyordu?”
“Allah iki göz vermiş.”
“Önüne bak kardeşim sen de!”
Haklısınız.
Ama çoğunuzun bildiği üzere, ben sokağa “Şapkasız çıkmam”
Zira güneş ışıkları, saçlarımın olmamasından dolayı direkt olarak başıma vurduğundan, onu korumak zorunda kalıyorum.
Yoksa bir “Beyin haşlanma” vaziyeti meydana gelebilir.
İşte o şapkanın siperi, yukarıdan gelecek tehlikeleri ne yazık ki görmemi engelliyor.
Geçenlerde de 1 No’lu Büyük Cami Sokak’taki gazete ofisimizden çıkıp, Çarşı yönüne saptım. Ne yazık ki penceresinin altına 1.50 yüksekliğinde çamaşırlık asılmış bir evin önünden geçerken de toslamıştım küçük sıyrıklarla.
Şimdi dönelim başa.
Uzaktan rahatlıkla görülebilecek olan bu fiziki bozuklukları, yanlışları biz “Şikayet mi etmeliyiz?”
Yoksa zabıtalar şehir içinde gezerek bu olumsuzlukları tespit ederek düzelttirme yoluna mı gitmeli?
Kenar mahallede olsa amenna.
Ama çarşı ortasındaki bu branda meselesine yetkilisi el atmalı, standart dışı boya sahip vatandaşların mağduriyeti giderilmeli.
Mesela yaptığım bir araştırmada:
“Brandaların açık haldeyken alt kısmının yerden en az 2.20 metre yükseklikte olması, yayaların güvenliği ve engelli erişilebilirliği açısından uygun olacaktır” şeklinde tavsiye var.
Başka bir sonuçta:
“Branda tasarımının, çevre düzenlemeleri ve estetik kurallarına uygun olması, hem görsel açıdan hem de çevreyle uyum açısından önemlidir” deniliyor.
Aslında kanunen, brandaların montajı öncesinde, bağlı bulunulan belediyenin ilgili birimlerinden izin alınması da gerekiyormuş.
Öyle kafana göre takamazmışsın.
Buradan bir sorayım o zaman:
“Kaç esnaf izin aldı acaba?
Şimdi;
“Şikâyet illa şart” diyorsanız, ben buradan şikâyet ediyorum.
Buyurun top sizde o zaman…
Takibini de yapacağım.
Bu arada mevzuu açılmışken şu konuyu da hatırlatayım.
Zamanında Çarşı Caddesi’nin üzerinin kapatılması gündeme gelmişti.
Hatta esnafın oluşturduğu bir dernek bunu sponsorlarla yapacak ve belediyeden tek kuruş çıkmayacaktı.
Kısım kısım uygulanacak bu proje ile yapay bir Kapalı Çarşı konsepti oluşturulacak ve esnafa, AVM’ler ile rekabet ortamı yaratılacaktı.
Tüm çarşı gölgede olacak, cadde üzerinde kafe ve çay ocakları çoğalacaktı.
Böylece insanlar serin ortamda daha rahat alışveriş yapıp, dinlenme imkânı da bulacaktı.
O vakitler, “Bu projeye belediye izin vermedi” dediler.
Sebep olarak da; “Tentelerin montajının yapılacağı binaların tahrip olacağı” gösterilmişti sanırım.
“Değişim” sloganı ile işbaşına gelen belediye idarecilerinin, bu gölgelendirme işine de bir el atmasını bekleriz.
Hem çarşımız hareketlenecek, hem esnafımızın geliri artacak, hem de brandalardan kurtulacağız.
Bence iyi fikir…
AÇ ASLAN
Aç bir aslan tilkiye, “Bana yiyecek bir şeyler getir, yoksa seni yerim!” demiş.
Tilki başına gelecekleri bildiğinden hemen eşeğe gitmiş.
Ona: “Aslan seni kral yapmak istiyor, benimle gel” diyerek andırmış.
Aslan eşeği görünce saldırmış ve kulaklarını ısırmış ama eşek kaçmış.
Daha sonra eşek tilkiyi gördüğünde:
“Beni kandırdın! Aslan beni öldürmeye çalıştı!” diye sitem etmiş.
Tilki, “Aptal olma! Taç takabilmen için kulaklarını aldı! Yoksa öyle bir şey yapar mı? Hadi geri dönelim” diye cevap vermiş.
Eşek bunun mantıklı olduğunu düşünmüş ve tilkiyi tekrar takip ederek aslanın yanına gitmiş.
Aslan yine eşeğe saldırmış ve bu sefer kuyruğunu ısırmış.
Eşek tekrar kaçmış.
İyice uzaklaşınca arkasından gelen tilkiye, “Yalan söylüyorsun! Aslan kuyruğumu kesti! Beni yemek istiyor!” demiş.
Tilki, “O sadece senin tahtta rahatça oturmanı istiyor! Benimle geri dön ve tahta otur” demiş.
Eşeği bir kez daha geri dönmeye ikna olmuş.
Aslan yanına kadar gelen eşeği yakalamış ve öldürmüş.
Tilkiye dönerek: “Eşeği geri getirmen iyi oldu çünkü canını kurtardın. Şimdi, derisini yüzüp beynini, akciğerlerini, karaciğerini ve kalbini getir bana!” demiş.
Tilki, eşeğin derisini yüzmüş ama beynini yemiş.
Ciğerlerini, karaciğerini ve kalbini Aslana geri getirmiş.
Aslan bunları yedikten sonra beynin olmadığını görünce sinirlenmiş ve “Beyni nerede?” diye kükreyerek sormuş.
Tilki gayet rahat bir şekilde cevaplamış sorusunu Aslanın:
“Beyni yoktu, kralım... Zaten olsaydı, onun kulaklarını, kuyruğunu yedikten sonra size tekrar tekrar döner miydi?”
Aslan bir an düşündü ve “Çok haklısın” dedi.
Şimdi diyeceksiniz ki;
“Bu hikâyeyi neden yazdın?
Haklısınız.
Bir amacım yoktu ama galiba “Eşeğin eşekliğine kızdım” sanırım.
Yoksa bana ne?
ALDATMA
Şu fıkrayı daha önce yazmıştı.
Ama aslında şu resmi bulunca ona uygun bir fıkra yazayım dedim.
Buyurun okuyun:
İşadamı, ofisinde geç saatlere kadar sekreteri ile ciddi ciddi çalışır.
Geç olmuştur, günün yorgunluğuna ek olarak acıkmışlardır.
“Hadi çıkalım artık, gidip bir şeyler yedikten sonra evlere gideriz” diyerek çıkarlar.
Bir lokantada iyi bir akşam yemeği yerler.
Yemek yanında biraz da alkol alırlar.
Sonra işadamı, sekreterini evine bırakırken sekreter nezaketen, “Bir kahve içmek isteyip istemediğini” sorar.
İşadamı da “Neden olmasın?” diye düşünüp kabul eder.
Kahveyi içkiler takip eder, içkiden sonra ruhlar ısınır ve gerisi malum.
Saat sabah 4 olmuştur.
İşadamı kalkıp evine gider.
Arabasını park eder.
Cebinden bir tebeşir çıkartır ve ceketine pantolonuna bir kaç çizik atar.
Üzerine biraz tebeşir tozu serper ve eve girer.
Karısı her zamanki gibi ayakta beklemektedir.
“Neredeydin?” diye sorar.
İşadamı cevaplar:
“Aysel’le geç saate kadar çalıştık. Sonra yemeğe gittik. Onu eve bıraktım yemekten sonra. Ama beni kahve içmeğe evine çağırdı. Kahveydi, sohbetti, içkiydi derken kendimizi yatakta bulduk. Ancak toparlandım. Geç kaldım, özür dilerim karıcım…”
Karısı, “Yalancııııı!” diye bağırdıktan sonra, “Yine bütün gece o zibidi arkadaşlarınla bilardo oynayıp, bira içtin değil mi! Sen adam olmayacaksın zaten, çünkü senin ruhun serseri! Geç içeri doğru banyoya gir ve sakın yatağa o tebeşir tozlarıyla gelme!”
ANTHONY HOPKİNS
DİYOR Kİ:
Dünyayı sırtında taşımayı bırak, dünya yüklenmez, yaşanır.
Kendini suçluluk ve başkalarının beklentilerinden, onların getirdiğinden daha ağır ilişkilerden arındır.
Otur, sırt çantanı kontrol et ve senin olmayanı çıkar.
Olduğun gibi kal: aşk, ışık, gerçek. Minnetle arkana bak ama kendi ayakkabılarınla ilerle çünkü hayat başkalarının yükünü taşımak için çok kısa.”
AH RİNGELMAN AH!
Yaptığı deneyler sonucunda bireylerin yaptıkları işte kişi sayısı arttıkça performansın giderek düştüğünü gözlemlemiştir.
Piezon ve Ferree (2008), grup büyüklüğü ile harcanan çaba arasındaki Ringelmann’ın belirlediği bu ters yönlü ilişki, “Ringelmann Etkisi” olarak isimlendirildi.
Psikoloji’de bu duruma “Sosyal Kaytarma” da deniliyor.
Klasik bir örnek verilmesi gerekirse;
“Bir kişiden ipi bütün gücü ile çekmeyi istedikten sonra giderek kişi sayısını arttırıp, ipi bütün güçleri ile hepsinden çekmelerini istediğimizde kişilerin performanslarında düşüş gözlemlenir.”
Grup kalabalıklaştıkça birey, kendisinin görünmediğini düşünüp bir çaba harcamamaktadır.
Ringelmann etkisi bu şekilde açıklanabilir.
Farklı bir örnek vererek pekiştirilmek gerekirse:
“Dört kişilik bir arkadaş grubusunuz bir arkadaşınız yeni bir kafe açıyor.
Kafeye taşınacak masalar, sandalyeler ve birtakım eşyalar var.
Yardıma gelmiş her arkadaş aynı şekilde yardım eder mi?
Herkes aynı yükte ve sayıda eşya taşır mı sizce?
Büyük ihtimalle bunun cevabı “Hayır” olur.
Bazı arkadaşlar “Ağır ve daha büyük olan eşyaların nasıl olsa başka birileri tarafından taşınacağını” düşünüp, “Daha hafif olan eşyayı taşımayı” seçecektir.
Ya da;
Bazı arkadaşlar molaları uzun tutmayı tercih ederken,
Bazıları hiç mola vermeyecektir.
Kafeye taşınma işi mutlaka bitecek ve kimin ne yaptığı, ne kadar yardım ettiği pek de belli olmayacaktır.
Bu verdiğimiz örnek içerisinde kişilerin yaptığı sosyal kaytarma durumu önemli sonuçlara yol açmayabilir.
Daha farklı bir iş esnasında başka gerilimlere ya da anlaşmazlıklara neden olabilir.
Bu yazıya bakarak;
Nüfusu az ülkelerin başarı hikayeleri, tarihte oldukça fazladır.
Tarihte 9 kişi kalmış Beşiktaş’ın, 11 kişi kalmış Fenerbahçe’yi yenmesi de belki bununla açıklanabilir.
Ama “Tek kişiye verilen yetki ile yönetilen ülkelerde” aynı sonuç doğru çıkmıyor nedense…
Bundan şu sonuç da çıkabilir mi acaba?
Çoğunuz; yazıların uzunluğuna bakarak
Okumaktan kaçınıyorsunuz ve fark edilmediğinizi bilerek kaytarıyorsunuz...
Ahhh! Ringelmann Ah!