Eylül 2022’de yazdığım br köşe yazısı bu günlere ışık tutar vaziyette.
Hani faturalar geliyor, yüzde 60’ını devlet ödüyor?
İşte o yazımı size tek kelimesine dokunmadan tekrar yayımlıyorum.
Türkiye’de gezilere gittiğimde birçok ilde fabrika çatılarında, enerji tarlalarında gördüğüm Güneş Enerji Sistemleri (GES) gerçekten içimi ısıtmıştı.
Bu kadar yoğun olmasının sebebi belliydi.
Mevcut iktidarın 12.05.2019 tarihinde yayınladığı “Lisanssız Elektrik Üretim Yönetmeliği” ile şirketlerle aylık mahsuplaşma sağlanacak ve kendi ihtiyacı olan ürettikleri enerjinin fazlasını sisteme satacaklardı.
Her şey güzeldi.
Şirketler maliyeti daha düşük olan bu enerji sistemine bel bağlayarak yatırım yapmışlar ve kısa sürede kendini amorti edecek Güneş Enerji Sistemleri (GES’lerle) yola çıkmışlardı.
Enerji gideri ucuzlayınca ürettikleri ürün girdisi olan enerji payı da ucuzlamış ve sanayici biraz olsun rahatlamıştı.
Bunun yanı sıra 09.05.2021 tarihli yayınlanan yönetmelik ile “Uygun arazilere tüketim ihtiyacını karşılamak amacı ile yönetmeliğin 5.madde 1. Fıkra (h) bendi kapsamında GES sistemi kurulma izninin önü açıldı…”
Her şey mükemmeldi.
Şirketler enerji konusunda rahatlamıştı.
Bu konuda geleceğe dönük karamsarlık duymuyordu.
İktidar yollarını açmıştı.
İhtiyaç fazlası ürettikleri enerjiyi (kurulumlarından itibaren 10 yıl süre ile) satmaları ise ayrı bir güzellikti.
Böylece, “Para bile kazanabileceklerdi…”
(10.05.2019 tarih ve 30770 sayılı Resmi Gazete ’de yayınlanan 1044 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’nda; Üretilen ihtiyaç fazlası elektrik enerjisi için EPDK tarafından ilan edilen kendi abone grubuna ait perakende tek zamanlı aktif enerji bedeli, tesisin işletmeye giriş tarihinden itibaren 10 yıl süre ile uygulanacağı belirtilmişti.)
Hatta 2022 yılında bu konuda yatırım yapacaklara, “Vergi muafiyeti” de sağlanmıştı.
Aklın yolu bir olduğundan, kalkınmanın yolunun enerji sağlanmasından geçtiğinden, bu yönetmelikler “Sanayicini lehine” iktidar tarafından rahatlıkla değiştirilerek ülkenin önü açılmıştı.
Bu arada GES yatırımlarına paralel olarak uygulamada kullanılacak ihtiyaçlardan, “Panel, inverter, kablo, konstrüksiyon, kurulum, pano, otomasyon, projelendirme ve uygulayıcı firmaların” istihdam ve iş gücü kapasiteleri doğru orantılı olarak artmıştı.
Piyasalar şenlenmiş, sanayicinin ve yatırımcının yüzü gülmüştü.
Öyle ki: 12.05.2019 tarihinde yayınlanan yönetmelikten günümüze kadar yaklaşık “11 bin adet çağrı mektubu alınmış, devreye girmiş ve yeni yapılacak tesisler ile toplam kurulu güç yaklaşık 6-7000 MW seviyelerine” ulaşmıştı.
Türkiye enerji konusunda resmen çağ atlamıştı ve bu sektör gittikçe de büyüyecek, gelecekte enerji ihtiyacımız minimum seviyelere düşecekti.
Rüya gibiydi.
Kalkınma böyle olacaktı…
Peki, sonra ne oldu?
Tarih: 11.08.2022
31920 sayılı Resmi gazetede şu yönetmelik yayımlandı.
Şöyle diyordu:
“… açıkça belirtildiği gibi, yeni yönetmelikle beraber, 12.05.2019 tarihinde yayımlanan revize Lisanssız Elektrik Üretim Yönetmeliği tarihinden itibaren hak kazanmış santrallerimiz de dâhil olmak üzere tüketim fazlası ürettikleri enerjilerini şebekeye bedava vermek zorunda kalacaklardır…”
Özeti şu:
“Yatırımcının yaptığı GES ne kadar enerji üretirse üretsin, daha önce sattıkları kendi ihtiyacından fazla enerjiyi Devlete ‘Bedava verecek’ demekti.”
Birden büyü bozuldu
Teşvikler, Yatırımlar, Büyümeler, Girdiler… v.s.
Hepsi hayal olmuştu.
Sanayiciler birbirlerine dönüp sordular:
“Yahu! Ne oldu da, ne oldu?”
Günümüze dönersek!
Vallahi hiçbir şey olmadı.
Sanayici yine şikâyetçi,
Esnafın yüzü gülmüyor,
Çiftçiler ağlamaktan gözleri şişti,
Öğrenciler yurtdışında,
Doktorlar isyanda,
Gazeteciler içeride,
Muhalefet Silivri’de,
Vatandaş perişan,
Emekli sürünmede.
Ve…
İktidar yine aynı iktidar.
Sizce garip değil mi?
İktidarımız vatandaşın canını sıkacak, sinirlerini yerinden hoplatacak kararlarını almaktan çekinmiyor.
Hâlbuki demokrasilerde seçimle iktidara gelen partiler, oy kaygısı sebebi ile vatandaşın ayarlarıyla oynamaktan çekinir, korkar ve o topa fazlaca girmez.
Ama iktidarımızın oy kaygısı yokmuş gibi davranmasına vatandaş bir anlam veremiyor.
Aklımıza hep Muaviye’nin dişi deve hikâyesi geliyor de, “Yok artık!” demekten kendimizi alamıyoruz.
Son günlerde zeytinliklere maden izninin verilmesi söz konusu.
Her türlü değerimizi satıp, sarmalayan iktidar şimdi de gözünü kutsal sayılan zeytinliklere dikti.
Bu köşeden zeytinlerin antik çağdan bu yana nasıl korunduğunu, insanoğlunun önemli yaşam kaynaklarından biri olduğunu defalarca yazmışımdır.
Ama nafile.
İktidarın umurunda bile değil.
İlkokul çocuğunun bile rahatça bilebileceği gibi zeytinliklerin maden aramaları ve işletmelere açılması;
Özellikle çevre, tarım ve yerel halk açısından büyük endişelere yol açacağı bilinir.
Maden arama izinlerinin verilmesi ile zeytinliklerin yok olmasına sebebiyet verilebilir.
Ekolojik denge bozulabilir.
Ülkemizde zeytinlikler, 2005 tarihli Zeytin Yasası ile özel koruma altına alınmıştı.
Bu yasa, zeytinliklerin tahrip edilmesini engellemeyi amaçlıyordu.
Ancak, özellikle 2019 yılında yapılan yasal düzenlemelerle, zeytinlik alanlarında maden arama faaliyetlerine izin verilmesi konusunda bazı değişiklikler yapıldı.
Bu düzenlemeye göre;
Zeytinlik alanlarının bir kısmı, maden arama ve çıkarma faaliyetleri için kullanılabilir hale getirildi.
Zeytin üreticileri, bu tür maden faaliyetlerinin zeytinlikleri ve çevreyi geri dönüşü olmayan şekilde tahrip edeceğini savundular.
Sonrasında köylüler, çiftçiler, halk ve çevre örgütleri ayaklanıp tepki gösterince karşılarında iktidarı gördüler.
Şimdi gelelim madencilikle ilgili Mecliste bekleyen kanun teklifine.
AKP’nin Meclis’e sunduğu kanun teklifine göre;
*Maden şirketi ruhsat için devlete başvurduğunda 4 ay içerisinde yanıt verilmezse ruhsat onaylanmış sayılacak.
*Ormanlarda maden arayanlara, altyapı yatırımları için 36 aya kadar bedelsiz izin verilecek.
*İzin onayı 3 ayda çıkacak.
*Madencilerin kazdığı topraklarda tarihi eser ve benzeri kültür varlığına rastlanırsa şirket doğrudan alandan uzaklaştırılmadan önce, Kültür Bakanlığı’ndan uygun görüş istenecek.
*Bakanlık uygun görüş vermezse saha kapatılacak ancak maden şirketine yatırım tutarı kadar tazminat ödenecek. *Aramalarında rezerv bulamayan şirkete arama ruhsat bedeli ile ihale bedeli iade edilecek.
*Altın ve benzeri stratejik maden faaliyetlerinin hızlandırılması için Cumhurbaşkanı’na acele kamulaştırma ve stoklama yetkisi verilecek.
Zeytinlikler için verilen teklif şöyle:
*Zeytinlik alanlarda ülkenin elektrik ihtiyacına yönelik sınırlı maden faaliyetlerine izin verilecek.
Ancak bu faaliyetlerde zeytin ağaçlarının taşınması veya eşdeğer zeytinlik kurulması şartı aranacak.
Görüldüğü üzere teklifte “Zeytinlikler taşınacak” diyor.
Babaannem “Zaman gelecek ağaçlar insan şerrinden kaçmak için yürüyecek” derdi de inanmazdım.
Allah rahmet eylesin sana, nur içinde yat babaanneciğim.
Sen ne ileri görüşlü bir kadınmışsın ki, zeytinlerin yürüyeceğini bile görmüşsün.
Bu arada, 1939 tarihli ‘Zeytin Yasası’nın 20. maddesinde “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin gelişmesine mani olacak atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez” deniliyor.
Yani?
“Zeytine yaklaşan uzaklaştırılır” diyor.
Bakalım zeytin ile maden savaşını kim kazanacak?
Zeytin kazanırsa iyi de, maden kazanırsa Allah sonumuzu hayır etsin…
Bu arada “Kazdağları Ekoloji Platformu” sosyal hesaplarından bir duyuru yayımladı.
“17 Haziran salı günü Çölleşme ve Kuraklaşma ile Mücadele gününde saat 15.30' da Çanakkale İl Tarım ve Orman Müdürlüğü önünde dilekçe verme eylemi için buluşuyoruz!”
“Dilekçelerimiz ile tarla vasfında olan bu arazilerin maden için toprak depolama alanına nasıl dönüştürüldüğünü soracağız!”
“Ardından aynı gün saat 17.00’da Atikhisar Barajı'nda, Çanakkale’nin tek içme suyu kaynağının yanında kurulması planlanan altın ve bakır madenine dikkat çekmek ve ‘Su Yaşam Adalet’ vurgumuzu yükseltmek için bir basın açıklaması yapılacaktır.”
“16.30' da Belediye önünden ücretsiz araç kaldırılacaktır. Tüm Çanakkale halkını 17 Haziran Salı günü dilekçe eylemi ve basın açıklamasına dayanışmaya bekliyoruz.”
Birileri de çevre ve geleceğimiz için bir savaş veriyor, o kadar da boş değil meydan!
SAVAŞ VE SIĞINAK
İran-İsrail savaşını muhakkak takip ediyorsunuz.
“Arap Baharı” adı altında başlayan plan sanki halen devam ediyor.
Kaddafi ile başlayan ve Saddam ile devam eden bir plandı.
Yönetenler başarılı oldu.
Ortadoğu’yu böle, parçalaya istedikleri gibi şekillendirdiler.
Ama dikkat çeken detay şu:
Hep bir diktatör yaratılıyor nedense...
Sonrası malum.
Peki neden?
Bir TV yorumcusu şunu söylüyor:
“Ülkelerde diktatörler yaratıp, halkına eziyet ettiriyorlar. Adalet ayaklar altına alınıyor. Ülkeyi kamplara bölüyorlar. Milli değerler bitiriliyor. Başta din olmak üzere çeşitli araçlarla baskılar artırılıyor. Sonrasında ise İsrail gibi bir dış ülke saldırıya geçtiğinde iktidarından nefret ettirilen halk, kılını kıpırdatmıyor… ‘Bu iktidar başımızdan gitsin de ne olursa olsun!’ şeklindeki düşünce halka empoze ediliyor…”
Evet, bu ileride sıcak savaşa dönüşecek bir soğuk savaş taktiği, ülkeleri içten vurma taktiği olabilir.
Nihayetinde yaşananlar da bu yönde.
Dünyadaki emperyalist devletler bu düzeni her yerde uygulamaya devam ediyor ve istedikleri plana ulaşıyorlar.
Amaçları su kaynakları ve madenler…
Bu aralar oldukça meşhur olan BOP için planın uygulandığı söyleniyor.
Rahmetli Necmettin Erbakan “Siyonistler Suriye’ye saldırdığında bilin ki sıra Tükiye’de” demişti.
Zaten burnumuzun dibine kadar gelen savaşın bize sıçramaması kaçınılmaz gibi.
Ortadoğu’da yaşananlar sonrası BOP’un bir BİP planı olduğunu da söyleyenler çoğaldı aslında.
Nedir bu plan?
“Büyük İsrail Planı…”
“Yok canım atıyorsunuz, hayal kuruyorsunuz” diyen var mı aranızda?
Neyse şimdi başlıktaki “Sığınak” konusuna geleceğim aslında.
Öncelikle “Sığınak nedir?” ona bakalım.
Ülkemizde bir “Sığınak Yönetmeliği” bulunmaktadır.
Bu Yönetmeliğin uygulanmasından, yapı ruhsatını ve yapı kullanma izin belgesini düzenleyen idareler yetkili ve sorumludur.
“Sığınak, nükleer konvansiyonel silahlarla biyolojik ve kimyevi harp maddelerinin tesirlerinden ve tabii afetlerden insanların yaşaması ve savaş gücünün devamı için zaruri canlı ve cansız kıymetleri korumak maksadı ile inşa edilen koruma yerleridir.”
Apartmanlarda bulunan sığınaklar ise amacı dışında depo olarak kullanılıyor.
-Allah korusun- bir savaş halinde içeri girmek hayal olacaktır.
Peki eşya konulabilir mi?
İşte cevabı:
“Müşterek mülkiyet olan sığınaklara eşya konulamaz, depo amaçlı kullanılamaz.
Varsa bina yönetimi, eğer bina yönetimi bulunmuyorsa diğer maliklerden birisi bunların kaldırılmasını talep eder.
Sığınağı eşyalarını koymak sureti ile işgal eden malik veya kiracı bunları kaldırmazsa arabulucuya başvurulup, sulh hukuk mahkemesinde dava açılabilir.”
Ülkemizde eşya konulmayan sığınak var mı?
Çok azdır.
Peki bu eşyaların tozlanma, yangına sebebiyet verme, haşerat barındırma gibi sonuçlar doğuracağı mümkün müdür?
Kesinlikle.
Peki öyleyse bu sığınaklara neden eşya konur?
Bizim memleketin değişmez atasözü vardır da ondan:
“Bir şey olmaz be ya!”
Bizim sitedeki sığınağımız gırtlağına kadar eşya dolu.
50 kişilik sığınağa şu anda 5 kişi zor sığar.
Allah bir felaket vermezse mesele yok da, ya verirse o zaman yandık!