Yoksullaşmak iyi midir?

Yahu iyi olur mu?

Kim dedi bunu?

Ancak bazı durumlarda yoksulluk işe yarıyor.

"Bunca yokluğa rağmen iktidarın oyu neden yüksek?" sorusunun cevabı burada...

“İşte AKP'nin oy deposu!” adlı haber yapılmış, bir de resim paylaşılmış.

Oldukça yoksul olduğu gözlenen kadın, ramazan kolisini sırtlamış evine doğru gidiyor.

Mutlu.

Geçen yıl;

4 milyon 574 bin 684 hanede,

18 milyon 298 bin 736 kişiye sosyal yardım verilmiş iyi mi?

4 milyon ev elektrik desteği,

4 milyon 262 bin 105 kişi de gıda desteği almış.

Aile Destek Programı’ndan 3.6 milyon hane yararlanmış,

702 bin 253 haneye doğal gaz,

1 milyon 587 bin 728 haneye kömür yardımı yapılmış.

2024 yılında 9 milyon 444 bin 458 kişinin GSS primi devletçe ödenmiş,

Toplam 252 bin 348 çocuğa ailesinin yanında bakımı sağlanamadığı için yardımda bulunulmuş.

Neredeyse ülkenin dörtte biri yardımlarla ayakta kalmış.

Bu tabloya bakılınca milyonlarca vatandaş yardıma muhtaç halde yaşıyor.

İktidar, muhtaç vatandaşın içinde bulunduğu durumu kullanarak kendine oy devşiriyor.

Peki insan düşünmeden yapamıyor;

“Acaba yoksulluk var mı yoksa özellikle mi yaratılıyor?”

Bu konuda araştırmacılar şöyle anlatıyor;

Türkiye’de Yoksulluk Tuzakları:

Türkiye’de yoksulluk tuzağının ortaya çıkmasında etkili olan birçok faktör dikkat çekmektedir. Bunların başında eğitim sorunu ilk akla gelen faktörlerdendir. Türkiye’de eğitim hizmetlerinin gelişimi konusunda Cumhuriyet ciddi bir çaba göstermiş olmasına rağmen tarihi gelişimi batıdaki ekonomiler ile kıyaslandığında yavaş bir seyirde olmuştur.

Her eğitim kademesinde ve eğitimin ülke genelindeki yaygınlığını sağlama konusunda gereken başarının sağlandığı söylenemez.

İfade edilen bu sorunlardan dolayı yoksulluk bir nesilden diğer nesile aktarılan bir sorun haline gelmiştir.

Bir diğer sorun, tarım sektöründe tarım arazilerinin oldukça eşitsiz dağılmasıdır.

Nüfusun %70’ten fazlasının kırsalda yaşadığı 1913 yılında yapılmış tarım sayımlarına göre;

Kırsal kesimde yaşayan hanelerin %5’i toplam tarım arazilerinin %65 sahipken, geri kalan ailelerin %87’si tarım arazilerinin %35’ine sahip olduğu görülmektedir.

Hanelerin %8 ise toprak sahibi değildir

Bu durum bölgeler açısından incelendiğin manzara daha da kötüleştiği bölgeler dikkat çekmektedir. Bunların başında Güneydoğu Anadolu bölgesi gelmektedir. Bu manzaranın düzeltilmesine yönelik olarak, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren defalarca toprak reformu gündeme gelmiş ise de arzulanan gelişme özellikle toprak ağalarının meclisteki etkinliği sonucu engellenmiştir.

Bu sorunda Türkiye’de yoksulluk tuzağını doğuran olgulardan biridir.

Uygulanan ekonomi politikaları yoksulluk tuzağının ortaya çıkmasında etkili olmuştur.

Özellikle yüksek enflasyon, dolaylı vergilerin tercih edilmesi, sendikal hakların sınırlandırılması, tarım desteklerindeki politika değişiklikleri, reel ücretlerin düşürülmesine yönelik uygulamalar ve benzeri politikalar yoksulluğun artmasında etkili olmuştur.

2002 yılında iktidara gelen AKP, yoksullukla mücadele edeceğini meydanlarda haykırarak oy almıştı.

Halk ise AKP’nin bu söylemine inanarak onu tek başına iktidar yaptı.

Daha sonra koalisyonlarla halkı korkutarak tek yetki ile görev istedi.

Anayasa değişikliği ile “Verin yetkiyi, görün etkiyi” sloganı ile adı Başkanlık olmayan ancak icraatları başkanlık olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi getirildi.

Sonuçta ne oldu?

İnsanlar halen yoksulluktan kırılıyor.

Ülkenin dörtte biri yoksul.

Peki neden AKP hala iktidarda?

İşte asıl mesele burada.

“Yoksullaşan halk biat eder” mantığı ile iktidara kalacak kadar oyu hala alıyor.

“Ya rabbim şükür” diyor desene.

Aynen öyle.

Halk yoksullaştıkça, oyu artıyor…

İNSANLAR

ANNE

Anne Annedir…

Dünyanın en çirkin kadını yarışmasında bir Anne; Mary Ann Webster

Yirminci yüzyılın başlangıç yılları.

Dört çocuk annesi Mary sahnede, diğer yarışmacıların arasındaydı.

Kimi şişman, kimi bıyıklı, kimi de kısa boylu birçok kadın, büyük ödül olan parayı alabilmek için

"Dünyanın en çirkin kadını yarışması"na katılmıştı.

Mary tedirginlikle etrafına bakıyordu.

Salonu tıka basa dolduran seyirciler kahkahalarla sahnedeki kadınlara gülüyorlardı.

Mary utandı.

Mary başını öne eğdi.

Tam kulise doğru bir adım atmıştı ki, evdeki aç çocukları gözünün önüne geldi.

Bu yarışmadan alacağı para çok önemliydi.

Kocası öldükten sonra bozulan düzenini başka türlü yoluna koyamazdı.

Bağırtılara ve kahkahalara rağmen sahnede beklemeye devam etti.

"Her şey çocuklarım için." dedi, kendi kendine.

Yanındaki bıyıklı kadın;

"Anlamadım, bir şey mi dedin?" diye sordu.

Mary "Hiç" dedi "Hiçbir şey demedim."

Mary gözlerini kapattı ve eski halini düşündü.

Hastalanmadan önce ne de güzel bir kadındı.

Bakan, bir daha dönüp bakardı.

Ta ki yirmi dokuz yaşında Thomas Bevan'la evlendikten ve 4 çocuğu olduktan sonra başlayan migren, kas ve eklem ağrılarına kadar.

Doktorlar önce neler olduğunu anlayamamıştı.

Sonra hastalığın "Akromegali" olduğu anlaşıldı.

Bu hastalık Mary'in yüz şeklini de değiştirmiş, kadın tanınmayacak hale gelmişti.

Ne yazık ki, Mary hastalığıyla boğuşurken, bir gün kocası da ansızın ölüvermiş ve Mary çocukları yalnız kalmıştı.

Mary bunları düşünürken, birden alkışları duyup gözlerini açtı.

Evet, Mary "Dünyanın en çirkin kadını" yarışmasının birincisi olmuştu.

Mary ödülü aldığında gözlerinden bir çift yaş kalbine damladı.

O artık çocukları için "Dünyanın en çirkin kadını"ydı.

Görünüşünden dolayı hiçbir işe alınmayan Mary, o günden sonra sirklerde çalışmaya başladı.

İnsanların dalga geçtiği, gülüp eğlendiği Mary bir anneydi.

Kimse onun bu anne yanını görmedi.

Çünkü insanların eğlenmeye, birilerini küçümseyerek, hor görerek kendilerini yüceltmeye ihtiyaçları vardı.

Fedakâr anne Mary 59 yaşında öldü ve son nefesini verene kadar, sirklerde "Dünyanın en çirkin kadını" unvanıyla çalıştı çabaladı.

Tek derdi çocuklarının kimseye muhtaç kalmamasıydı.

Aslında O Dünyanın En Güzel Annesiydi…

SARAH RECTOR

1913 yılında, “Arazi Tahsis Programı” kapsamında Oklahoma'da kölelikten azat edilen bir ailede doğan Sarah Rector adlı 10 yaşındaki bir kıza bir miktar parsel verildi.

En iyi tarım arazisi beyazlara ayrıldığı için ona verimsiz olduğu düşünülen bir arazi verildi.

Rector ailesi kendi topraklarını ekip biçiyorlardı fakat bu onlar için kolay değildi.   

Her ne kadar beyazlara köle olmasalar da beyazların sahip oldukları haklara sahip değillerdi, bu da onların devletten gereken yardımı almalarını önlüyordu.

Ama bu durumdan çevresindeki beyazlar rahatsızdı.

Çünkü onlara göre zengin insanların beyaz olması lazımdı.

Bu yüzden Rector ailesini "Beyazlar içindeki siyah derili toprak sahibi" olarak kabul ettiler.

Ancak daha sonra bu topraklarda petrol keşfedildi ve bu da onun, ülkenin ilk Afrika kökenli Amerikalı milyonerlerinden biri olmasına yol açtı.

Sarah Rector ve ailesi çok zengin olduktan sonra beyazlar tarafından büyük saygı ve ilgi gördü.

Sarah, yetişkin bir kız olduğunda beyazlardan birçok mektup ve evlenme teklifi almıştı.

İnsanın rengine bakış açısını değiştiren tek güç paraydı.

SON YAPRAK

New York’ta küçük bir pansiyonda yaşayan genç ressam Johnsy, ağır bir zatürreye yakalanır.

Umudunu kaybetmiş ve hayattan vazgeçmiş gibidir.

Görünen sarmaşık yapraklarına bakarak, son yaprak düştüğünde kendisinin de öleceğine inanır.

Arkadaşı Sue, Johnsy’nin umudunu kaybetmesine üzülmektedir.

Bu sırada yaşlı bir ressam olan Bay Behrman, Johnsy’nin durumunu öğrenir.

Kendisini hiçbir zaman büyük bir sanatçı olarak görememiş olan Behrman, Johnsy’ye yardım etmek ister.

Fırtınalı bir gece yaşanır ve ertesi sabah Johnsy, sarmaşığa bakar.

Şaşkınlık içinde, hala bir yaprağın asılı durduğunu görür.

Rüzgâr ve yağmura rağmen o yaprak düşmemiştir.

Bu mucize ona tekrar yaşama umudu verir ve iyileşmeye başlar.

Ancak birkaç gün sonra, Sue ona gerçeği açıklar:

Son yaprak çoktan düşmüştü.

Bay Behrman, Johnsy’nin umudunu kaybetmemesi için duvara bir son yaprak resmetmişti.

Soğuk ve yağmurlu bir gecede bunu yaparken zatürre olmuş ve hayatını kaybetmişti.

BEDAVA MUTLULUK

Şehrin, denize yakın bir bölgesindeki mahallede, ayda bir kurulan açık hava sinemasına o hafta gelecek olan “Ben Topraktan Bir Canım” filminin afişleri sokakları süslerken, sinema sahibi avuçlarını ovuşturmaktadır;

"Çok para kazanacağız çok…"

Böyle sevinirken satılan bilet miktarını duyunca keyfi daha da yerine gelmiştir.

O anlarda işçilerinden biri patronun yanına gelir ve valilikten bir mektup geldiğini söyleyip zarfı uzatır...

Patron zarfı açtığında, Vali Bey’in bizzat mührünün olduğu bir mektup olduğunu görür.

Mektupta ise, durumu olmayan ailelerin çocuklarını biletsiz sinemaya almasını bildirmektedir. Aksi halde sinema kapatılacaktır mektupta yazdığına göre.

Patronun canı sıkılır ama mühre bakıp mecburen bu durumu kabullenir...

Ve film zamanı geldiğinde insanlar akın akın gelir sinemaya.

Sinemanın önüne parasız hangi çocuk gelse mecburen içeriye alırlar...

Ve en sonunda kucağında rengi benzi atmış hasta kızıyla, üzeri başı pejmürde halde bir adam gelir ve içeriye girer...

Film başlayınca küçük kızın sevinç çığlıkları, defalarca izleyenleri rahatsız edecek boyuta ulaşmıştır.

Kız hem sevinç gözyaşları dökerken, bir yandan da kahkahalar atmaktadır.

İlk defa bir sinemaya girdiğini o kadar belli etmektedir ki...

Babasının yüzünü gözünü belki film bitene kadar yüzlerce defa öpmüştür.

Bir babanın en mesut olduğu anı yaşamaktadır adam...

Yüreğinin bir yeri ise yangın yeridir.

Hem sevinçten, hem üzüntüden ağlayabilir mi insan?

O an kızının o mutlu halini gördükçe iki duruma da ağlamıştır...

Ve film biter.

Herkes dağılıp evlerine gittiğinde, patron ertesi gün valiliğe gitmeye karar vermiştir.

Ve sabah olup valinin huzuruna çıktığında ise, şaşırıp kalır.

Vali böyle bir mektup göndermediğini söylemiştir.

Derhal emniyet müdürünü arar.

Ve bir ekip görevlendirilir bu duruma kimin sebep olduğunun bulunması için...

Akşamüzeri ise polisler ellerini kelepçeleyip çekiştirdikleri bir adamı Vali Bey'in önüne getirirler.

Ve mektubu adamın yazdığını söylerler.

Sinema sahibi de oradadır.

Ve büyük bir sinirle bakmaktadır bu olaya sebep olan adamın yüzüne.

Vali bey mührü nereden aldığını ve neden kendi ağzından yazılmış bir mektubu sinemaya gönderdiğini sorar...

Bunun çok büyük bir suç olduğunu da belirtir.

Adam ise gözyaşlarını silerek cevap verir. -"Mutluluğu satın almak için yaptım sayın valim. Geçen gün şoförünüzle benim tezgâhımın önünde durup ayakkabılarınızı boyatırken mührünüzü düşürdünüz.

Gelip verecektim. Ama kızıma verdiğim sözü yerine getirememekten korktum.

O filme gitmeyi her şeyden çok istiyordu... Şu köşede fare zehri satan bir adam var Sayın Valim. Zehri bile parayla satarlarken, mutluluk bedava olur muydu hiç? Çok uğraştım.

Çabaladım ama yine de sinemanın bilet parasını biriktiremedim. Bir baba olarak ne yapmam gerekiyorsa onu yaptım. Şimdi isterseniz asın yine de razıyım-" deyince valinin gözleri dolar.

Sinema sahibinin zararının ödenmesini rica eder katibine.

Vali ayakkabı boyacısına döner sonra.

-“Yarın kızını getir de bize de tanıştır. Böyle koca yürekli, kahraman bir babanın kızını birde biz mutlu edelim. Ona hediyeler verelim” deyince adamın gözlerinden sicim gibi yaşlar süzülür...

Ve şöyle cevap verir valiye:

-“Siz hiç mutlu ölmek nedir bilir misiniz Sayın Valim? Benim kızımın birkaç günlük ömrü kalmıştı ve o sinemaya girmek benden en büyük isteği olmuştu. O sinemada mutlu bir şekilde öldü benim prensesim. Babasına gülümseyerek son kez kapattı gözlerini. İlk defa bedava bir mutluluk istedim bu hayatta... Bedava mutluluk için bir bedel istemediğiniz için teşekkür ederim…”

Yazar: Suat Özge