Geçen hafta açacağımız börekçinin maliyeti az çok belli olmuştu.
Dedim ya, 14 ton börek satmamız lazımdı bu maliyeti karşılamak için.
Beniz iki kadına karşı itiraz etme şansım yoktu, her isteğe, her masrafa boyun eğmek zorundaydım.
Bizimkiler mutfak malzemesi almak üzere alışverişe gittiler, ben arkalarından bakakaldım.
Akşamüzeri bir araya geldiğimizde aldıkları ocağın, davlumbazınne kadar kaliteli olduğunu, çatal bıçak takımlarının marka olduğunu, tabak, çanakların ise son model olduğunu ballandıra ballandıra anlattılar.
Ben araya girerek, "Kaç para?" desem de sesimi duymazlığa gelip, anlatmaya devam ettiler.
Vücudumun çeşitli yerlerinde çıkan zonalarla baş etmek zorlaşmıştı.
Gittikçe azdılar ve yayılmaya başladılar.
Eşim Gülay bu durumu "Neden oldu acaba?" şeklindeki merak sorusuyla geçiştiriyordu.
Kremini sürerken bağırtılarıma "Yakında geçer" diyerek, teskin ediyordu.
Ben artık börekçiye gitmeyecektim.
Sağlığım bozuluyordu.
Harcanan parayı merak etmez oldum.
Öyle veya böyle ödenecekti nasılsa.
"Amaan boş ver" dedim kendi kendime, "Sağlığımdan önemli miydi?"
Bizimkiler neredeyse 24 saatini dükkânda geçiriyorlardı.
Sabah enerjiyle gidip, akşama turşu şeklinde geliyorlardı.
Ben "Yemek yemeyecek miyiz?" diye sorduğumda, "Çok yorgunuz, dışarıdan söyleyelim" diyerek işi hallediyorlardı.
Sabahtan kahveye gidiyor, akşama yemek yedikten sonra eve geliyordum.
Bir müddet böyle gittikten sonra nihayet bir gün Gülay bana, "Hayatım sürpriz… İşlerimiz bitti, artık açılış zamanı geldi" deyiverdi.
Ne yapacağımı şaşırdım.
"Hayırlı olsun karıcığım" diyebildim sadece…
Ertesi günü beraber börekçiye doğru yol aldık.
Dükkâna yaklaştıkça beni bir heyecan sardı, "Nasıl olmuştu acaba?" diye.
Uzaktan merakla baktım, dış rengi fıstıki yeşil, çerçeveleri griydi.
İçeri girdiğimde 1 buçuk metre yüksekliğe kadar açık renk gri, diğer tarafı yukarıya kadar yeşildi.
Tavan beyaz boyalıydı.
Aydınlatma led ışıklarla yapılmış, etraf ışıl ışıldı.
Masalar ve sandalyeler tahta rengindeydi.
Çok şık görünüyordu.
Tezgâh kısmı ise camekan arkasındaydı.
Böreğin soğumaması için iki ocak vardı.
Ayrıca böreği kesmek ve paketlemek için tezgâh büyük tutulmuştu.
İlk intibaa mükemmeldi.
Aşağıya mutfağa indim, her taraf pırıl pırıldı.
Çelik tepsiler, ankastre fırınlar, ocaklar, tencereler ve diğer malzemeler süperdi.
Eşime dönerek; "Vallahi helal olsun kız size. Çok güzel olmuş, bu kadarını beklemiyordum" dedim.
Eşim boynuma sarıldı, "Çok teşekkürler Rüstem, bunları senden duymak beni mutlu etti" dedi.
"Masrafını sormayacağım, zira battı balık yan gider…" şeklinde cevapladım.
O anladı.
"Biz annemle o kısmını hallederiz sen merak etme" diyerek "Sen açılışı nasıl yapacağız onu düşün…" dedi.
ISIRGAN OTU
Küçükken babaanneme gezmeye gitmiştik.
Evde büyükler hoş sohbet ederken, biz çocuklar bahçesinde oynuyorduk.
Tabi biz şehir çocuğu olduğumuzdan otlarla ilgili fazla bilgimiz yoktu.
O sebeple babaannemin bahçesindeki ısırgan otlarının şortlu bacaklarımıza dalacağını ve acayip şekilde kaşındıracağını nereden bilebilirdik ki?
Birden bacaklarımda yanma hissettim.
Kaşımaya başladım.
Acı gittikçe çoğalıyordu ve bacaklarım kısa sürede kızarmaya başladı.
Ben ağlayarak eve gidip anneme gösterdim.
Tabi yapacak bir şey yoktu.
Banyoya gidip suya tutsak da pek faydası olmadı.
O günü ağlayarak geçirdim diyebilirim.
Ama aslında bu otun çok yararı var.
İşte bu yazı onu anlatmış.
Isırgan otu körpeyken yaprakları çok lezzetlidir; kartlaştığında keten ve kenevir gibi telcikleri ve lifleri oluşur.
Isırgan otu doğrandığında kümes hayvanları, öğütüldüğünde büyükbaş hayvanlar için güzel bir yem olur.
Samana katılan ısırganotu hayvanların tüylerini parlaklaştırır; tuzla karıştırıldığında muhteşem bir sarı boya oluşturur.
Yılda iki kez biçilen mükemmel bir ottur.
Peki ısırganotu ne ister?
Biraz toprak yeter, ne özen, ne de ekim ister. Sadece ot olgunlaştıkça tohumları döküldüğü için toplaması zordur.
Hepsi bu.
Isırgan otu biraz çabayla yararlı hale gelecekken, ihmal edildiğinden zararlı bir ota dönüşüyor.
O zaman onu kökünden koparıyorsunuz.
Çoğu insan ısırgan otuna benzer!
Kötü ot ya da kötü insan yoktur, sadece kötü çiftçiler vardır.
Isırgan Otu Neden Yakar?
TUBİTAK sitesinde şöyle diyor:
Isırgan otu yıllardır çeşitli hastalıkların tedavisi için kullanılan bir bitki.
Isırgan otunun yapraklarında ve gövdesinde içi boş tüp şeklinde ince tüyler vardır ve bu tüyler, temas edildiğinde ciltte tahrişe neden olan kimyasal maddeler içerir.
Bu kimyasal maddeler arasında formik asit (karıncalarda da bulunur), histamin, asetilkolin, serotonin bulunur.
Sivri uçlu tüylerin yüzeyi camsı yapıdadır.
Hafifçe dokunulduğunda bile kırılırlar ve içlerindeki kimyasal maddeler deriye geçer.
Bu maddeler deride bölgesel olarak acıya, kızarıklığa, şişkinliğe, kaşıntı ve uyuşmaya neden olabilir.
Formik asidin insanlar üzerindeki zehirleyici etkisi düşüktür ancak ciltte tahrişe neden olur.
Histamin, asetilkolin ve serotonin ise nörotransmiter özellikte olan, yani sinir hücreleri arasında iletişimi sağlayan maddelerdir.
Bağışıklık sisteminin bir parçası olarak görev yapan histamin, beyaz kan hücrelerinin ve bazı proteinlerin iltihaplı bölgeye geçişini hızlandırır ve yangıya sebep olur.
Her ne kadar dokunmak acı verici olsa da ısırgan otu;
Yüzyıllardır insanlar tarafından kaslardaki ve eklemlerdeki ağrıların, egzama, eklem iltihabı gibi hastalıkların tedavisi için kullanılıyor.
KÜFLÜ PEYNİR
Konu madem hastalıklardan, şifalardan açıldı daha bulup kenara attığım bu yazı aklıma geldi.
Hemen size aktarmak istedim.
Kanuni Sultan Süleyman sefere çıkmadan önce, saray hekimlerine askerlerin seferde iken salgın hastalıklardan hasta olmamaları için ne yapmak gerektiğini sormuş.
Hekimler ise kuvvetli bir ilaçtan bahsetmişler...
Sultanın da hoşuna giden bu ilaç "Penisilin" di.
Hemen saray aşçılarına ferman gönderilmiş ve askerlere her öğün, küflü peynir verilmesi söylenmiş.
Evet, yanlış okumadınız...
Atalarımızın, dedelerimizin, toprak altında muhafaza ederek küp içinde muhafaza ettikleri, küflü peynir koruyucu aşı olarak kullanılabiliyor.
İçindeki probiyotik bakteriler, bağırsak florasını kuvvetlendirir ve iç organların ömrünü uzatır.
O zaman şartlarında savaş için çıkılan sefer yaklaşık 2 sene sürerdi.
Asker 6 ay yürüyerek gider ve 6 ay yürüyerek geri dönerdi…
Tozun toprağın havaya kalktığı, tuvalet ve banyo ihtiyacının zor karşılandığı bu sağlıksız şartlar altında, düşman askerleri telef olurdu.
Salgın hastalıktan toplu asker ölümleri olurdu.
Ancak Osmanlı askerleri bu salgından etkilenmez, basit bir grip gibi atlatırlardı…
Sebebi ise sefere çıkmadan önce yemeye başladıkları küflü gömme peynirdi...
Ne güzel bir ilaç, ne güzel bir gıda...
İçinde ne prospektüsü var, ne de son kullanma tarihi ve üretim tarihi var...
Aslında herkes bu aşıyı evinde kolaylıkla üretebilir.
Vücudumuzda ki hastalıkların sebebinin %70 bağırsak florasının bozulması ile olduğunu hepimiz biliriz...
Bağırsak da ki faydalı bakterileri:
Küflü peynir
Kefir
Ekşi Maya
Ev yapımı yoğurt ile çoğaltabiliriz.
Bizi savaş meydanın da yenemeyen düşmanlarımız, gıdalarımızı değiştirerek yenmeye çalışıyor...
7 den 70'e hasta bir millet olduk...
Tekrar eski sağlığımıza kavuşabilmemiz için köylülerden doğal gıda üretmelerini talep etmeliyiz...
AVM'de bir fincan çaya 15 lira ödeyip, pazarda ki köylünün ürünü için pazarlık yapmamalıyız…
Domates yetiştirmeyen bir kişi domatesin zahmetini bilmez...
Saksılarda tarihi eser gibi seveceğimize, köylüyü bireysel olarak teşvik ve onore etmeliyiz...
Doğal yiyecek bulduğunuz da asla pazarlık yapmayın...
Gerçek peynir bulunca altın bulmuş gibi sevinin ve hemen alıp yiyin...
Avrupalı ise tıbbi penisilin iğnesini 1940'da bulunca, altın bulmuş gibi sevinmişler tabi.
İşte onun hikâyesi de şöyle:
Küf mantarının bir ilaç olan penisilin halini alması için yapılan çalışmalar, Alexander Fleming'in makalesinden sonra başladı.
Alexander Fleming'in çalışmalarını inceleyen İngiliz bilim insanları Howard Florey ve Ernst Chain, 1939 yılında penisilini laboratuar ortamında saflaştırmayı başardılar.
Florey ve Chain, 1940 yılında farelerle yaptıkları deneyde penisilin ilacının enfeksiyon kapmış fareleri iyileştirdiği sonucuna ulaştılar.
1941 yılında ise ilaç ilk defa bir insan üzerinde kullanıldı.
Bahçesinde çiçekleri budarken vücuduna diken batan ve bu yüzden enfeksiyon kapan bir polis memuru, Florey ve Chain tarafından tedavi edildi ve hastada iyileşme gözlemlendi.
Fakat yeteri kadar penisilin üretilemediği için hastalık yeniden nüksetti ve polis memuru hayatını kaybetti.
Daha sonra yapılan çalışmalarda araştırmacılar, birden fazla insanı tedavi etmeye yetecek kadar penisilin üretmeyi başardılar ve bu şekilde benzer özellikteki hastaları iyileştirdiler.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise penisilin üretimi yaygınlaşmaya başladı.
O yıllarda İngiltere'deki fabrikaların birçoğu, savaşta kullanılacak ürünler ürettiği için Florey ve Chain penisilin üretiminin İngiltere'de yapılamayacağını düşündüler.
Bu nedenle fikir ve çalışmalarını ilaç üretimi için gereken şartların nispeten daha iyi olduğu Amerika Birleşik
Devletleri'ne taşıdılar.
Penisilinin bir ilaç olarak satışa sunulması ve dünya çapında üne sahip olması ise ürünün ABD'ye gelmesinden sonra gerçekleşti.
Penisilinin mucidi Alexander Fleming, onu ayrıştırarak ilaç haline gelmesini sağlayan ve üretimine katkıda bulunan Howard Florey ve Ernst Chain, bu konuda yaptıkları önemli çalışmalar sayesinde 1945 yılında Nobel Barış Ödülü'ne layık görüldüler.
Penisilinin ve dolayısıyla antibiyotiğin keşfi, tıp dünyasında yeni bir devrin başlangıcı oldu.
Enfeksiyona bağlı ölümlerin büyük oranda önüne geçildi.
Vücudumuz enfeksiyon kaptığında akyuvarlar üreterek bakterileri yok eder ve genelde de başarılı olur, ancak bazı durumlarda vücudumuza baş edemeyeceği ölçüde bakteri girer.
Bu gibi durumlarda vücudumuza yardımcı kuvvet olarak antibiyotikler alırız.
Bu antibiyotiklerden bir tanesi de penisilindir.
Günümüzde pek çok bakteri çeşidi penisiline karşı direnç kazanmıştır.
Yine de penisilin ilacı frengi, bademcik iltihabı, zatürree, ateşli romatizma, çıban, farenjit ve difteri gibi hastalıklara neden olan bakterilerin yok edilmesinde kullanılmaya devam ediyor.
Peki aşırı kullanımda ne oluyor?
Antibiyotik ilaçlar ile bağışıklık sistemi arasındaki bir başka bağlantı vücudumuzda bulunan zararlı bakterilerin antibiyotiğe dirençli hale gelmesidir.
Eğer kişi bilinçsiz bir şekilde antibiyotik ilaç kullanırsa ve bakteriler yeterince ölmezse veya bir bakteri bile ilaçlara dirençli hale gelirse bakteriler çoğalmaya başlayabilir.
Bu durumda agresif antibiyotik tedaviye ihtiyaç doğurabilir.
Bu durum bazı hastalıkların ve enfeksiyonların nüfus genelinde antibiyotiğe nasıl dirençli hale geldiğinin göstergesidir.
Yani kişinin kendi başına antibiyotik ilaç kullanması kadar, verilen ilacın düzensiz kullanımı da zararlıdır.
Verilen ilaç bilinçli ve yeterli bir şekilde kullanılmalıdır.
Antibiyotik ilaçların bağışıklık sistemi üzerindeki bir başka tehdidi ise antibiyotiklerin besin kaynaklarına katılımıdır.
Fabrika organizasyonlarında çiftlik hayvanlarına antibiyotik verilmektedir.
Bu yüzden gezen ve doğal ortamda yetiştirilmiş çiftlik hayvanlarının etlerini tüketmek oldukça önemlidir.