Anketler bize önümüzdeki siyasi hareketler için, bilgi vermeye devam ediyor.
Gazetelerdeki yayımlanan anketlere bakıyoruz, yoksa oturup ta sadece Çanakkale’ye dayalı bir anket yapıp bunu Türkiye’ye yaymak gerçek olmaz.
Seçim sonuçlarına yönelik yapılan anketin yanısıra, aday belirleme aşamasında da kullanılıyor.
CHP bu sıralar aday peşinde ve bunun kendi üyelerinin yapacağı bir oylama (önseçim ile) belirleneceğini açıkladı.
Belediye başkanlığı seçiminde önseçim isteyenler partiden uzaklaştırılmışlardı halbuki.
Cumhurbaşkanı adayının 1 milyon 600 üye tarafından belirleneceğini açıklayan CHP, ülke şartlarını bıraktı ve bu tarafa odaklandı.
İktidarın “Yan cebime koy” dediği ortamı CHP kendi kendine bir suni gündem ile yarattı.
Ortada erken seçim yokken, “Erkenden adayımızı açıklayalım” tavrı halk tarafından pek karşılık bulmadı.
Hatta adaylardan biri olacağı kesin olarak bilinen Mansur Yavaş bile “Yavaş olun” dedi, “Acele etmeyelim” demeye getirmedi mi?
Mansur; “Her şeyden önce aday belirlemenin çok erken olduğu düşüncesindeyim. Seçim tarihimiz belli değil. O zamana kadar Türkiye’de şartlar değişir. Adaylığı erken buluyorum” demedi mi?
Ama dinleyen kim?
İktidarın (korkmuş gibi yaparak), bir erken seçimde karşısına Ekrem İmamoğlu’nu istemez bir tavrı var.
Bunu açık açık ortaya koyuyor gibi rol yapıyor.
Çünkü anketler öyle demiyor.
Seçim konusunda ısrarcı olan Özgür Özel ise Mansur başkanın bu çıkışını;
“Değerli Mansur Yavaş Başkanımızın bakışı, görüşü farklı olabilir. Yine de biz konuşuruz. Bunlar parti için meselelerdir. En doğru yolu buluruz. Bütün ellerimizin beraber havaya kalktığı süreci beraber tarifleriz, tariflemek zorundayız” diyerek savuşturdu.
“Erken seçim adayı, erken belirlenir. Erkenden yola çıkacağız” diyerek tavrını sürdürdü.
Tüm bu gelişmeler üzerine “CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı kim olmalı?" şeklinde bir anket yapılmış.
Bu anketin sonuçlarına göre katılımcıların;
% 28,4’ü Mansur Yavaş
%21,2’si ise Ekrem İmamoğlu demiş.
Özgür Özel ise % 4’te kalmış.
“Muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı kim olursa oy verirsiniz?” sorusu da sorulmuş.
Cevaplar şöyle olmuş;
% 52.3 Mansur Yavaş,
% 40.8 Ekrem İmamoğlu,
% 23.8 Özgür Özel…
Çanakkale2de anketlere bakıp aday belirleyen CHP Genel Merkezi, bu anketlere bakarak pek ala aday belirleyebilir.
Bildiğim kadarıyla şimdiye kadar ülke çapında yapılan tüm anketlerde hep “Mansur Yavaş” önde çıkmıştı.
Bence AKP’nin de korkulu rüyası aslında Mansur Yavaş’tır.
Hedef şaşırtmak amacıyla Ekrem İmamoğlu üzerine oynuyorlar.
Zira onun İstanbul dışında karşılığı yok.
Onu mağdur ederek CHP üyelerine aday olarak seçtirmek isteyeceklerdir.
Aday gösterildikten sonrası kolay diyorlar sanırım.
Kendi genel başkanlarının mağduriyet yöntemiyle geldiğini bilenlerin ve ülkeyi 23 senedir seçim kaybetmeden tek başına yönetenlerin; mağdur bir insanın her zaman revaçta olacağını bilmemeleri mümkün mü?
Sizin seçmenizi değil, istediklerini seçtirmek için uğraşıyorlar…
Azıcık akıllı olun, düşünün…
BİZ EŞEKLER
Yemenli yazar Muhammed Mustafa El-Umrani’nin “Tehlikeli virajda biz ve eşekler” kitabında, köylülerin içme suyu taşımak için bir su kaynağına giderken geçmek zorunda oldukları tehlikeli bir virajdan bahseder.
Bu tehlikeli viraj, birçok çocuğun eşekleriyle birlikte vadiye düşerek ölmesine neden olmuştur.
Yıllar sonra, köyün ileri gelenleri bir araya gelir ve bu virajla ilgili bir çözüm bulmayı tartışırlar.
Yazar, çocukken eşeğiyle su kaynağına giderken defalarca vadiye düşen biri olarak onlara “Neden başka bir güvenli yol izlemediklerini” sorar.
Cevap şaşırtıcıdır:
“Çünkü biz, eşeklerin peşinden gidiyoruz ve bizi bu viraja götüren onlar…”
Laf eşeklerden açılmışken şunu da eklemek istedim bu yazının arkasına.
Bir gün Sokrates bir adam tarafından saldırıya uğramış.
Kaba ve medeniyetsiz bir adam, çirkin bir kavga diliyle bile tokatlıyormuş.
Ama Sokrates bu insana hiçbir şey yapmamış, bağırmamış ve cevap bile vermemiş.
Öğrencilerinden biri Sokrates'in davranışını sorunca büyük filozof şu cümle ile cevaplamış bu soruyu;
“Eşek tekme atsa, onu mahkemeye götürür müyüm?”
Sokrates diyor ki; “Akıllı bir insan asla bir aptalın seviyesine inmemeli. Bazen sessizlik de en zarif cevaptır.”
Zarif insan; marka giysiler giyen ya da pahalı eşyalara sahip olan değil,
Nasıl davranacağını, ne zaman konuşacağını, ne zaman susacağını bilendir.
UYANIK
Adam, avlanmanın son derece yasak olduğu, yakalanınca çok yüklü para cezalarının uygulandığı milli parkta, göl kenarında, kucağında kocaman bir balık ile parkın polis müdürüne yakalanmış,
Polis müdürü adama sormuş;
“Avlanma izniniz var mı?” diye sormuş.
“Yoook !” demiş adam, “Ayrıca gerek de yok! Çünkü bu balığı ben evimde besliyorum… Her gün buraya gelip gölde bir müddet yüzdürüyorum… Islık çalıyorum dönüp geliyor, alıp eve götürüyorum…”
“Tamamen palavra” demiş polis müdürü,
“Balıklar bu dediğinizi asla yapamaz! Elinizdeki suç delili bu balıkla birlikte sizi şimdi hâkim karşısına çıkartmak zorundayım!”
“İnanın bu gerçek efendim… İsterseniz göstereyim!”
“Tamam... Görelim bakalım hadi!”
Adam balığı gölün derin sularına bırakmış, aradan birkaç dakika geçmiş polis müdürü adama dönüp, “Evet” demiş…
“Evet ne?” diye sormuş adam.
Polis müdürü; “Ne zaman geri çağıracaksın?”
“Neyi?” diye saf saf cevap vermiş adam.
Polis müdürü kızarak;
“Neyi olacak? balığı elbet!”
Adam gayet sakin cevaplamış bu soruyu; “Hangi balığı?”
KIZIM VAR
Hamile bir kadın kocasına sordu:
“Bir oğlan mı yoksa bir kız mı istiyorsun?”
Kocası cevap verdi:
“Eğer oğlan olursa, ona matematik öğreteceğim, birlikte spor yapacağız, balık tutmayı öğreteceğim vb.”
Kadın gülerek:
“Peki ya kız olursa?”
Kocası gülümsedi ve dedi ki:
“Eğer kız olursa, ona hiçbir şey öğretmeme gerek yok. O bana her şeyi öğretecek: nasıl giyinmem gerektiğini, nasıl yemem gerektiğini, ne söyleyip ne söylememem gerektiğini...”
Kız çocukları birer melektir...
Onlar koşulsuz sevgi ve şefkatle doğarlar, sonsuza kadar.
Kız çocuğu sahibi olma şansına sahip bir baba olarak bu yazıyı da sizlere aktarmak istedim…
KÖY ENSTİTÜLERİ
“Köy Enstitülerine öğrenci bulabilmek hiç de kolay değildi!”
Bir Enstitü Müdürü gülümseyerek aşağıdaki anısını anlattı:
“Sabahleyin uyandığım zaman hâlâ bu Enstitü'nün direktörü olup olmadığımdan emin değildim.
Bir süre, bana gelenden çok, giden oluyor gibi geliyordu.
Akşam yemeğinden kalma bir iki ekmek kabuğunu cebine koyup bir şey demeden sadece istikamet duygusuna dayanarak dağ, orman demeyip yola çıkmaları işten değildi.
Bu o hale geldi ki, peşlerine düşmeye başladım.
Tenkit edenler kaliteden bahsediyorlar. Böyle zamanda benim iş yapacak adama ihtiyacım vardı.
Kendilerini çalıştırma tarzımı görünce buna uyamayacak olanlar bırakıp gidiyorlardı.
Kalitesi olanlar geri kalanlardı.
Sadece onları geliştirmek kâfi idi.
Bazı öğrenciler yeni elbiselerini alınca savuştular.
Ben bir daha gelmeyecekler sanırken bir iki hafta sonra süklüm püklüm geri geldiler; yeni urbalarını göstermeye gitmişlerdi.
Dönüşte başkalarını da getiriyorlardı.
Bunun için gidiş geliş yüzlerce kilometrelik yol yürüdüler…”
ABD'li Yazar Fay Kirby'in “Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabından alınmış.
Fotoğrafta ise Efes’e gezisine katılan Kızılçullu Köy Enstitüsü öğrencileri var.
ŞERBET
İnsan yaşadıkça daha neler okuyacak, neler neler öğrenecek?
Her şeyi biliyorum demek, ben bilirim demek mümkün değil.
Ama var böyle tipler.
Kendisini fasulye gibi nimetten sayanlar ve saydıranlar.
Zamanımızda “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” diye münazara yapardık.
Vallahi bilelim de nasıl bilirsek bilelim.
Yeter ki cahil kalmayalım.
Şu soruyla karşılaşınca bu cümleleri yazmak geldi içimden.
Soru şuydu;
“Hiç düşündünüz mü ‘Ecel Şerbeti’ deyimi nereden geliyor?”
Hiç aklıma gelmedi desem yalan olmaz.
Meğer şöyleymiş sorunun cevabı.
Bostancıbaşı, cellâtların başıymış. Balıkhane Kasrı ise; idamlık siyasi mahkûmların idam edilmeden önce üç gün bekletildikleri zindanmış.
Bu mekân, Gülhane Parkı’nın sahile yakın kısmında bulunan aşı (kızıl) renkli, büyükçe bir kasırmış.
İdamlık mahkûmlar, evvelâ bostancıların kollarında bu kasra gönderilirler, haklarında verilen karar Divan-ı Hümayunda tekrar görüşülüp suçu sabit olduğu ve ölümü hak ettiği anlaşılırsa, mahkûm üçüncü gün idam edilirmiş.
Böylelikle Osmanlı sultanları, anlık bir öfke ve yanlış bir kararla bir masumun kanına girmemiş oluyorlarmış.
Üç gün boyunca bu zindanın soğuk odalarında akıbetini bekleyen mahkûmun, affedilmesi için dua etmekten başka elinden bir şey gelmezmiş.
Seçimsiz ve çaresiz beklermiş akıbetini.
Üçüncü gün sonunda zindanın demir kapısı açılır ve elinde tepsiyle, insan azmanı bostancıbaşı görünürmüş.
Tepsideki bir kadeh şerbeti mahkûma sunmak için gelen bostancı, saygıda kusur etmez ve sessizce içeri girer, saygıyla şerbeti sunarmış.
Genellikle pek konuşma olmazmış aralarında. Buna gerek de yokmuş zaten. Zira mahkûm, bostancıbaşının getirdiği kadehin renginden akıbetini anlarmış.
Eğer şerbet;
Beyaz kadehle gelmişse affedildiğine,
Kırmızı kadehle gelmişse idam edileceğine işaretmiş.
Kadeh beyazsa mahkûmun yüzüne kan gelir, rahat bir nefes alarak şerbetini içer ve yine bostancıların nezaretinde kendisi için sahilde, yalı köşkünün önündeki bostancı kayıkhanesinde hazırlanmış çektiriye binerek, sürgün edildiği mekâna doğru yol alırmış.
Zira idamdan affedilmenin karşılığı sürgünmüş.
Ve beyaz kadehin mâniası da buymuş.
Kızıl kadehe gelince, “Ölüm” demek olan kızıl renkli kadehi görür görmez mahkûmun yüzündeki kan çekilir, beti benzi atar, suratı bembeyaz kesilirmiş korkudan.
Zira az sonra içeceği buz gibi şerbetin kendisinin ecel (şehadet) şerbeti olacağını bilirmiş...
Atilla Dökmeoğlu.