2024 yılında başımıza gelmedik kalmadı.

Her felaketi yaşadık.

Depreminden fırtınasına, orman yangınlarından sellerine,

Savaşlardan dolu yağmasına,

Kar fırtınalarından, kuraklığa kadar.

Her şeyi yaşadık zannediyorduk.

Meğer öyle değilmiş.

Bunun daha "Yanardağı" varmış,

"Tsunamisi" varmış…

Allah verdikçe veriyor.

Ancak, bizleri yaratan tanrının başımıza bela vereceği aklıma gelmez.

Zira o kullarını sevgi üzerinden yarattı.

"Sevgi" istedi, "Barış" istedi.

O sebeple "Allah belanı versin" lafı o derece yanlış bir yakıştırma.

Yaradanın işi o değil.

Ama ortada da bir gerçek var.

Felaketler başımızda.

Bunlar nereden?

Aslında her şey ortada.

Evrende fizik, kimya gibi ilim kuralları var.

Bunlara uyanlar var,

Uymayanlar var.

Yanardağ dediğimiz oluşumun nedeni belli.

Depremin sebebi belli.

Nerede olacağı belli.

Biz yeterli önlemi almazsak "Allah veriyor" der dururuz.

Şeyhin dediği gibi;

"Hz Ömer deprem olurken asasını yere bir vurdu, deprem durdu" dediğine bakmayın.

"Sırtını yakan güneşe dönüp şöyle ters ters baktı, güneş söndü" dediğine ise hiç inanmayın.

O şeyh efendinin kendi fantezisi.

Öyle olmasını istediğinden ona inanıyor ve bizi de inandırmaya çalışıyor.

Dünyada birçok faal yanardağ var mesela.

Her hangi bir mübarek zat, dağın tepesine oturup söndürebilir mi acaba?

Vallahi merak ettim bak şimdi.

Son günlerde Ege açıklarında başlayan kaynamalardan ötürü meydana gelen depremlerin "Yanardağ" yüzünden olduğu aşikâr.

Zira zamanında o Ege Adalarına gezmeye gittiğimizde, kıyılarının "Sönmüş lavlarla kaplı olduğunu" bizzat gözlerimizle görmüştük.

Peki olay neymiş?

Oralardaki yanardağlar ne zaman patlamış?

Derdi neymiş?

İşte sizler için sosyal medyadan bulduğum yazılar:

Ege Denizi’nin en etkileyici volkanik adalarından biri olan Santorini, tarihin en büyük volkanik patlamalarından birine sahne olmuş ve büyük bir medeniyetin sonunu getirmiş.

MÖ 1600 civarında gerçekleşen bu büyük patlama, sadece bölgedeki iklimi ve coğrafyayı değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda Minos uygarlığını da yok etmiş.

Santorini, Ege Denizi’nde yer alan bir yanardağ adasıdır. Günümüzde de aktif bir yanardağ olmasına rağmen en büyük patlamasını MÖ 1600 civarında gerçekleştirmiş.

Bu patlama ile meydana çıkan magmanın boşalmasıyla yanardağın çökmesine ve büyük bir Kaldera (çökme krateri) oluşmasına yol açmış.

Santorini’de gerçekleşen büyük volkanik patlama, dünya tarihindeki en büyük doğal afetlerden biri olarak kabul edilmekte.

Patlamanın özellikleri şunlarmış:

Lav Akıntıları ve Kül Yağmuru: Yanardağdan çıkan lav, akışkan (cıvık) bir yapıya sahipmiş.

Ancak bu lav akıntıları kadar tehlikeli olan bir diğer unsur, yanardağın püskürttüğü sıcak kül, cam parçaları ve kükürt dioksit gazlarıymış.

Atmosferik Etkiler:

Kül bulutları rüzgârın etkisiyle 150 km uzaklığa kadar yayılmış.

Kül tabakası gökyüzünü kaplamış, güneş ışınlarının geçmesini zorlaştırmış ve ani iklim değişikliklerine neden olmuş.

Tsunami:

Patlamayla birlikte, büyük bir çöküntü oluşmuş ve bu durum devasa tsunamilere yol açmış.

Araştırmalara göre, Santorini patlaması sonucunda Ege ve Akdeniz kıyılarında büyük dalgalar oluşmuş ve kıyı bölgelerini sular altında bırakmıştır.

Santorini patlamasının, Yunan mitolojisinde geçen "Atlantis Efsanesi" ile bağlantılı olabileceği düşünülmektedir. Platon’un bahsettiği "Kayıp Kıta Atlantis"in aslında Santorini ve çevresindeki Minos Şehirleri olduğu iddia edilmektedir.

Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan’a göre, Santorini gibi büyük yanardağ patlamaları, sadece yerel değil, küresel düzeyde iklim değişikliklerine yol açabilirmiş. Yanardağlardan çıkan sülfür gazları ve kül, atmosferi kaplayarak sıcaklığı düşürebilir ve ekolojik dengeleri bozabilirmiş.

Kısaca:

Santorini Yanardağı’nın MÖ 1600’deki patlaması, Minos uygarlığını yok eden ve bölgenin jeolojisini kökten değiştiren devasa bir doğa olayıdır.

Prof. Dr. Celal Şengör ise: "Santorini’deki yanardağ patlarsa hepimize Allah'a ısmarladık" demiş.

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı ise şu açıklamayı yaptı:

"Ege Denizi’nde, 28 Ocak 2025 tarihinden itibaren yoğunlaşmaya başlayan depremlerin sayısı an itibarıyla 400’ün üzerine çıkmıştır."

"Deprem fırtınası şeklinde gelişen bu aktivite sonucunda şu ana kadar kaydedilen en büyük deprem 4.8 Mw büyüklüğündedir."

"Depremler, Santorini Adası’nın yaklaşık 25 km kuzeydoğusunda artış göstermekte olup derinlikleri 5-25 km arasında değişmektedir."

"Ülkemiz kıyılarına en yakın deprem 140 km mesafede gerçekleşmiştir." 

"2011-2012 yıllarında da aynı bölgede benzer bir yoğun sismik aktivite yaşanmış, 14 ay boyunca süren bu aktivite herhangi bir volkanik hareketliliğe yol açmamıştır."

"Ülkemizdeki bilim insanları ve araştırmacılar söz konusu sismik hareketliliği AFAD ile koordineli şekilde ve farklı açılardan (deprem, volkanik aktivite, tsunami vb.) değerlendirmektedir."

"Vatandaşlarımızın sosyal medyada oluşabilecek dezenformasyon (bilgi çarpıtma, yanıltma haber) içerikli paylaşımlara itibar etmemeleri, doğru bilgi için resmi kaynakları takip etmeleri rica olunur."

Anlayacağınız durum böyle.

Siz resmi kanalların açıklamalarına itibar edin, kendinizi boşu boşuna strese sokmayın.

Bu arada Yunanistan'da da olağanüstü toplantı gerçekleştirildi.

İklim Krizi ve Sivil Koruma Bakanı Vasilis Kikilyas, toplantı sonrası gazetecilere yaptığı açıklamada alınan kararların tedbir niteliğinde olduğunu söyleyerek, bölge sakinlerinden kararlara ve koyulan yasaklara riayet etmesini istedi.

Ege'deki Amargos Adası Belediyesi de 3 Şubat Pazartesi günü adadaki kreşler ile ilk ve orta dereceli okullarda eğitime bir gün ara verildiğini açıkladı.

Adada tüm kültürel etkinlikler iptal edildi.

Bölge sakinlerine kapalı alanlarda toplamamaları uyarısı yapıldı.

Yunan basınındaki haberlere göre, okullarda eğitime bir gün ara verilmesi, belediye etkinliklerinin iptali gibi tedbirlerin alındığı Santorini'ye de önlem amacıyla arama kurtarma ekibi, arama kurtarma köpeği ve insansız hava araçları sevk edildi.

Adada arama kurtarma ekipleri için çadırlar kuruldu. Olası deprem anında yapılara zarar vermemesi için havuzlar boşaltıldı.

Anlayacağınız herkes teyakkuzda, durum takip ediliyor, ölçülüyor.

Bilim insanları işbaşında.

Olası bir olumsuzluk karşısında tüm bölge ülkeleri harekete geçerek, önlemler konusunda uyarıları yapacaktır.

ÖDLEK

Sizlere sürekli olarak aktardığım hikâyelerden biri yine.

Bu Anton Çehov’un  “Ödlek” adlı kitabından...

Birkaç gün önce, evde çocuklarıma ders veren öğretmen hanımı çalışma odama çağırmıştım...

“Otur, Julia Vassilyevna” dedim. “Aramızdaki hesabı kapatalım. Her ne kadar şu anda paraya ihtiyacın varsa da, resmi bir merasimde bekler gibi bekleyeceğini ve bir türlü kendiliğinden gelip alacağını istemeyeceğini biliyorum. Neyse, gelelim hesabımıza: Ayda otuz rubleye anlaşmıştık…”

“Kırk.”

“Hayır, otuz. Not etmiştim, çok iyi aklımda. Hem ben öğretmenlere her zaman ayda otuz ruble öderim. Bu duruma göre; buraya geleli iki ay oluyor, dolayısıyla…”

“İki ay beş gün.”

“Tam tamamına iki ay. İşe başladığın günü özellikle not etmiştim. Bu demektir ki, altmış ruble kazanmışsın. Ancak sen bu iki aydan Pazar günlerini çık… Biliyorsun ki, pazarları Kolya’ya bir şey öğretmedin, sadece beraber yürüyüşlere çıktınız. Ve üç tatil günü…”

Julia Vassiyevna kızgınlıktan kıpkırmızı kesildi ve öfkeden iki eliyle sıkı sıkı entarisinin eteklerine yapıştı.

Fakat hepsi bu kadar…

Tek bir çıt dahi çıkarmadı.

“Dokuz Pazar, üç tatil günü, yani on iki rubleyi çık! Dört gün Kolya hastaydı, dolayısıyla ders falan vermedin, zaten o sıralarda Vanya ile uğraşıyordun. Üç gün de bir diş ağrısı yüzünden çalışmamıştın ve karım sana öğleden sonraları dinlenmen için izin vermişti. On iki, yedi daha… Eder on dokuz. Altmıştan çıkar, geriye ne kalır? Hımm… Kırk bir ruble. Tamam mı?”

Julia Vassilyevna’nın sol gözü kızarmış, yaşla dolmağa başlamıştı bile.

Çenesi hafifçe titriyordu…

Sinirli sinirli öksürdü, hızla burnunu sildi.

Ancak hepsi bu kadar…

Tek bir çıt yok.

“Yılbaşına yakın bir gün, bir çay bardağı ve bir de tabak kırmıştın. Bunlar için de iki ruble çıkar. Çay bardağı dededen kalma antika olduğu için aslında iki rubleden çok daha fazla ederdi, ama neyse… Boş ver. İşin sonunda ben ne zaman zararlı çıkmadım ki! İhmalin yüzünden Kolya bir gün ağaca tırmanmış ve ceketini yırtmıştı. Onun için de on ruble say. Yine senin dikkatsizliğinin yüzünden hizmetçi kız Vanya’nın ayakkabılarını çalmıştı! Evde tüm olup bitenleri dikkatle izlemen gerekir. Sana bunun için para veriyoruz. Dolayısıyla beş ruble daha çık. Ocak ayının sonunda sana on ruble vermiştim…”

“Hayır, böyle bir şey yapmadınız!” diye Julia Vassilyevna zorlukla yutkunarak cevap verdi.

“Not etmiştim. Yanlış olmama imkân yok!”

“Şey… Peki, öyleyse.”

“Kırkbirden yirmi yediyi çıkar… Kalır sana on dört.”

Kızcağızın şimdi iki gözü birden yaşla dolmuştu.

Küçücük şirin burnunun altında da ter damlacıkları belirmeye başlamıştı.

Zavallı kız!

“Şimdiye kadar bana bir kere para verildi” diye titreyen sesiyle konuştu. “Ve o da sizin karınız tarafından. Hepsi üç ruble, fazla değil.”

“Sahi mi? Görüyor musun, ben onu not etmemişim! On dörtten üç daha çıkar… Kalır on bir. Al azizim, işte paran: Üç, beş, dokuz, on, on bir. Tamam mı?”

On bir rublesini de avucuna koydum... Uzandı, aldı ve titreyen parmaklarıyla cebine sokuşturdu...

“Mersi” diye boğuk bir sesle fısıldadı...

Birden yerimden fırladım ve başladım odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye.

Sinirlerim son derece bozulmuş, kan tepeme fırlamıştı.

Kızgın kızgın;

“Ne için bu ‘Mersi’?” diye sordum...

“Verdiğiniz para için.”

“Hakkını yediğimi sen de bal gibi biliyorsun Aman Tanrım! Ne biçim insansın sen, görmüyor musun ki, seni göz göre soydum! Daha ötesi var mı bunun? Paranı çaldım! Ve sen hâlâ ‘Mersi’ diyorsun!”

“Bundan önce çalıştığım yerlerde hiç vermemişlerdi.”

“Hiç mi vermemişlerdi? Şaşırmaya da gerek yok ya! Bana gelince, sana ufak bir şaka yaptım. Sırf ders olsun, öğrenesin diye bu insafsızca yolu seçtim… Merak etme, seksen rublenin tamamını da sana vereceğim! Al işte, hepsi şu zarfın içinde seni bekliyor…

Ancak bir insanın bu kadar pısırık olabileceğine de hâlâ inanamıyorum! Neden haksızlığa başkaldırmıyorsun? Dünyada bu denli yüreksiz, tabansız olmak mümkün mü? Bu kadar ödlek olmak?”

Acı bir gülümseme dudaklarının kenarında kıvrıldı. Yüzündeki ifade, “Mümkün”, diyordu.

Kendisine zalim bir yoldan ufak bir ders verdiğim için özür diledim.

O hâlâ şaşkın şaşkın bakınırken eline seksen rubleyi sıkıştırdım.

O yine her zamanki ‘Mersi’ siyle mırıldanır gibi üst üstü defalarca teşekkür etti ve odadan çıktı...

Arkasından bakarken kendi kendime düşünüyordum:

“Şu dünyada zayıfları ezmek ne kadar kolay!”

Anton Çehov

FESTİVAL Mİ?

Davetliydik Kolin Otel'de yapılacak lansmana.

Konu "Uluslararası Çanakkale Seramik Festivali"

Davet sahibi;

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cüneyt Erenoğlu.

Gitmem lazım dedim içimden.

Zira festivale destek olacağını taahhüt edenler;

Çanakkale Valiliği,

Çanakkale Belediyesi,

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi,

Çanakkale İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü,

Geleneksel Çanakkale Seramiklerini Yaşatma Derneği ve

Turizm Destinasyon Yönetimi Derneği…

Böylesi önemli bir tanıtıma gitmemek olmaz.

Bu şehirde ekmek yiyorsak, önce ne olduğunu öğreneceğiz sonra desteğimizi de vereceğiz.

Bizler de basın ayağı olacağız.

Sabah saat 10.00'da başladı program.

Sayın Valimiz yok,

Sayın Belediye Başkanımız yok,

Davet sahibi Sayın Rektörümüz yok…

Salonun yarısı da boş.

Bizim önemli saydığımız Uluslararası Seramik Festivali'ne şehir dinamikleri açısından şimdiden ilgi yok.

Konuşmalar yapıldı, bir tane sunum ve peşinden program bitiverdi.

Bir tane broşür bile yok.

Sorduk ilgilisi birine;

"Neden böyle?" diye.

Duyumlarıma göre;

Güzide üniversitemizin Seramik Bölümü bu festivale "Katılamayacağını" belirtmiş.

Doğru mu?

Nedeni konusunda bir açıklama bekleriz doğrusu.

"Sebep şu?" diye.

Çanakkale için uluslararası nitelikte başlayıp gittikçe büyüyecek olan bu festival için eller taşın altına konmalı ve şehrimizin tanıtımı en üst seviyelerde yapılmalıdır.