Yeni bir sistem olarak lanse edildi.

Amaç piyasadan vergi toplamak, vergi kaçağını önlemekti.

Aslında akaryakıt kaçağını takip etmek olarak da açıklandı.

Yahu zaten ülkede kaç tane rafineri var?

Buraya giren belli, çıkan belli.

Nereye çıktığı da belli.

Ama iktidarımız illa da "Sistem" diye tutturdu.

31 Aralık son gündü, iktidarımız kayıt işini 1 ay uzattı, çip taktırmak Nisan ayına ertelendi.

Neydi bu?

UTTS

"Ulusal Taşıt Tanıma Sistemi"

Ticari aracı olan herkes web sitesine girerek kayıt yaptırıp araç başına 2700 lira yatırıyor.

Daha sonra belirlenen servise giderek aracına (Chip) çip taktırıyor.

Bu çipin maliyeti ise 5 buçuk lira.

Devlet ne alıyor?

2700 lira.

Dünyanın neresinde bu tip mali bir uygulama var?

5 liraya, 2700 lira?

İşin başka yönü şu,

Kayıt olmayanlar 7 bin lira da ceza ödeyecek.

Öf öf öf…

Şimdi gelelim benim sinirli halime.

Eşimi 30 Ocak'ta kayıt yaptırmak için oturduk bilgisayarın başına.

Kayır yaptık geldi sıra para yatırmaya.

İstenilen hesaba parayı yatırdık.

Ama bir türlü işlem sonlanmıyor.

Ertesi günü tekrar denedik

Meğer açıklama bölümüne "Müracaat No'su" yazılacakmış.

Biz yazmamışız.

Müşteri temsilcisini aradık.

Diyeceğiz ki; "Kardeş biz eksik bilgi yollamışız, şunu düzeltiverin…"

Ama sorumlu kişi cevap vermiyor, sürekli meşgul.

Bütün gün ulaşamadık.

3 Şubat geldi telefona cevap verildi nihayet.

Telefon açıldı.

Ama olan olmuştu, biz büyük ihtimal 7 bin lira cezayı yedik.

"Acaba?" diyorum, cezalı para almak için mi telefon açılmadı?

Güzelim ülkede nelerle uğraşıyoruz?

5 liralık şey, 2 bin yedi yüz lira.

Cezası 7 bin lira…

Gel de yaşa burada…

SEÇİM ÖNCESİ

Arkadaşlarla tartışıyoruz.

İktidarda olan AKP, seçim öncesi deseydi ki;

"Öcalan'ı hapisten çıkarıp mecliste konuşturacağız…"

"Teğmenleri ihraç edeceğiz…"

"Ümit Özdağ'ı 12 yıl önceki twitinden dolayı içeri atacağız…"

"Gazetecilere para cezası verilecek suçtan dolayı tutuklayacağız…"

"Emekliye yeterli zam vermeyeceğiz…"

"Sadece CHP'li belediyelere kayyum atacağız…"

Sizce seçilir miydi?

Aynı oyu alır mıydı?

Düşünün bakalım cevabınız ne olacak?

AGATHA CHRİSTİE

Gençliğimde Aziz Nesin ile beraber hep onun kitaplarını okurdum.

Müthiş bir kurgulama tekniği vardı.

Onları çözmek için uğraşır dururdum.

Tek şikâyetim aşırı betimlemesiydi.

Adam bir kapı açacak, aman ya Rabbim!

Adamın adımlarının yavaş olduğunu mu anlatacak?

Şapkasından saçlarının rengine, ayakkabısından çorap rengine kadar detaylı şekilde betimlerdi.

Anahtarı cebinden mi çıkaracak?

Elbisenin kumaşından, desenine kadar, dikiminden hangi terzide dikildiğine ve düğmelerinden, elinin temizliğine kadar anlatırdı.

Okurken uyurdum adeta ama kitabı da bırakamazdım.

Bu yazar Agatha Christie idi tabi.

Hayatı ile ilgili bilgilere ulaşmak o vakitler biraz zordu. Bilindiği üzere Google yoktu ki, bir tuşla sorayım…

Bu yazı öneme gelince o günlerime geri döndüm ve 50 sene sonra kadının hayat hikâyesine ulaşmış oldum.

"1926’da dramatik bir dönüm noktası yaşadı" şeklinde başlıyordu yazı.

Sonra devam ediyordu:

"Otuz beş yaşında, Agatha Christie derin bir acının içine sürüklendi: Annesinin yürek parçalayan kaybı ve kocası Archie’nin onu başka bir kadın için terk etmesi. Bu çifte darbe, onu derin bir depresyona sürükledi, yönsüz ve hayal kırıklığı içinde bıraktı. Onu karanlıkların ortasında teselli eden tek şey, yedi yaşındaki kızı Rosalind’in sarsılmaz sevgisiydi."

"1890’da varlıklı bir ailede doğan Agatha, küçük yaşlardan itibaren yazıya olan olağanüstü yeteneğini gösterdi.

1914’te cesur bir pilot olan Archie Christie ile evlendi ve birlikte Birinci Dünya Savaşı’nın zorluklarını göğüslediler.

1919’da kızları dünyaya geldi ve ailelerine ışık saçtı.

Ancak evliliği yıkılmaya başladığında, Agatha artık tanınmış bir yazardı; eleştirmenlerce övgüyle karşılanan beş polisiye roman yayımlamıştı."

"Yavaş yavaş, kırık kalbinin enkazından çıkarak yazıya sığındı, bu kaçış yolu onun en büyük kurtuluşu oldu.

Bir Orient Express yolculuğu ona kısa süreli bir huzur sağladı, ancak hayatı asıl dönüm noktasına 1930’da, Irak’taki bir arkeolojik keşif gezisinde ulaştı.

Burada genç bir arkeolog olan Max Mallowan ile tanıştı ve aralarındaki aşk tatlı ve kaçınılmaz bir şekilde filizlendi.

Birkaç ay sonra evlenerek, tutku, macera ve entelektüel uyumla dolu bir hayat inşa ettiler."

"1926 yılı, yas ve belirsizlikle işaretlenmiş olmasına rağmen, paradoksal olarak onun hayatında belirleyici bir dönüm noktası oldu."

"Takip eden on yıllarda, Agatha Christie tarihin en ünlü yazarlarından biri haline geldi. Yetmişten fazla başarılı roman kaleme aldı ve dünyanın en çok sahnelenen tiyatro oyununu yazdı.

İkinci evliliği ona mutluluk ve takdir getirdi:

1968’de Max şövalye unvanı aldı, 1971’de ise Agatha, Britanya İmparatorluğu Şövalyelik Nişanı (Dame) ile onurlandırıldı."

"12 Ocak 1976’da, 85 yaşında hayatını kaybeden Agatha Christie, geride muazzam bir edebi miras bıraktı.

Kitapları dünya çapında iki milyardan fazla satılarak onu tüm zamanların en çok okunan yazarı yaptı.

Ölümsüz eserleri, onun direncini, dehasını ve zorlukları zafere dönüştürme yeteneğini gözler önüne seriyordu..."

NELER KAÇIYOR?

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca 6 Bach eseri çalar.

Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider...

Kemancı çalmaya başladıktan ancak 3 dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk 1 dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır.

Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise 3 yaşlarında bir oğlan çocuğu olur.

Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar.

En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar.

Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider.

Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur.

20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir.

Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar.

Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz.

"Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı..."

Bu gerçek bir hikâyedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır.

Sorgulanan şeyler şunlardı:

"Sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz?"

"Durup ondan keyif alıyor muyuz?"

"Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz?"

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise; "Dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa başka neleri kaçırıyoruz acaba?"

Bahire Anıl'dan alıntıdır.

DOROTHY EADY

Bu ismi duydunuz mu hiç?

Duymadıysanız okuyun bu ilginç hikayesini.

1904 yılında İrlandalı bir ailenin çocuğu olarak Londra'da dünyaya gelen genç kız, kayıtlara göre 3 yaşındayken merdivenlerden düşüp bayılana kadar gayet normal bir çocuktu.

O düşüşün sonuçları konusunda; beyin hasarı iddialarından, ani ölüm ve ardından canlanmaya kadar bazı belirsizlikler var.

Bilinen şey, kazadan sonra uyanan Dorothy'nin farklı olduğu.

Aksanı ve konuşması belirgin şekilde değişmişti ve daha da tuhafı, anne ve babasına "Evine dönmek istediği konusunda" ısrar ediyordu.

Evinin nerede olduğunu açıklayamamasına rağmen, geri dönmek konusunda ısrarcıydı ve bu durum anne ve babasını endişelendiriyor ve şaşırtıyordu.

O sıralarda British Museum'daki Mısır sergisini gezmeye götürülen kız sergide gezinirken, Büyük Ramses'in babası Set I'in tapınağının fotoğrafını gördü ve "Benim evim burası!" diye bağırdı, o tapınakta yaşadığını ısrarla söyledi, sonra duraklayıp sordu, "Ağaçlar nerede? Bahçeler nerede?"

Anlatılanlara göre, sergiyi görünce çok sevinmiş, hatta heykellerin ayaklarını öpmüş ve anne babasının dehşetine rağmen "Halkının arasında" olduğunu söylemiş.

Garip davranışlarına rağmen sonunda dönemin ünlü Mısırbilimcisi EA Wallace Budge'ın dikkatini çekmiş ve Budge onu hiyeroglifleri öğrenmeye teşvik etmiş.

Dorothy'nin ergenlik ve genç yetişkinlik hayatı dini çatışmalarla çerçevelenmişti. Hristiyanlığı sık sık Mısır Paganizmiyle karşılaştırıyordu, bu sebeple kız okulundan atılmıştı ve hatta "Eski dinini" hatırlattığını öne sürünce Pazar ayinlerine katılması bile yasaklanmıştı.

14 yaşına geldiğinde, önceki hayatını anlatmaya başladı, hatta Seti I'in sevgilisi olduğunu, hatta mumyasıyla gece vakitleri yaptığı ziyaretleri bile anlattı.

Sonunda ebeveynleri tarafından birden fazla sanatoryuma yatırıldı.

Ancak hepsi de anlamlı bir şeyi değiştirmeyi başaramadı ve onların müdahalesine rağmen inançlarına bağlı kaldı.

16 yaşında okulu bıraktıktan sonra Plymouth'daki bir sanat okulunda yarı zamanlı okurken, babasıyla birlikte bir sinema salonunda çalışmaya başladı.

Tam bu sıralarda, Hor-Ra adını verdiği bir varlığın kendisine ziyaretler talep etmeye başladı ve bu varlık bir yıl boyunca ona önceki hayatının hikâyesini dikte etti.

Eady'nin yazdığı öykü, yetmiş sayfalık el yazısı hiyeroglif bir metinden oluşuyordu ve Mısır'da yaşayan, asker ve sebze satıcısı bir babanın kızı olan Bentreshyt (anlamı 'Sevinç Arpı') adlı genç bir kadının hayatını anlatıyordu.

Hikayesinde;

Annesinin 3 yaşındayken öldüğünü ve babasının onu "Abydos'taki Seti I" tapınağına verdiğini, dört yaşındayken yıllar önce işaret ettiği aynı binaya verdiğini anlatmaya devam etti.

Hikayesi, 12 yaşındayken 'İsis'in kutsanmış bakiresi olduğunu söyleyerek devam etti.

İki yıl sonra 14 yaşındayken Seti I ile tanıştı ve sevgili oldular.

Hamile kaldığında, yargılandıktan sonra cezası neredeyse ölüm olan kutsanmış bir bakire olarak, sevgilisine getireceği kamuoyu skandalı ve onursuzlukla yüzleşmektense intihar etmeyi seçti.

27 yaşındayken Londra'da bir Mısır Dergisinde çalışırken gelecekteki eşi İmam Abdülmecid'le tanıştı.

Daha sonra Kahire'ye taşındılar ve burada eski firavun sevgilisi Sety'nin adını verdiği bir oğlan doğurdu.

Ayrıca Arapçada "Sety'nin annesi" anlamına gelen "Omm Sety" lakabını da aldı.

Buna rağmen hayatında bir iyileşme olmadı, çünkü yükselen bir aile olan yeni kayınvalideleri, firavun hayaletleri ve beden dışı deneyimlerin tasvirlerini takdir etmedi.

Tüm bunlar, İmam'ın onu terk edip Irak'a taşınmasıyla evliliğinin iki yıl sonra başarısız olmasına yol açtı.

Omm Sety, Ulusal Eski Eserler Dairesi'nde çizimci olarak çalışırken oğlunu büyütmek için Kahire'de kalmayı seçti ve burada çok sayıda kitap ve makale yayınladı.

O dönemde, sık sık Giza'daki Büyük Piramit'in içinde gecelediği veya Sfenks'e adaklar bıraktığı, bu nedenle yerli halkın hem ona hayranlık duyduğu hem de ondan korktuğu bilinmektedir.

Omm Sety, 50'li yaşlarında hayatının fırsatını yakaladı ve Abydos'taki kazıda çalışma fırsatı yakaladı.

Bu dönemde ortaya çıkan en ilginç hikâyelerden biri de Mısır Eski Eserler Dairesi'nin baş müfettişi tarafından sorgulanmasıydı.

Seti'nin tapınağına gittiler ve tamamen karanlıkta ona bir dizi duvar resmini tarif ettiler.

Her tariften sonra, hatasız bir şekilde yaptığı o belirli duvar resminin yönüne doğru yürümesi istendi.

Bu antik sanat eserlerinin yerleri daha önce hiç yayınlanmadığı için müfettiş doğal olarak şaşkınlığa uğradı.

Günlerinin geri kalanını Abydos'ta araştırmacılara ve kazıcılara yardım ederek geçirmeye devam etti, ancak orada kalmasının sebebinin bu yerin kendisine huzur getirmesi olduğunu iddia etti.

Ayrıca Bentreysht olarak geçirdiği önceki hayatından kalan günahlarının kefaretini ödediğine inanıyordu

Bütün bunlara rağmen, hem hiyeroglifler hem de yerel kalıntılar konusundaki olağanüstü anlayışıyla, Antik Mısır çalışmalarına katkıları göz ardı edilemezdi.

1981 yılında 77 yaşındayken vefat etmesinin ardından yapılan isimsiz cenaze töreni, hem büyük başarılarla hem de sosyal ve dini izolasyonla dolu uzun ve sıra dışı bir hayatın törensiz bir şekilde sonunu simgeliyordu.

Gerçekten de eski bir Mısır rahibesinin dirilişi miydi?

Bunu söylemek imkânsız, ancak onun başarıları ve bazen antik Mısır ve folkloru hakkındaki doğal olmayan bilgisi, sıra dışı bir şeylerin devrede olduğunu inkâr etmeyi zorlaştırıyor.

Sonuç olarak; tüm bilgilere rağmen, sonsuza dek açıklanamayacak bazı gizemlerin olduğu kabul edilebilir.