“Sinir uçlarıyla oynamak nedir?” diye bir soru sorsam “Sinir uçlarınız oynar mı?”

Teğmenlerle başlayan,

İmralı ve kayyumlarla süren,

Gazetecilerin gözaltı ve tutuklama süreçleri ile devam ederek nihayetinde

İmamoğlu operasyonuyla noktalanan bir süreç.

Bu olaylar üzerine televizyonlarda uzun süreli tartışma programları yapılıyor, sabahtan akşama kadar konuşuluyor.

Birilerinin ise umurunda değil.

Misal;

Eskiden olsa birileri ortalığı ayağa kaldırır, sokaklar “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sesleri ile çalkalanırdı.

Şimdi ise liderleri diyor ki: “Gelsin mecliste konuşsun…”

Ne günlere geldik…

Teğmenler ordudan ihraç ediliyor, “tık” yok.

“Efendim ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diye bağırdıkları için değil, disiplin cezası nedeniyle ihraç ettik” şeklindeki açıklama kimseyi tatmin etmedi, etmeyecek de.

Muhalefet lideri diyor ki;

“Biz gelince görevlerine iade edilecekler…”

Toplum vicdanında bir yara olarak yer alan bu olay, tarih sayfalarında yeni bir yer açılmıştır.

Gazeteciler meselesi ise bambaşka.

Suçun en ağır karşılığı para cezası iken gözaltı ve tutuklamanın karşılığı yok.

Kanunda yeri yok.

Nasıl bir adalet!

Millet hangi yasa kitabına göre hareket edecek?

Neye uyacak?

İmralı mevzusu, halkın içinde bir yara.

40 bin kişinin ölümünden bizzat sorumlu bir kişinin gelip mecliste konuşması, sindirilecek bir olay değildir.

.Ve gelelim İmamoğlu davasına.

Bence iktidar bu işte anlaşılmaz bir şekilde yanlış bir politika uyguluyor.

CHP içinde her zaman kargaşaya sebep olacak adayları tek çatı altında birleştirebilecek bir girişim bu.

Halkın her zaman mazlumun yanında olduğunun AKP tarafından bilinmemesi hayret edilecek bir durum.

Mevcut AKP Genel Başkanı aynı süreci yaşadı ve bu günlere geldi.

“Bir şiir okudu” denilerek mahkûmiyet yaşayıp, halkın gözünde mağdur olarak bütün oyları topladı ve rakiplerine büyük bir mağlubiyet yaşattı.

Aynı şekilde Ekrem İmamoğlu da bu durumu AKP’ye yaşatabilir.

23 senedir siyaset anlamında iktidardan düşmemeyi başaran AKP’nin, bu denli yanlış yapmasını kimse anlamış değil.

İmamoğlu’nun alacağı mahkûmiyet sonrası aday yapılamaması durumunda gösterilecek diğer aday, yapılan adaletsizlik karşısında (tepki oylarını da alarak) ortalığı silip süpürebilir.

İnce hesap yapmakla övünen AKP bu sefer karaya fena halde vurabilir.

Siyasi hırs, duygular ve intikam alma gibi davranışlara siyasette yer olmadığı bilinir.

Ve bunu iyi bilmesi gereken AKP, daha da ileri giderse yapılacak ilk seçimde siyasi iktidarına veda edecektir.

Bu arada sadece karşısında çıkacak adayı alt etme düşüncesi ile hareket eden AKP’nin, yaşattığı ekonomik zorluklar, parti içi muhalefetin sesini yükseltmesi ve genel başkanın bizzat kendisinin örgüt çalışmaları konusunda şikâyet ettiği hususların artması ile pek şansı görülmüyor.

Eli gittikçe zayıflayan AKP’nin bir de üstüne böylesi işlere girmesini anlamak, oldukça zor.

Belki kendisi için bir mağduriyet yaratmak isteyecektir ama artık çok geç

Atı alan Üsküdar’ı geçti sanki…

AKP Genel başkanının sürekli muhalefet liderine laf atmasının, onu küçük düşürmeye çalışmasının halk arasında karşılığı yok.

Bu insanlar tamamiyle geçim derdine düşmüş vaziyetteler.

Pahalılık, kiralar, elektrik, su, ulaşım ile geçim derdiyle boğuşan halktan CeHaPe’yi kötüleyerek oy istemek bu sefer pek karşılık bulmayacak gibi.

Ülkemizde; “İktidarlarının sonlarına yaklaşanların hırçınlaşma geleneği olduğu için” AKP’nin son zamanlardaki davranışının sebebi de buna bağlanıyor.

Gözümüz, kulağımız sokaklarda.

Halkı dinliyoruz.

Onların beklentisi,

Sandığın gelmesi.

Kafiyeli olacak ama

Benden söylemesi…

FACİA

Otel yangını yaşadığımız kabul edilemez bir faciaydı.

Bir dolu ihmaller zinciri ortada.

Resmen bir cinayet teşebbüsü gibi.

O kadar insan, o kadar para verdikten sonra, resmen yanarak öldüler.

BU ülkede neye, kime nasıl güveneceğiz?

Sorumlu arama noktası bile şaşırtıcı derecede acayip.

Kanunlar ortada ama sorumlu yok.

“Su nerde?

İnek içti,

İnek nerde?

Dağa kaçtı.

Dağ nerede?

Yandı, bitti, kül oldu gitti.”

Durum bu.

Ülkemizde yaşanan facialar tarihine geçecek çok korkunç bir olaydı bu.

Diğer korkunçluğu hala bir önlem alan yok, hala sorumlusu yok.

Bu olaya benzer bir facia zamanında trafikte yaşanmış.

Hem de ne facia?

Bu olay 60 sene önce 11 Ağustos 1965’de yaşanmış.

Yolcu otobüsü 40 yolcusuyla birlikte akşam saat sekizde Ankara’dan hareket etmiş.

Otobüs, sabaha karşı 03.00 sıralarında Hendek’e geldiğinde arıza nedeniyle yol kenarına park etmiş kamyona arkadan çarpmış.

Kazada otobüs çok küçük hasar almış. Kimse yaralanmamış.

Eğer yaşananlar bununla sınırlı kalsaymış, sıradan hasarlı trafik kazası olarak geçecekmiş kayıtlara.

Ama öyle olmamış.

Otobüsün çarptığı kamyon, asit-nitrik, yani kezzap yüklüymüş.

Düşünüldüğü gibi, kezzap otobüse dökülmemiş.

Faciaya daha sonra şöyle gerçekleşmiş.

Yolun kenarındaki şarampolde küçük bir su birikintisi bulunuyormuş.

Kezzap dolu dev damacanalar kaza sonucu parçalanınca, içindekiler şarampolden aşağı dökülmüş ve suya karışmış.

Asit-nitrik suyla karışınca ortalığı duman kapladı.

Bu duman ise otobüsün içine de dolmuş.

Kaza anında uyumakta olan yolcular, otobüsün yandığını düşünüp panikle çıkmak için kapılara hücum etmiş.

Biraz izdiham olduysa da kimse yaralanmamış.

Kazada bir miktar kezzap da yola dökülmüş.

Otobüsten inen yolcular, bu kezzaba basınca ayakları yanmaya başlamış.

Gecenin zifiri karanlığında hemen kenardaki su birikintisini görmüşler.

Oysa orası artık su birikintisi değil, bir kezzap çukuruymuş.

Yolcular ayaklarının acısını dindirmek için kendilerini su zannettikleri kezzap dolu çukura atmışlar.

Çukura atlayan yolcular saniyeler içinde erimiş.

Gecenin karanlığında kendisini kezzap çukuruna bırakan 23 kişi, aside maruz kalarak hayatını kaybetmiş.

Kamyon şoförü de kezzapla yanmış ve ağır bir şekilde yaralanmış, 6 saatlik yaşam mücadelesinden sonra hayatını kaybetmiş.

Asitte yanan 18 kişiden kalanlar kazadan 10 metre ileride kazılan toplu bir mezara konulup, imam tarafından cenaze namazları kılınmış.

Çukurdaki kezzaba temas edip kurtulan yaralıların da durumu pek parlak olmamış.

Kimisi gözünü kaybetmiş, kimisinin vücudunda çok ağır yaralar oluşmuş.

Acı çok büyük olmuş.

Üzerinden onca yıl geçen bu kaza, bugün neredeyse hiç hatırlanmıyor.

Tarihin en garip ve korkunç kazalarından biri olmuş hâlbuki.

5 OSMANLI GELENEĞİ

Su ve Kahve

Misafirlere kahve fincanı su bardağıyla birlikte sunulurdu.

Eğer misafir kahveden önce suyu içerse, aç olduğu anlaşılır ve ona yemek hazırlanırdı.

Eğer kahveyi sudan önce içerse, tok olduğu anlamına gelirdi.

Kırmızı Gül ve Sarı Gül

Evin önüne sarı gül konulursa, bu evde hasta olduğu ve sessiz olunması gerektiği anlamına gelirdi.

Eğer kırmızı gül konulursa, evde evlenme çağına gelmiş bir genç kız olduğu ve ona talip olunabileceği anlamına gelirdi.

Ayrıca evin yanında kaba sözler söylenmemesi gerektiğini gösterirdi.

.

Kapı Tokmağı

Osmanlı döneminde evlerin kapılarına iki tokmak konulurdu; biri küçük, diğeri büyük.

Küçük tokmak çalınırsa kapıyı çalanın kadın olduğu anlaşılır ve evin hanımı kapıyı açardı.

Büyük tokmak çalınırsa, kapıda bir erkek olduğu anlaşılır ve evin beyi kapıyı açardı.

Sadaka

Osmanlı’da zenginler, fakirleri incitmeden sadaka vermeye özen gösterirlerdi. Bakkallara ve manavlara gider, borç defterini alır, borçları sildirir ve öderlerdi. İsimlerini açıklamazlardı.

Fakirler her zaman borçlarının silindiğini görür ama kimin yaptığını bilmezlerdi, böylece zenginlerin minnettarlığını hissetmezlerdi.

63 Yaş

Osmanlı döneminde 63 yaşını geçmiş olan yaşlılar yaşları sorulduğunda, Peygamberin yaşını (63) aştıklarını söylemekten utanç duyarlar ve saygı göstererek “Sınırı aştık, evlat” denilirdi.

KARGA

Sosyal medyadan bulduğum ve hoşunuza gideceğini umduğum güzel yazıları sizlere aktarmaya devam ediyorum.

Köy yerinde ikindi vakti.

Çıt yok.

Herkes susmuş, sessizlik konuşuyor.

Zaman durdu sanki.

Birden bir damlama sesi.

“Şıp... Şıp!”

Alt mahalledeki çeşmenin musluğu bu.

Tamir edilmeli.

O arada yan arsaya bir karga kondu.

Tedirgin ama ürkek değil.

“Gakk!”

Biraz etrafı kolaçan etti.

Sağa sola baktı, yere pisledi.

Sonra kanatlandı, gitti.

Gece bir domuz girdi o arsaya.

Karganın pislediği yeri eşeledi.

Domuz eşeledikçe toprağın üstündekiler alta indi.

Aylar sonra bir fidan bitti orada.

Karganın pislediği yerde.

Yavaş yavaş büyüdü.

Dal oldu, yaprak oldu.

Ve bir ağaç oldu…

İncir ağacı.

Önce karıncalar sardı ağacı.

Sonra sinekler,

Sonra da börtü böcekler.

En son da kuşlar.

Böcekler ağacın filizlerini, meyvelerini yedi, kuşlar böcekleri.

Alakargalar da incirleri.

Hayvanlar âlemi o ağacın çevresinde bir dünya kurmuşlardı kendilerine.

Karganın pisliğiyle harcı karılan, domuzun eşelemesiyle temeli atılan bir dünya.

O yan arsada yaşam böyle süregiderken, bir insan çıktı ortaya.

Arsayı satın almış.

Önce duvarlarla çevirdi dört tarafını.

Üstünü tel örgülerle sardı.

Böylece domuzlar gelmez oldu.

Sonra börtü böcekten şikâyet etti.

Etrafı zehire boğdu.

Karıncalar, sinekler, böcekler bir bir öldü.

Ardından onları yiyen kuşlar.

Sadece bir ağaç kaldı ayakta.

Hayvan mezarlığında bir incir ağacı.

Tek başına.

En son onu da kesti adam.

Oradaki hayatı bitirdi.

Bir çuval inciri b.k etti!

İnsan denilen yaşam türünün bilimsel adı, Homo Sapiens.

“Düşündüğünün üstüne düşünebilen insan” demek.

O zaman düşünelim.

Herkes kendisine sorsun.

“Çevreye, doğaya bir karga b.ku kadar katkım var mı?”

KAZ YOLMAK

Padişahın biri veziriyle birlikte gezintiye çıkmış.

Gezi sırasında bir köye gelmişler.

Küçük, şirin bir evin önünde oturmuş, örgü ören bir genç kız görmüşler.

Padişah kızın yanına yaklaşıp sormuş:

-“Merhaba kızım. Baban evde mi?”

-“Babam evde yok! Azı çok etmeye gitti.”

-“Annen evde mi?”

-“Annem de evde yok! O da biri iki etmeye gitti.”

-“Kızım eviniz çok güzel ama bacası eğri.”

-“Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter.”

-“Sana bir kaz yollasam yolar mısın?”

-“İzninizle en ince tüylerine kadar yolarım!”

Padişah kıza “Öyleyse selametle kal!” deyip, veziriyle tekrar yola koyulmuş.

Saraya varınca padişah vezirine sormuş:

Padişah: -“Kız ile ne konuştuğumuzu anladın mı?”

Vezir: -“Doğruyu söylemek gerekirse anlamadım padişahım…”

-“O halde tez vakitte git öğren! Yoksa seni vezirlikten azlederim!”

Vezir telaşla fırlamış. “Nasıl öğrenirim?” diye düşünürken, en iyisi ilk ağızdan bilgi almak deyip, gitmiş padişahın konuştuğu kızı bulmuş.

Vezir: “Aman kız, hanım kız!… Biz bu gün yanımda biriyle senin yanına gelmiştik. Yanımdaki kişi senle sohbet etmişti. O sohbette konuştuklarınız ne anlama geliyordu? Onları bana bir deyiver. Dile benden ne dilersen.”

Kız: “Konuştuklarımızı açıklarım ama her cevap için on altın isterim” demiş.

Vezir kabul etmiş.

Kız anlatmaya başlamış: “O amca bana babamı sorduğunda ‘Azı çok etmeye gitti’ demekle; babamın çiftçi olduğunu, tarlaya tohum ekmeye gittiğini anlatmak istedim.”

Vezir on altını vermiş, kız devam etmiş:

“O amca annemi sorduğunda ‘Annem biri iki etmeye gitti’ demekle; annemin ebe olduğunu, doğum yaptırmaya gittiğini anlatmak istedim.”

Kız vezirden on altın daha alıp devam etmiş: “Amca ‘Eviniz çok güzel ama bacası eğri’ demekle; benim güzel olduğumu ama gözlerimin şaşı olduğunu söyledi. Ben de ‘Bacası eğridir ama dumanı doğru tüter’ diyerek; şaşıyım ama gözlerim iyi görür demek istedim.”

Vezir kıza on altınını verip hemen atılmış: “Peki ya ‘Sana bir kaz yollasam yolar mısın?’ ne demek?”

Kız tebessüm edip açıklamış: “O kaz da sizsiniz” demiş. “Bunları öğrenmek için bana onlarca altın verdiniz!…”