Melih Cevdet'e sormuşlar:

“Evlilik nedir?” diye.

“Eskiden” demiş, “Kız tarafının ve oğlan tarafının ailesi bir araya gelir, yeni çiftin kuracağı yuva için beraber hazırlık yapılır, beraberce yeni ev düzülürdü.

Tabii o zamanlar evler genelde bahçe içinde müstakil evlerdi. O yüzden buna ‘Evlenmek’ denirdi. Şimdi ise yeni evliler apartman dairelerinde yani katlarda oturuyorlar, bu yüzden artık evlilik ‘Katlanmaktır’...”

“Bir adam karısına arabasının kapısını tutuyorsa emin olabilirsiniz. Ya arabası yenidir ya da karısı!..”

Bir genç babasına sorar; “Baba evlenmek kaça mal olur?”

Baba cevap verir: “Bilmiyorum oğlum, ben hâlâ ödüyorum.”

Günümüzde evlilik döngüsü;

“Açılış, Saygı Duruşu, Cicim Ayı, Geçim Ayı, Trip Ayı, Didişme Ayı, Kavga Ayı, Ayı Oğlu Ayı Ve Kapanış.”

Bir kavgadan sonra kadın kocasına bağırır: “Seninle evlendiğimde tam bir aptalmışım.”

Adam cevap verir: “Evet âşıktım, fark edemedim.”

Evliliğin ilk yılında adam konuşur kadın dinler, ikinci yılında kadın konuşur adam dinler, üçüncü yılında her ikisi de konuşur, komşular dinler.

Delikanlı sorar: “Evlilik güzel midir dede?”

“Güzeldir oğul, karın dert ortağın olur.”

“İyi de benim derdim yok ki dede.”

“Evlenince o da olur!...”

Erkek, karısının söylemediği her sözcüğü anladığı andan itibaren gerçekten evlidir...

Eğer haksızsanız ve susuyorsanız bilgesiniz.

Eğer haklıysanız ve susuyorsanız evlisiniz!

Fadime Temel'e seslenir: “Temel şu kuzuyu kes de sana akşama nefis yemekler yapayum…”

“Niçun?” diye soran Temel’e, Fadime öfkelenir:

“Evliliğimizin onuncu yılı daaa…”

Temel umursamaz tavırla reddeder:

“Benim hatamı kuzu niye çeksin?!.”

Eğer bekârsan her yerde mutlu çiftler görürsün.

Eğer evliysen her yerde mutlu bekârlar görürsün...

Evlenmeden önce gözünüzü dört açın evlendikten sonra yarısını kapayın!..-

Evlilik fırtınalı bir denizse, bekârlık da bulanık bir bataklıktır.

Mutlu evlilik, kısa gibi gelen uzun bir konuşmaya benzer.

Yaşlı çifte sorarlar:

-“Tam 65 yıl… Bunca sene, nasıl evli kaldınız?”

Yaşlı çift cevap verir:

-“Bizim zamanımızda kırılan şeyler tamir edilirdi, şimdiki gibi hemen çöpe atılmazdı...”

BAZI KADINLAR

Bazı kadınlar yeryüzünde doğar, gökyüzünde yaşarlar.

Onların adı "SEVGİ" dir.

Bazı kadınlar siyah elbiseler giyip beyaz ışık saçarlar.

Onların adı "ASALET" tir.

Bazı kadınlar saatlerde yelkovanı durdurur, hayatı başlatırlar.

Onların adı "SİHİR" dir.

Bazı kadınlar dünyayı ellerinde taşır, sonra da usulca avucunuza bırakırlar.

Onların adı "KUDRET" tir.

Bazı kadınlar damlalardan deniz, bulutlardan güneş sağarlar.

Onların adı "GÜÇ" tür.

Bazı kadınlar sulardan ateş çıkarırlar.

Onların adı "MUCİZE" dir.

Bazı kadınlar kalplerinde tüm renklerin paletini taşırlar.

Onların adı "RESİM" dir.

Bazı kadınlar kusursuz bir imla ile yaşarlar.

Onların adı "ŞİİR" dir.

Bazı kadınlar bir ömürlük hayatta üç ömür paylaşırlar.

Onların adı "EMEK" tir.

Bazı kadınlar melodisi her yerden duyulan notalar olurlar.

Onların adı "ŞARKI" dır.

Bazı kadınlar buram buram masumiyet kokarlar.

Onların adı "ÇİÇEK" tir.

Bazı kadınlar gökyüzündeki dualardır. Yeryüzünde kabul olurlar.

Onların adı "HEDİYE" dir.

Bazı kadınlar küçücük kalplerinde kainatı saklayan, kendinden başkasına içinde bulunduğu kalbi kuralsız yasaklayan bir hayal olurlar.

Onların adı "AŞK" tır.

Bazı kadınlar bütün bunların hepsi birden olurlar, hayatın içinde bir “ABİDE” gibi dururlar.

GİLLİAN LYNNE

Gillian, henüz yedi yaşındayken, dünya onunla bir şeylerin yolunda gitmediğine karar verdi.

Okulda yerinde duramıyordu.

Kıpırdanıyor, dalıp gidiyor, hayallere dalıyor ve dersleri takip edemiyordu.

Öğretmenleri ona kızıyordu.

Sakin kalabildiğinde onu övüyorlardı ama çoğu zaman cezalandırıyorlardı.

Evde de pek farklı değildi.

Şikâyetlerden bıkmış olan annesi de onu cezalandırıyordu.

Gillian, sadece okulda başarısız olmuyordu evde de başarısız olduğu hissini yaşıyordu.

Bir gün okul idaresi, annesini ciddi bir toplantıya çağırdı.

Odasında oturmuş, endişeyle yeni eleştirileri bekleyen Gillian, öğretmenlerin rahatsızlıklardan, ilaçlardan, belki de hiperaktiviteden bahsettiklerini duyuyordu.

Onlar Gillian’ın “Düzeltilmesi” gerektiğine emindi.

Ama o sırada, Gillian’ı bir süredir tanıyan yaşlı bir öğretmen odaya girdi.

Herkesten yan odaya geçmelerini istedi; buradan hâlâ küçük kızı görebiliyorlardı.

Çıkmadan önce küçük bir radyoyu açtı ve odanın müzikle dolmasına izin verdi.

Ve işte o zaman, onu gördüler.

Gillian, yalnız başına, hareket etmeye başladı.

Dans ediyordu.

Bedeni neşeyle ve içgüdüsel olarak müziğe uyuyordu.

Ayakları yere vuruyor, kolları havalanıyor tüm bedeni ritim ve yaşam dolu bir hareket içindeydi.

Yaşlı öğretmen sadece gülümsedi ve şöyle dedi:

“Hasta değil. O bir dansçı.”

Annesine, “Onu bir dans okuluna yazdırmasını” tavsiye etti.

Ve annesi de bunu yaptı.

Gillian, ilk dersinden sonra eve neşe içinde dönüp şöyle dedi:

“Herkes benim gibi! Kimse yerinde duramıyor!”

Bu küçük kız, daha sonra dünya çapında ünlü bir dansçı, koreograf ve Cats Müzikalinin yaratıcı ruhu olan Dame Gillian Lynne oldu.

Her yanlış anlaşılan çocuğun, kusur değil yetenek gören biriyle karşılaşması dileğiyle.

ÖN YARGI

Genç adam evinin alt katında marangozluk yapıyordu.

Kapı ve pencere konusunda uzmandı.

Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca ahşap olanlara rağbet azaldı.

Bu yüzden işler iyi gitmiyordu.

Üstelik de çocukları büyümüş biri hariç okula başlamıştı.

Masrafları artınca yanındaki kalfasına yol verdi.

İşe biraz daha erken koyulur yardımcıya ayırdığı parayı çocukların harçlığına aktardı.

Adam bir gün çalışırken elektrik kesildi.

Ve uzun süre beklediği halde gelmedi.

Aksi gibi o akşamüzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı.

Boş kalmayı sevmezdi.

Planyayı yağladı, talaşları süpürdü.

Biraz dinlenmek için eve çıkarken sigortaya göz attı.

Eğer yanılmıyorsa bu iş normal değildi.

Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı.

Şalteri kaldırınca atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama bu işe bir anlam veremiyordu.

Şaka dese böyle bir şaka yapılmazdı.

Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu.

İşe koyulduğunda yine aynı şey oldu.

Ama bu sefer suçluyu görmüştü.

Oğlu, evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada babasını karşısında bulmuştu.

Adam on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi.

Bütün günü onun yüzünden mahvolmuştu.

Bir kere yapmış olsa ses çıkartmazdı.

Ama tekrarlaması hangi yönden bakılırsa bakılsın büyük hataydı.

Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı.

Herşey onun iyiliği içindi.

Belki vurduğu tokat serseri olmasını engellerdi.

Adam oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra eşine dert yanarak:

-“Bu çocuğun okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!..” dedi. “Eğer serbest bırakırsak başımıza büyük dertler açacak!...”

Adam bir süre düşündü.

Sonunda da en kolay yolu buldu.

Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde, arkadaşlarına ait ipucu olmalıydı.

Eşi istemese de ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı.

Oğlu en son sayfada:..

“Bu gece kötü bir rüya gördüm!...” yazmıştı. “Atölyede çalışırken babamı elektrik çarpıyordu. Allah'ım onu koru!.. Ben elimden geleni yapacağım!...”

SİMİD-İ HALKA

Tarihe altın halka gibi geçen bir lezzet: Simit.

Bugün vapurda, sokakta, okul önünde elimizde tuttuğumuz o susamlı halkalar, aslında yüzyıllardır bu toprakların sessiz tanıkları…

1593 yılına ait Üsküdar Şer’iyye Sicili kayıtlarında geçen “Simid-i Halka”, bu nefis halkaların ilk kez resmî şekilde tanımlandığı belge olarak bilinir.

Kayıtlarda hem fiyatı hem ağırlığı hem de rengi belirlenmişti.

Hatta öyle ki, dışı iyice kızarmış ve hoş görünüşlü olmalıydı; sönük, hamur kalmış olanlara izin yoktu.

Her simit, adeta altın gibi parlamalıydı.

Ama bu halka aslında sadece bir hamur işi değil; geçim derdiyle sabahın köründe yollara düşen satıcının, simidini zembille asıp üç ayaklı tahtaya dizdiği günlerin, İstanbul sokaklarının kokusu…

Rivayet odur ki; Simit, Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana halkın temel sokak yiyeceklerinden biri olmuş, saraya da halk sofrasına da girmiştir. Ancak tarih boyunca sadece bir dönem fırınlar suskun kalmış:

II. Dünya Savaşı yılları.

Un kıtlığı yaşandığı için, simit yapımı bir süreliğine devlet tarafından yasaklanmış. Ekmek bile karneyle alınıyorken, sokakta susam kokusu duymak mümkün değildi.

Zamanla üç temel simit türü oluştu:

Taban Simidi: Fırının taşına doğrudan bırakılan, altı kıtır kıtır olan tür.

Tava Simidi: Sac üzerinde pişirilen, daha yumuşak dokulu ve hızlı yapılanı.

Kazan Simidi: Günümüzde en yaygın olan şekli. Pekmezli suda haşlanıp fırında pişiriliyor.

Bugün bir simidi elimize aldığımızda, aslında sadece bir hamur değil, yüzyılların geleneğini tutuyoruz elimizde.

İstanbul’un kaldırımlarında, sokak satıcılarının sabırla yoğurduğu bir zamanın tadı…

Görsel: Osmanlı döneminden bir simitçinin tasviri.

Ressam: Fausto Zonaro)

(Dünya Gözüme Kaçtı adlı siteden alıntıdır.)

HOCA NASREDDİN

Nasreddin Hoca Akşehir'de kadılık vazifesini yürütürken karşısına iki adam çıktı.

Birisi öteden beri cimriliği ile tanınmış bir aşçı, diğeri de boynu bükük bir fakirdi.

Aşçı:

-“Hocam! Ben bu adamdan davacıyım. Dükkânın önünde fasulye pişiriyordum. Tencerenin kenarından yemeğin buğusu çıkıyordu. Bu adam elinde somunla geldi. Kopardığı lokmaları yemeğin buğusuna tutup başladı atıştırmaya. Yiye yiye koca bir somunu bitirdi. Ondan yediği fasulye buğusunun parasını istedim, vermedi.”

Nasreddin Hoca anlatılanları dikkatlice dinledikten sonra fakire döndü:

-“Doğru mu bunlar?”

“Evet doğrudur hocam” dedi fakir olan.

-“Öyleyse para kesesini çıkar bakalım.”

Zavallı fakir, kadı efendiye karşı gelemedi içinde üç beş akçe bulunan para kesesini uzattı.

Hoca bu sefer aşçıyı çağırdı yanına. Keseyi aşçının kulağına yaklaştırarak şıngırdatmaya başladı.

Sonra da:

-“Haydi aldın işte alacağını.”

Aşçı şaşkınlıkla sordu:

-“Nasıl olur? Paramı vermediniz henüz.”

Hoca cevap verdi:

-“Fazla uzatma, yemeğin buğusunu satan, akçenin de sesini alır.”

23 senedir bize muhteşem hayat yaşattığını söyleyen, sürekli enflasyonun düştüğünü, düşeceğine inandıran, lüks hayat vaat eden ama hiçbir iş yapmayan bu iktidar gözlerimize hayalden başka bir şey göstermedi.

Özlediğimiz hayatı bize fasulyenin buğusu gibi gösterdi.

Ben de diyorum ki:

Sandığa gittiğimizde oyumuzu sandığa doğru sallayıp geri çeksek ve atmasak?