Geçen haftalarda annem ve eşim Gülay börekçi dükkânı açmaya karar vermişlerdi.

Nihayetinde dükkân tutulduktan sonra, dayandı, döşendi ve açılışa hazır hale geldi.

Eşim tutturdu “İlla ki dükkânı başkan açacak” diye.

Tesadüfler yardım etti ve simitçi Halim başkanı açılışa getirme sözü verdi.

(Geçen hafta yazımı okumayıp “Simitçi mi?” sorusunu hayretle sorup “Ne alaka?” diyenler internetten okuyabilirler)

Biz de “Başkan bize uymaz, o halde biz başkana uyalım” dedik ve simitçi Halim’i başkana gönderdik.

Nihayetinde “Cumartesi günü saat 13.00 gibi açarız” diye haber yollayan başkana uyduk ve duyurularımızı yapmaya başladık.

“Misafir Börekçisi Belediye Başkanımızın katılımıyla cumartesi günü saat 13.00’de açılacaktır. Tüm Halkımız davetlidir. Not: Açılışta börek ikramı yapılacaktır.”

Belediye hoparlöründen, broşürlerle, telefonlara mesajlarla duyurularımızı yaptık.

Annem “Kaç kilo börek yapalım gelecek olanlara?” diye sorunca, “İşte” dedim, “Burası en önemli nokta. Zira önceden kestirmek zor.”

Gelse gelse 100 kişi gelir, adam başı 150 gram börek versek 15 kilo börek yapar.

Hesap kolaydı.

Ama ben “Biraz fazla yapalım, ne olur ne olmaz” dedim.

“Artarsa çocuk yurduna yollarız” diye de ilave ettim sözlerime.

Açılış için dükkânı süsledik, güzelce temizledik.

Açılışta kemanlarla ve lir ile müzik çalacak trio ayarlandı.

Sunumu yapacak olan kızı belediye tiyatrosundan bulduk.

Balonla süsleme filan hepsi ayarlanmıştı.

Reklam olsun diye misafirlere dağıtılacak kartvizitleri bastırdık.

Markalı paket kâğıtları yaptırıldı.

Kısaca açılışa hazırdık.

Akşam eve geldiğimizde resmen turşumuz çıkmış vaziyette yattığımız yeri beğeniyorduk.

Ama açılış heyecanı ile çok da takmıyorduk kafamıza bu yorgunluğu.

Açılış günü geldi çattı.

Sabah erken saatte annem ile Gülay mutfağa daldılar börek yapmak için.

Ben diğer işleri organize ediyordum.

Ayrıca organizasyon şirketi elemanları da benim talimatlarımı bekliyorlardı.

Hava güzeldi.

Rüzgâr yoktu.

Allah dualarımızı kabul etmiş olacak ki açılış günü, günlük güneşlikti.

Saat 11.00’den sonra misafirler yavaş yavaş gelmeye başladılar.

Fakat gelenlerin kalabalığına bakınca “Bu saatte bu kalabalık varsa, başkan geldiğinde ne olur?”

Telaşa düştüm tabi.

Hemen aşağıya mutfağa indim ve Annem ile Gülay’a “Kızlar 15 kilo börek yetmeyecek haberiniz olsun. Şimdiden önleminizi alın. Başkana ise ayrıca bir tepsi börek yapıp, ayırın. Yoksa işimiz zor olacak gibi…”

Annemlerin hem börek yapması, hem de böreği dağıtması zor olacağından lokantacı esnaflarından iki kişiyi getirip tezgâha yerleştirdim.

Bir de yanına paketleri yapacak iki kız buldum.

Mutfaktan börekleri getirip, boş tepsileri aşağıya götürecek bir delikanlıyı da ayarladım.

Anlayacağınız fabrika gibi çalışacaktık.

Biraz masraflı oldu ama battı balık yan gider.

“Yürü be, kim tutar bizi…” diyordum içimden, coşmuştum bir kere.

Saat 13.00’e geliyordu.

Dükkânın önünde bırakın 100 kişiyi, en az 500 kişi vardı.

Hemen aşağıya inip durumu anlattım ve “Bugün biz börek yetiştiremeyiz” dedim.

Annem uyanık; “O halde 150 gram değil, 50 gram börek vereceğiz, tadımlık” dedi.

“Ne o anne kuşyemi gibi” dedim.

“Ne yapalım oğlum, millete 2 ton börek dağıtacak değiliz ya…” dedi sustum.

Kadın haklıydı.

Her tarafı organize ettim.

Trio kapıda müziğe başlamıştı.

Tezgâhtakiler yerlerini aldı.

Sunucu kız elinde mikrofon, benden işaret bekliyordu.

Uzaktan Simitçi Halim koşarak geldi;

“Hazır olun başkan geliyorrrmuşşş…” diye bağırarak elindeki telefonu kapattı...

“Başkan kalemi aradı yola çıkmışlar…”

Bizde bir telaş başladı.

Selamsız Bandosu filmindeki gibi hareketlendik.

Trio canlı bir şeyler çalmaya başladı.

Sunucu elindeki mikrofona iki defa üfleyerek, “Açık mı?” diye kontrol etti.

Tezgâhtakiler üstünü, başını düzeltti.

Annem ile Gülay kapıya çıktılar üzerinde “Misafir Börekçisi” yazan yeni önlükleriyle.

Açılışa gelen kalabalık başkanı görmek için geleceği yöne doğru hareketlendi.

Bir dalgalanma oldu.

“Haydi hayırlısı, bir terslik olmasa bari” diye dua ettim içimden…

BİLL GATES

S. Zabiyaka anlatmış güya, kimse artık?

Yazıya bakınca gazeteciymiş gibi görünüyor.

Araştırdım, böyle birine rastlamadım.

Face’den buldum bunu zaten.

Ama okunası bir şey.

Kızını niçin yoksul bir gençle evlendirmeyeceğini açıkladı...

Şöyle başlamış yazısına;

“Birkaç yıl önce ABD'de yatırım ve finans konulu bir konferansa katılmıştım.”

“Konuşmacılardan biri de Bill Gates'ti ve soru-cevap bölümünde kendisine herkesi güldüren bir soru sordum.

‘Dünyanın en zengin insanlarından biri olarak, kızınızın fakir veya sıradan bir adamla evlenmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?’

Bill Gates şöyle cevap verdi:

‘Öncelikle zenginlik, banka hesabınızda çok para olması demek değildir. 

Zenginlik, öncelikle zenginlik yaratma yeteneğidir.

Örnek:

Piyangoda veya diğer şans oyunlarında 100 milyon kazanan kişi zengin değil, çok parası olan fakir bir kişidir.”

İşte bu yüzden piyango milyonerlerinin %90'ı 5 yıl sonra tekrar fakirleşiyor.

Ayrıca parası olmayıp zengin olanlar da var. Mesela pek çok girişimci.

Paraları olmayabilir ama finansal zekâları gelişiyor ve bu da gerçek zenginliktir.

Zengin ile fakir arasındaki fark nedir?

Eğer bir gencin okumaya, yeni şeyler öğrenmeye, kendini sürekli geliştirmeye çalıştığını görürseniz o zengin bir adamdır.

Ve eğer bir genç adam devleti suçluyorsa, bütün zenginlerin yolsuz olduğunu düşünüyorsa, sürekli onları eleştiriyorsa o adam fakirdir.

Zenginler, ihtiyaç duydukları tek şeyin bilgi ve birikim olduğuna, ancak o zaman zirveye çıkabileceklerine inanırlar.

Fakirler ise başkalarının kendilerine para vermesi gerektiğini düşünürler.

Dolayısıyla, ‘Kızım fakir bir adamla evlenmez’ dediğimde paradan bahsetmiyorum.

Ben o kişinin servet oluşturma yeteneğinden bahsediyorum.

Gerçek şu ki suçluların çoğu fakir insanlardır. 

Parayı görünce çılgına dönüyorlar ve nasıl kazanacaklarını bilmedikleri için hırsızlık veya saldırı gibi yollara başvuruyorlar…’

Bir gün banka güvenlik görevlisi içi para dolu bir çanta bulur. 

Çantayı alıp banka müdürüne uzatıyor.

Birçok kişi ona ‘Aptal’ diyordu. 

Ama gerçekte parası olmayan ama ruhu zengin bir adamdı.

Bir yıl sonra banka kendisine resepsiyon bölümünde iş teklif etti, üç yıl sonra müşterilerle ilgilenmekten sorumlu oldu ve on yıl sonra da aynı bankanın bölge şubesinin müdürlüğünü üstlendi. 

Şimdi yüzlerce çalışanı yönetiyor ve yıllık maaşı, çalabileceğinden çok daha fazla.”

“Zenginlik her şeyden önce bir ruh halidir değerli dostum!” diye bitirmiş yazısını.

Şimdi siz karar verin;

Gerçek zengin kim?

ESKİ OTOBÜS

Kastamonu’da 70 yıl önce “Otobüs” yapılıyordu

“Şehir değil şiir” olduğumuz yıllarda “Ağır sanayi” vardı Kastamonu’da…

“Efsane” ustaların atölyesine “Kamyon” giren ağır vasıta, “Otobüs” olup çıkardı, ülkenin dört bir tarafındaki otobanlar “Ağlardı…”

“Karoser” sanayisi alıp başını yürümüştü Kastamonu'da.

Ülkemize “Endüstriyel” oto fabrikalarının adım atmasına henüz yıllar vardı.

İthal otobüs fiyatları el yakıyordu, çare “El emeği” ile otobüs icat etmeye bakıyordu.

Öyle de oldu.

Ülkemizin kimi illerinde olduğu gibi Kastamonu da kendi otobüsünü kendisi yaptı…

Kamyondan otobüs çıktı.

“İnter”, “Vabis” misali dönemin ağır tonajlı kamyonları, her ne kadar yakıt vesaire masrafları işletmeciye çok da olsa, Kastamonulu ustaların elinde otobüse dönüştü…

Uzun burunlu kamyonların sırtına yerleştirilen “Karoser” sayesinde şehirlerarası yollar “Otobüs” gördü.

1940’ların sonundan başlamak üzere 1970’li yılların başına kadar “Karoser” fırtınası esti Türkiye karayollarında…

1960’lı yıllarla birlikte “İthal ikameci” ekonomi sisteminin ülkemizde dal budak sarmasıyla, yurtdışı şirketlerin yerli acenteleri “Montaj” üzerine kurdukları fabrikalar ile Anadolu sanayisini tahtından ettiler…

Kamyondan otobüs icat eden “Yerli sanayi” öldü.

1940’lı yıllarla birlikte Kastamonu’da “Karoser” sanayisi oluşmuştu…

Hem de adeta “Site” oluşturacak yoğunluktaydı.

Kastamonu’yu ve bütün Türkiye'yi yeniden “Üreten” bir kafaya çevirmek, özel sektöre ekonominin başrolünü oynatmak, ülkeyi bir bütün olarak (İl, ilçe, Kasaba, Bucak, Köy olarak topyekûn kucaklayarak) devletten çare beklemeyecek güce kavuşturmak, günümüzün öncelikli görevi olmalıdır.

Aksi istikamet (bugünkü rotamız) “Terki diyar.”

Evvela o “Ruhu” yaratmak aslolan…

Örnek “70 yıl öncesi…”

Son zamanlarda sosyal medyada moda olan sözü yineleyerek mazinin kıymetinin altını çizelim;

“Bugün 70 yıl geriye gitsek, 170 yıl ileri gideriz…”

Alıntıdır.

MAYMUN ve ASLAN

Bir gün karı koca hayvanat bahçesine gezmeye giderler.

Hayvanat bahçesinde dolaşırken kadın birden maymun kafesinin önünde durur.

Erkek maymunun dişisinin saçlarıyla oynayışına bakarak, bunu “Bir sevgi bir bağlılık göstermek” diye kabul ederek kocasına dönüp maymunları işaret eder: “Görüyor musun ne kadar da romantik, işte aşk, sevgi bu” der.

Adam hiç sesini çıkarmaz.

Sonra aslanların kafesine doğru yönelirler. Erkek aslan ve dişi aslan birbirlerinden uzak bir şekilde, ayrı köşelerde kendi hallerinde uzanmış vaziyettedir.

Kadın: “Görüyor musun bak, nasıl da mutsuz ve üzgün bir aile izlenimi veriyorlar” der.

Adam karısının elinden tutar ve maymun kafesine geri götürür.

Sonra yerden birkaç çakıl taşı alır kafesin içine, maymunlara doğru atar.

Erkek maymun hızlıca kafesin uzak bir köşesine doğru kaçar.

Taşlar kendisine değmesin diye arkasındaki dişisini bile unutmuştur.

Sonra döner aslan kafesine aynı şekilde bir kaç taş atar.

Erkek aslan taşın dişisine atıldığını zannederek yerinden fırlayıp eşinin yanına gider ve öyle bir kükrer ki hayvanat bahçesi aslanın kükremesinden adeta yankılanır.

Adam karısına der ki:

“Bak gördün mü? Görünüşte ne yapıldığına bakma, bu seni yanıltır… Görünüşte herkese mutlu aile tablosu çizen birçok aile vardır ki, en ufak bir problemde birbirlerini yüzüstü bırakır.

Ve yine öyle asil aileler vardır ki, dışarıdan mutsuz gibi görünürler ama birbirlerine sımsıkı sarılmışlardır. Onların sevgisini ve bağlılıklarını yaşadıkları zorluk zamanlarında ancak anlayabilirsin.”

Adam devam eder, “Öyle âşık görüntüsü verenlere aldanma. Nice âşık gördüğün kişi vardır ki, maymun gibi aşkları vardır, kaçıp gitmeye hazır. Nice acıdığın, mutsuz sandığın karı koca vardır ki, aslan gibi birbirilerine canlarını feda etmeye hazırdırlar” der.

Alıntıdır

MUTLULUK

Okulda öğretmen her çocuğa birer kâğıt verir ve “Üzerine kendi adını yaz, kâğıdını buruştur ve havaya at” der.

Her öğrenci kâğıdını, adını yazdıktan sonra buruşturur ve havaya atar.

Öğretmen, “Şimdi kendi kâğıt parçanızı bulmak için beş dakikanız var” der.

Öğrenciler bu beş dakika içinde ararlar ama kendi kâğıtlarını bulamazlar.

Sonra öğretmen öğrencilere, “Şimdi yerdeki herhangi bir kâğıt parçasını alın, isme bakın ve bu kâğıdı o kişiye geri verin” der.

Sadece birkaç dakika içinde herkes kendi kâğıdını geri almıştır.

Öğretmen kendisine merakla bakan çocuklara “Mutluluk da aynıdır.

Sadece kendi mutluluğumuzu bulmaya çalışırsak işimiz zor! Ama birbirimize bakarsak, insanlara yardım edersek mutluluğu bulmak kolay!” der.