Sevgili eşim Gülay, evlendiğimizde olukça pinti biriydi. Sineğin yağını hesap edecek kadar incelerdi harcamalarını.

Ben eşimin bu kadar para harcamasına karşı bu derece hassas olmasını istememiş ve kendisine "Rahat olmasını, bir yandan gidenin, diğer yandan geleceğini" anlatmıştım.

"Dar bütçeli bir evde yetiştiğini, bu sebeple alışmasının zor olacağı" şeklinde cevap vermişti.

Ama evlendikten sonra benden cesaret almış olacak ki, bu sefer de harcamalarının önünü alamıyoruz.

Ben de zamanında garibandım.

Çalıştım, sebat ettim ve bu duruma geldim.

Çok zengin sayılmam ancak kahveden gelenle idare ediyorum.

Eşim Gülay'ı engellemek istemiyorum harcamaları konusunda.

Ona "Tabi ki harcama yapabilirsin ama lütfen dengeli olsun" diye tavsiye edebiliyorum sadece.

Eve ne zaman gelsem kapının önünde çeşit çeşit kargo arabaları, motosikletleri var.

"Yine ne aldın?" diyerek gayet sakin bir sesle soruyorum, "Yanlış anlamasın" diye.

Anlatıyor;

"Duşun başlığına takılan bir aparat aldım, suyun sıcaklığına göre renk değiştiriyormuş…"

"Bu aparat ise perde takarken kolaylık sağlıyormuş."

"Bu aleti kullanırsan soğan doğrarken fazla zayiat vermiyorsun."

"Bu da yatak odasının havasını temizliyormuş…"

Anladığınız üzere dişe dokunur bir tane alet yok.

Hepsi gavaradan.

"Gülay'cığım" dedim, "Tabi ki alışveriş yap ancak, biraz daha dişe dokunur şeyler al. Suya göre renk değiştirse ne olur, değiştirmese ne olur Allah aşkına… Soğan ziyan oluyormuş, yok perde takılıyormuş."

Gülay yüzüme baktı, dudakları titredi ve "Sen aldıklarımı beğenmedin…" diyerek başladı ağlamaya…

Koşarak yatak odasına gitti…

Haydaaa…!

Kadın milleti ile konuşulmuyor yahu.

Ufacık bir şeyde ağlamaya başlıyorlar, bizim de yapacak bir şeyimiz kalmıyor.

Ağlayan insana ne denir ki?

Eğer yanına gidip gönlünü alacaksan

"Hayatım, canım, bir tanem sen beni yanlış anladın…" diyerek başlanır söze.

Ben de öyle yaptım zaten çünkü kural bu.

Çok uğraştım, zorla da olsa ikna ettim kendisini.

"Evde yalnızlıktan çok sıkıldığını, yapacak bir işi olmadığından alışveriş sitelerinde dolaşırken kendini kaptırdığını anlattı. Sağlıklı düşününce bana hak verdi…"

"Ben çalışmak istiyorum" dedi, "Bak böyle evde boş boş canım sıkılıyor. Para için değil tabi, ama…"

"Tamam hayatım canın sıkılıyor olabilir de evde de vakit geçirebilirsin. Örgü ör, resim yap, hobiler edin kendine, annemin yanına in sohbet et." desem de pek kabul görmedi bu fikirlerim.

Peki sonunda ne oldu dersiniz?

Gülay iş aramaya başladı…

YELEKLER!

“Tarlada doğmuşum ben...

Annem göbeğimi “Çekme bıçağı” ile kesmiş, şalvarına sarıp, atmış atının terkisine, getirmiş eve...”

23 Nisan 1929'da, Tekirdağ'ın Büyükyoncalı köyünde.

Mürüvvet Sim, yarım asırlık ömrünün başlangıç noktasını böyle özetliyor...

Fakir bir aile oluşlarını, iki yaşındayken İstanbul'a göçüşlerini, köyle İstanbul arasında mekik dokuyuşunu ve bir sokak çocuğu gibi büyüyüşünü.

“Topkapı, Takkeci Mahallesi'nde oturuyorduk. Annem hizmetçilik yapıyor, babam bahçelerde çalışıyordu…

Hep söylerler, çok yaramazmışım küçükken...

Mahalleli, ‘Korkunç Mürüvvet’ adını takmış bana…”

Hangi evde balık pişse, kendi kendini davet edermiş küçük Mürüvvet.

Hele bir dediği olmasın, camı çerçeveyi indirirmiş...

Herkesi o kadar yıldırmış ki mahalleli aralarında para toplar, Mürüvvet'i sinemaya gönderirlermiş...

Hiç değilse iki saat başlarını dinlemek için…

Sinema dönüşü, mahallenin tüm kadınlarını başına toplar, gittiği filmi oynayarak anlatırmış.

Mürüvvet Sim, yoksul annesi Esma ile babası Mehmet'i, sanatçı olduktan sonra, sultanlar gibi yaşatmıştı.

“Bende artistlik merakı işte o günlerde başladı” diyor Sim…

Ve ilginç bir sır veriyor bize...

Hani Filiz Akın-Türker İnanoğlu evliliğinin meyvesi İlker İnanoğlu'nun, bir zamanlar gişe rekorları kıran "Yumurcak" filmi var ya, işte o filmin senaryosu Mürüvvet Sim'in bir gün sette çocukluk anılarını anlatmasından kaynaklanmış…

Kısacası, “Yumurcak” filminin yumurcağı, Mürüvvet Sim'den başkası değilmiş.

Mahalle terzisinin ona arkadaşlarının elbiselerinin artıklarından diktiği süslü elbiseleri anımsıyor...

Gözlerindeki çocuksu pırıltılar yaşlara dönüşüyor...

Ağlıyor...

Tıpkı Topkapı'nın Takkeci Mahallesi'nin Yumurcak'ı gibi...

Elindeki minicik örgü yeleğe dalarak...

Ve anlatıyor bu gözyaşlarının nedenini;

“Her gün akşamüstü, günbatımı zamanı bir gariplik çökerdi içime... Mahallenin her anası, çocuğunu çağırır, üzerlerine yelek giydirirlerdi... Bir ben kalırdım yeleksiz... Üşümesinden korkulmayan, kenarda, terkedilmiş... Anacığım, karanlıklarda dönebilirdi çalıştığı yerlerden eve... Hiçbir zaman da yeleğim olmamıştı... Hep yelek özlemi içinde idim... Kıskanırdım, sırtlarına yelek geçirilen arkadaşlarımı... O yaramaz Mürüvvet gider, bir köşede sessizce ağlayan zavallı bir çocuk gelirdi o saatler...”

Bu yelekler yaşamında öylesine önemli bir iz bırakmış ki, Mürüvvet Sim'in, tam 38 yıldır, durmadan yelek örer o...

Ördüklerini sokaktaki kimsesiz çocuklara elleriyle giydirir, bakımevlerine bağışlar, armağan olarak, Anadolu'nun dört bir yanındaki köy çocuklarına gönderir...

Yaşamının bir parçası olmuştu bu yelekler...

Eline geçen en küçük bir yün parçası, eski hırkaların sökülmüşleri, hep miniklere yelek oluyor Mürüvvet Sim'in becerikli ellerinde…

TAHTACILAR

Bu yazıyı sosyal medyadan alarak size aktarmak istedim.

Bunlar bizim bu yörenin insanları.

Onları daha iyi anlamak dileği ile.

Anlatım yazara aittir, benim bir dâhilim yoktur.

Torosların Adana’dan başlayıp Muğla’ya kadar devam eden Akdeniz hattı ile Aydın, İzmir, Çanakkale Kazdağları hattındaki ormanlarda ağaç kesim işlerini yapan topluluklara “Tahtacılar” denir.

Günümüzde geçimlerini sürdürmek için daha çok kasaba ve şehirlere yerleşmişler.

Selçuklu beylikleri dönemine kadar uzanan Tahtacıların tarihi ve kimlikleri hakkında farklı görüş ve değerlendirmeler olsa da Osmanlı tersaneleri ve inşaatlar için ağaç kesip tahta biçtikleri ve bu ağaç işleri mesleğini cumhuriyette de devam ettirdikleri açık bir kesinliğe sahip.

Tahtacılar, yaptıkları işin gereği olarak ormanlık bölgelere yerleşmişler, neredeyse bin yıldır orman dünyasının bir parçası olarak çadırlarda yaşamış ve özellikle Osmanlı merkezi idaresinden uzak durmaya çalışmışlar.

Tahtacıların gerek Osmanlı gerekse cumhuriyet devletinden uzak durmalarının temel gerekçesi, Alevi olmalarındanmış.

Süha Arın’ın belgeselinde konuşan orman işçisi Ali Şimşek “Bize genel olarak Tahtacı diyorlar. Tahtacı deyince bazı çevreler öcü görmüş gibi bunu başka bir tanımla değerlendiriyorlar” diyerek, bu tarihsel sorunun toplumdaki kökleşmiş algısını ifade ediyor.

Süha Arın öğrencisi Nesli Çölgeçen ile birlikte 1979'da Antalya Elmalı kazası bölgesindeki Tahtacılarla ilgili bir belgesel yapar.

Belgeselin masrafını tamamen cebinden karşılayan Arın, filminin adını “Tahtacı Fatma” koyar.

“Benim adım Fatma Şimşek. İlkokulu bitirdim. 12 yaşındayım. Babam Tahtacılık yapıyor…” diyen Fatma’ya yönelen kamera bize, Fatma’nın ve naylon çadırlarda yaşayan Tahtacıların ağır iş hayatını yalın, doğal diyaloglar yoluyla anlatır.

Bir orman işçisi “Var mı pulun, cümle âlem kulun. Yok mu pulun, cehennemdir yolun” diyerek başladığı yokluk ve yoksunluk anlatısına “Ama işçi iki yerde göz önüne alınıyor. Birisi harpte, birisi seçimde, birisi de devlet angaryasında. Sigortamız yok, sendikamız yok, haklardan mahrumuz, bir ilk yardım çantası bile vermiyorlar… Çocuklarımızı okutmasını bilmiyor muyuz? Ama nasıl okutalım?” diye devam eder.

“Harp, seçim, angarya…” sade, doğrudan ve net bir tespit!

Belgeseli ilk izlediğimde dikkatimi en çok ormanda yaşayan o yoksul insanların düzgün konuşmaları, hayata dair farkındalıkları, sorunlarını ifade edişlerindeki neden sonuç ilişkisini kurmaları çekmişti.

Süha Arın, “Tahtacı Fatma” belgeseli üzerine yaptığı söyleşide şöyle diyor: “Beni ve ekibin diğer elemanlarını şaşırtan en önemli olgulardan biri de o kadar aydın fikirli, o kadar ileri görüşlü insanlardı ki, donup kaldık hepimiz. Açık fikirliler. Sorulara net cevaplar veriyorlar. Kendilerini çok iyi yetiştiriyorlardı. Sürekli okuyorlardı. Ve sürekli tartışıyorlardı.

Türkiye gündemini takip ediyorlardı. Dünya gündemini izliyorlardı. Bu bizi çok etkiledi. Çekimlerdeki konuşmalar tamamen doğaçlamadır.”

Arın’ın ilk belgeselinden 35 yıl sonra “İki Ağaç İçin” adlı bir başka belgeselde Tahtacı Fatma evlenmiş, Elmalı’ya yerleşmiş, iki yetişkin çocuk sahibi olmuş halini izliyoruz.

“Büyüklerimiz semah döner, bizler oyun oynardık” diyen Fatma, ormanın güzel olduğunu, özgürlük olduğunu söylüyor;

“Bir ağacı kesebilir misin? Kesemezsin! Biz orman işletmesinin bize gösterdiği yaşlı işaretli ağaçları keserdik.”

Bir tarafta, “Orman yangınlarında bize yangın var diye söylenmesine lüzum yok. Bir menfaate dayanarak değil, içimizden ormana karşı gelen bir sevgiye dayanarak orman yangınlarına gideriz. Ben o ormandan çoluğumun çocuğumun nafakasını alırım. Orman benim için hazine” diyen Fatma’nın ormana, doğaya bakışı; diğer tarafta ormanları taş ocakları, mermer ocakları, madenler ve özellikle de otel inşaatları için kesenlerin, yakanların bakışı.

“Bir ağacı kesebilir mi insan?”

Bu denli kokuşmuş ve çürümüş bir dünyada Tahtacı Fatma’nın bu sözü müstehzi gülümsemelerle karşılanabilir, naif görülebilir.

Öyle ya; “Lümpenleşmiş sermayenin ve politikacıların ahtapot dünyasında ne önemi var ki bu sözün?”

“Hayır!” yaşamak zorundayız…

“Doğamızı, havamızı, suyumuzu, ağacımızı, börtü böceğimizi korumak zorundayız.”

Onlarla varız biz.

Sermaye odaklı politikaların insana ve doğaya düşmanlığının ulaştığı merhametsizliğini, sevgisizliğini, sömürüsünü ve alabildiğine yıkıcılığını tüm çıplaklığıyla ortaya seren bu sözü savunmaktan gayrı gideceğimiz bir yer yok! 

Yürek yakan bunca olayların yaşandığı ülkemizde ormanın bir dünya ve Tahtacıların da o dünyanın bir parçası olduğunu doğal haliyle anlatan “Tahtacı Fatma” belgeseli, kurumuş dudaklarımızı ıslatan bir su gibi ferahlık sağlıyor.

ARGOS

Argos’un hikâyesi, antik edebiyatın en dokunaklı sadakat sembollerinden biri olarak kabul edilir.

Bu hikâye, MÖ. 8. yüzyılda yazılmış Homeros’un epik şiiri Odisseia’dan gelir.

Odisseia, Truva Savaşı’nın ardından vatanına dönmeye çalışan Ulysses’in tehlikelerle dolu uzun yolculuğunu anlatır. Bu yolculuk boyunca Ulysses, savaşlar, gemi kazaları ve sürekli ölüm tehdidiyle karşı karşıya kalır.

Yirmi yıl sonra nihayet memleketi İthaka’ya ulaşır.

Ancak, Ulysses kılık değiştirmiştir ve kimse onu tanıyamaz.

Ailesi ve en yakın dostları bile onun kim olduğunu anlayamaz.

Yine de bir can, onu tereddütsüz tanır.

Argos, yaşlı ve ihmal edilmiş köpeği, bir toz yığınının üzerinde yatmaktadır.

Uzakta, ustasını görür.

Kulakları hafifçe dikilir ve kuyruğu zayıf bir hareketle sallanır.

Ayağa kalkamayacak kadar bitkin olsa da, yıllardır beklediği sahibini tanımak için son gücünü toplar.

Bu kısa ama yürek burkan sahne, Odisseia’nın XVII. Şarkısı’nda geçer ve edebiyatın en dokunaklı anlarından biri olarak kabul edilir.

Herkesin unuttuğu Argos, sadakatle bekleyerek sonunda ustasını görür.

Ve o sessiz sevinç anında, huzur içinde ölüme teslim olur.

Bu sahne, köpeklerin koşulsuz sevgisine adanmış ebedi bir övgüdür:

“Onlar asla unutmaz, umudunu kaybetmez ve sevgileri değişmez.”

Argos’un sadakati, zamanları aşarak bize insan ile köpek arasındaki bağın ne kadar kutsal olduğunu hatırlatır.

Bir köpeği sevmiş olan herkes için bu sahne, kalbin en derinliklerine işler.

Bu hikâye, büyüklük ya da kahramanlıkla ilgili değil, sessiz sadakatin ve bağlılığın güçlü bir ifadesidir.