Sosyal medyada gezinirken gördüm bu yazıyı.

Bir tuğla ve üzerinde “Makrikeuy” yazıyormuş.

Yani Makriköy.

Tiyatromuza gelenler bilir.

Bu sezonda Ferhan Şensoy’un yazdığı Soyut Padişah’ı oynuyoruz.

Hatta daha bu hafta sonu Altınoluk’taydık, turnede yani.

Öyle uzaktan davulun sesi hoş geliyor ama resmen yorgunluktan da ölüyorum.

Neyse efendim, sözü şuraya getireceğim;

Bu oyunda benim rolüm “Makriköylü Mustafa…”

O kadar içmesine rağmen sarhoş olmayan ve Padişah tarafından konulan içki yasağına dik duran biri.

Orijinal oyunda Makriköylü’yü rahmetli Münir Özkul oynamıştı.

Aslında büyük cesaretti benimkisi.

Zira Kavuk sahibi birinin arkasından bu rolü oynamak, maça isterdi.

Aslında Makriköylü olarak Mustafa yok tarihte (En azından benim yaptığım araştırmada yok).

Ferhan Şensoy’un bu karakteri tarihte yaşamış olan “Bekri Mustafa” dan esinlendiğini zannediyorum.

Zira Makriköy, Bakırköy’ün eski adı.

Bekri Mustafa ise Kadırgalı.

Peki bu Bekri Mustafa kim?

İşte size o adam.

Yorgancı esnafından Ahmet Ağa’nın oğlu olan ve gece gündüz içtiği için Bekri namıyla ün yapan Mustafa, 1593 yılında Kadırga'nın Cinci Meydanı ile Küçük Ayasofya Camii arasındaki bir evde dünyaya gelmiş.

Babasının hali vakti yerinde olduğu için çocukluğu refah içinde geçmiş, Beş yaşında iken Küçük Ayasofya Camii yanındaki Mahalle Mektebine eğitime başlamış, burada hıfız ederek Hafız olmuş sonrada Beyazıd Medresesi’ne devam etmiş bir yandan da babasının dükkanında yorgancılık işini yüklenmiş.

18 yaşındayken annesinin de vefatıyla yalnız kalan genç yorgancı, bazı arkadaşlarının da ısrarı ile içkiye başlamış ve Kumkapı’da Agop’un Meyhanesi’nin başlıca müdavimleri arasına karışmış.

Çok geçmeden medreseyi de dükkanı da bir tarafa bırakan Mustafa Ağa, bütün ömrünü gece gündüz bu meyhanede içki içmekle geçirmeye başladığından Bekri namıyla anılmaya başlanmış.

Uzun boylu, iri yapılı, geniş omuzlu, pos bıyıklı ve güçlü kuvvetli bir adam olan Bekri Mustafa, son derecede zeki, nüktedan ve hoş sohbet biriymiş.

Hazır cevaplılığı ve hak bilirliği ile herkesin takdir ve sevgisini de toplamış.

Bekri Mustafa'nın bu özelliklerini duyan Dördüncü Murat, daha şehzadeliği sırasında kendisini nedimeleri arasına almış, tahta çıkışından sonra da saraya dahil olmuş.

Dördüncü Murat, içki yasağını koyduğu yıllarda dahi Bekri’nin ayyaşlığını hoş görmüş, kendisinden iltifatlarını esirgememiş.

Bekri Mustafa’nın içki yasağı devirlerine ait günümüze uzanan birçok fıkrası varmış.

Hikâyelerle dolu yaşantısı çok kısa sürer Bekri, henüz 41 yaşındayken hastalanmış ve iki üç gün içinde hayata gözlerini yummuş.

Cenazesi vasiyeti üzerine Balıkpazarı Meyhanelerinin civarında bulunan mezarlığa gömülmüş.

Sonra bu mezarlık kaldırılıp yerine dükkânlar ve çarşı yapılmış.

1903 yılında çevre esnafı arasında toplanan para ile mezarı onarılmış ve başucuna bir taş dikilmiş.

Destan olan Bekri Mustafa, geçmiş yaşantımızın en ünlü halk kişisi olarak günümüzde de anılarıyla yaşatılmış.

İşte bize uzanan fıkraları:

Sultan Dördüncü Murat, koyduğu içki yasağını kontrol için tebdili kıyafet teftişe çıkar.

“İçki içen var mı?” hesabı.

Bir kayığa biner, boğazı geçecektir.

Kayıkçı bizim meşhur Bekri Mustafa'dır. Kıyıdan açılırlar, Bekri Mustafa şişeyi zuladan çıkarır, iki fırt çeker, kılık değiştirmiş sultan sorar.

-“O nedir?”

(Bekri ihtiyatlıdır)

-“Kuvvet şurubu! İki yudum içince kürek falan vız gelir bana.”

Padişah merak eder,

-“Birader, ver iki yudumda ben içeyim.”

Bekri acır, “Nasılsa kimse görmez, gariban içsin iki yudum şarap bari” der. Şişeyi uzatır, sultan kafaya diker.

-“Ulan bu düpedüz şarap” der.

Bekri “Evet şarap” diye cevap verir

Padişah; “Ulan ben şarabı yasak etmedim mi?”

Bekri; “Lan! Sen kimsin şarabı yasaklayacak?”

Padişah; “Ben Sultan Murat’ım!”

Bekri kayığın küreğini kapar; “Vurdum mu küreği, yuvarlarım seni aşağı… Daha iki yudum içtin kendini padişah zannettin, şişeyi bitirsen haşa ‘Dünyayı ben yarattım’ diyecen.”

Bir başka fıkra:

Bekri Mustafa yoksul bir Mahallede bir caminin önünden geçmektedir.

O sırada musallada bir tabut vardır.

Fakat namazı kıldıracak imam ortada yoktur.

Cemaatin beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı Hoca zannederek namaz kıldırmasını söylerler.

“Yok ben Hoca değilim” dese de dinlemezler ve zorla öne geçirirler.

Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar.

Cemaat ölüye ne söylediğini merak eder, Bekri Mustafa gülerek cevap verir.

“Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun, eğer orada bu dünyanın ahvalini sana sorarlarsa, Bekri Mustafa imam oldu dersin, onlar durumu anlar dedim.”

Fıkralara devam:

Bekri Mustafa nasılsa Ramazan ayında bir gün oruç tutmuş, bayramda bir toplulukta orada bulunanlardan birisi üzüntü ile “Bu sene Ramazandan bir gün kaçırdım” demiş, Bekri bunun üzerine adamın omuzuna dokunup şöyle demiş:

“Üzülme Efendi, o senin kaçırdığın orucu biz tuttuk.”

Fıkraya devam:

Bekri Mustafa'yı rica minnet camiye götürmüşler,

Hoca başlamış anlatmaya, “Bir yer vardır ki orada zengin fakir ayırımı yoktur. Dertli giren neşeli olur. Oraya giren herkesin gönlü ferahtır. Bilin bakalım burası neresidir?”

Bekri Mustafa yanıt vermiş:

“Neresi olacak? Meyhane!”'

4. Murat gene birgün tebdili kıyafet Balıkpazarı’ndaki kaçak meyhaneleri gezerken Bekri’ye rastlamasın mı?

Bekri 4. Murat’ı görünce elindeki testiciği arkasına gizlemek istemiş.

Murat “Uzat elini!” deyince boş elini uzatmış.

“Öteki elini uzat!” emrini alınca testiyi tutan elini değiştirmiş

Murat gülerek buyruk vermiş bu kez, “İki elini birden uzat!”

Bekri hemen sırtını duvara dayayarak testiyi sırtına kıstırıp, ellerini uzatmış, Murat hınzır hınzır bir edayla, “Şimdi bana doğru gel!” deyince de dayanamamış: “Oynama Murat, testiyi kırdıracaksın.”

Şimdi ise; hani tuğlayla açtığımız sohbetin final kısmına.

İşte Bakırköy’de 20 sene önce yıkılan bir binanın, “Makrikeuy” yazılı tuğlası.

Makri, “Uzun” demekmiş.

“Makriköy”; “Uzunköy” anlamına gelirmiş.

Yani Bakırköy’ün 1930 öncesi ismi.

Osmanlı döneminde Rumca isimler sıkça kullanılırmış, böylece Makriköy, bölgenin coğrafî özelliklerinden olan uzun bir yerleşim alanı olmasından dolayı, bu adı almış.

1930’larda Türkçeleştirme politikaları kapsamında isim “Bakırköy” olarak değiştirilmiş.

KÖR KATIR WARWİCK

“Kör katır Warwick in hikâyesini bilir misiniz?” diye başlanmış yazıya, sonrasında “Aslında bu bizim hikâyemiz...” diyerek anlatılmış hikâye.

Yıllar sonra doğduğu çiftliği ziyaret etmek için arabası ile yola çıkan adam, bir anda arabasını tarlaların arasında bir yerlerde çamura saplanmış bir halde bulmuştu. Araba ne ileri, ne de geri gidiyor, lastikler patinaj yapıyordu.

Bir süre direksiyon gaz ve vitesle uğraştı durdu, sonra da yakında görünen bir çiftliğe yürüyerek gidip yardım istemeye karar verdi.

Çiftlikte rastladığı yaşlı köylü, adamı dinledi, bulunduğu yerden arabanın saplandığı yere ve arabaya baktı, sonra da “Yaşlı Warwick halleder” diye mırıldandı ve ayağa kalkıp çiftliğin ahırına doğru yürümeye başladı.

Adam, Warwick’in kim olduğunu düşünerek takip ettiği yaşlı köylünün ahırdan, yaşlı ve kör bir katırı çıkardığını şaşkınlıkla gördü.

“Warwick” bir şehrin adıdır ve batıda çiftlik hayvanlarına sevilen insanların ve şehirlerin isimlerini vermek garip değildir.

Çiftçi bir balya da kalın halatı yüklendi ve arabanın yanına katır, çiftçi ve kazazede birlikte gittiler.

Yolda adam çiftçinin elinde kamçı olmadığını fark etti ve şaşırdı.

Arabanın yanına geldiklerinde çiftçi halatın bir ucunu arabanın tamponuna diğer ucunu da Warwick in koşumlarına bağladıktan sonra da bağırmaya başladı:

“Hadi Jack, hadi Ted, ha gayret Fred, hadi davran Warwick!”

Yaşlı katır ismini en sonunda duyduğu anda büyük bir gayretle ileri atıldı ve arabayı saplandığı çamurdan çekti çıkardı.

Adam çelimsiz yaşlı katırın gücüne şaşkınlıkla baktı sonra da köylüye teşekkür etti ve sordu:

“Neden Warwick’in ismini söylemeden önce o kadar isim saydın?”

Köylü güldü ve soru ile cevap verdi:

“Warwick'in kör olduğunu görmedin mi?” ve konuşmasını sürdürdü

“Kendisini bir takımın parçası hissedince Warwick hep daha becerikli olur. Eğer kör olmasaydı çamura gömülmüş arabayı asla yalnız başına çıkaramazdı. Bu kadar ismi sıraladığım zaman kendisi ile birlikte çalışan bir kaç katır daha olduğunu sandı, heyecana kapıldı ve üstüne düşeni yapmak için olanca gayretini verdi.”

Öyküyü anlatan şöyle yorum yapmış:

“Aritmetik öbürü geometrik olarak” fayda arttıran iki kavram görülüyor: “Yardım” ve “Dayanışma!”

İçinizden “Dayanışma nerede?” diye soracaksınız elbet, ama cevap peşin verilmiş:

“Kendisi yok ama ruhu var…”

Dünyada ve Latin Amerika'da “Vicdanın sesi” olarak nitelendirilen yazar Eduardo Galeano şöyle özetlemiş:

“Ben ‘Yardıma inanmam, dayanışmaya inanırım.’ Yardım çok vertikal (dikey) yukarıdan aşağı doğru bakan bir ilişkidir.

Dayanışma ise horizontaldır (yatay) ötekine saygıyı ifade eder ve ondan öğreneceğin şeyler olduğunu hissettirir. Yardımlaşmanın olmadığı bir dünya, cehennem gibi olurdu. Ama dayanışmanın olduğu bir dünya, cennet olur. Bunun için de kafayı değiştirmek gerekiyor. Sizin gibi düşünen ve davrananlarla tabi ki dayanışma kolay olur. Ama sizin gibi düşünmeyen, ‘Sizden’ olmayanlarla ortak hedef ve üslubu yakalayıp dayanışmayı yaratabilirseniz üretilen fayda eşsiz olur. Dayanışmayı yaratabilmek en büyük mücadelelerin kazananı olmaktan bile daha değerlidir…”

Aslında bu öyküde Warwick hiç kamçı kullanılmadan, tamamen diplomatik bir maharetle “İkna” edilmiş.

BU öyküyü anlatan sonunda şu yorumu yapmış:

“Ben diplomatların kazandıkları barışın, orduların kazandığı savaşlardan daha faydalı ve kalıcı olduğuna inanan azınlıktanım...!”

Anlatılanlara bakılınca, ortada bir savaş varsa buna “Diplomatların beceriksizliği” denilebilir.

Ya da;

“Savaştan çıkar sağlayanların körüklemesi…”

HZ. SÜLEYMAN

Hz. Süleyman’a kuş dili öğretilmiş. (en-Neml 27/16)

Kuşlardan meydana gelen ordusunda Hüdhüd’ü (Çavuş kuşu) göremeyince soruşturmuş, mazeret beyan etmezse cezalandıracağını söylemiş.

Çok geçmeden Hüdhüd ortaya çıkarak Sebe diyarından haber getirmiştir. (en-Neml 27/17, 20-28)

Hz. Süleyman'a başka hayvanların dili de öğretilmiştir.

Nihayet Karınca vadisine geldiklerinde, bir karınca şöyle dedi: “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; aman, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!”  Onun bu sözünden dolayı Süleyman neşeyle gülümsedi ve “Ey rabbim!” dedi, “Gerek bana gerekse anne babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat!” (en-Neml 27/18-19)

Kur’an, Hazreti Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordulara sahip bulunduğunu, bu orduların hep birlikte sefere çıktığını (en-Neml 27/17), emrinde çalışan cinlerin Süleyman’a yüksek ve görkemli binalardan, heykellerden, havuzlar kadar geniş lengerlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaptıklarını (Sebe’ 34/12-13) bildirmektedir.

Bu hususlar kısmen farklı bir şekilde Ahd-i Atik’te de yer almaktadır.

(BU bilgileri www.diyanethaber.com.tr sitesinden aldım).

Kuran’a dayalı bilgilere bakılınca şu görülüyordu ki;

“Hz. Süleyman hayvanlarla konuşabiliyordu. Onları yönlendirebiliyordu.”

Peki bunları size neden yazdım?

Şu gazete haberini okuyunca aklıma geldi de ondan.

Zira içimizde Hz. Süleyman gibi hayvanlarla konuşanlar var da haberimiz yok...

Bunu yapan alelade biri değil tabi.

Hani yoldan geçen biri, normal bir vatandaş değil.

Size “İlahiyatçı bir Profesör ‘Ben sivrisineklerle konuştum’ derse inanır mısınız?” diye sorsam ne dersiniz?

Haber şöyle;

İlahiyatçı Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır bir otele gitmiş.

Gerisini şöyle anlatıyor: “Odanın camını bir açtım, içerisi sivrisinek doldu ağzına kadar. Yanıma gelirseniz otel idaresine söylerim, sizi öldürürler…”

Sonra devam etmiş anlatımına:

“Sabaha kadar bir tane sivrisinek yanıma gelmedi…”

Haberin altında gülen, hayret eden, ağlayan, kızgın ve onaylayan imojiler var.

Bu haberi okuyan okuyucular bunlardan birini tercih ederek habere verdikleri tepkilerini ifade ediyorlar.

822 kişi gülmüş, 70 kişi kızmış…

Onaylayan 15 kişi, kalp gönderen ise 5 kişi.

14 kişi haberi okuyunca ağlamış, 5 kişi de çok mutlu olmuş.

24 kişi de hayret etmiş.

Misal;

İngiltere’de bu habere kim, nasıl tepki gösterirdi?