Börekçilik iyi iş olmuştu bizim için.

Danışman şirketin yönlendirmesi ile epeyce büyüdük.

Marka tescilleri, gıda sistemleri, hijyen uygulamaları filan.

İmalat konusunda ülkenin en iyi mühendislerini getirtip, annemin ve eşimin istediği ölçü ve kalitede börek açacak makineleri yaptırdık.

Artık seri halde üretim yapabiliyorduk.

Satış konusunda sıkıntımız yoktu.

Makineleşmemize rağmen böreklerimizden “Anne böreği tadı” hiç eksik olmamıştı.

Annem, “Böyle bir şey olacağına hiç inanmamıştım ancak oluyormuş meğer. Ben hep mahareti kendimde sanırdım ama iş nasıl yapılacağını iyi bilmekteymiş” dedi.

Eşim bile “Hiç makineyle insan açması bir olur mu?” diyerek direndi ama sonucu görünce pes etti ve “Bunca zaman boşuna heba etmişiz kendimizi, makine de olsa aynı işi yapıyor hem de hiç yorulmadan…” demek zorunda kaldı.

Sizler bu satırları okurken “Bizim Rüstem köşeyi döndü” şeklinde yorum yapabilirsiniz.

Görünüşe göre doğru ama gelin bir de bana sorun.

Eskiden kahvede çalışıyordum, sonra kahve sahibi oldum.

Kendi halimde çalışıyor, borcumu ödemek için çabalıyordum.

Artık evlenme zamanı gelmişti, evlendim.

Çok güzel huylu sevdiğim bir eşim oldu.

Sonrasında bu börekçilik işine daldık.

İşte o an her şey değişti.

Eski rahatım kalmadı.

İnsanın parası olunca çok fazla düşünmeye başlıyor.

Sorumluluk insanı geriyor.

Sürekli hareket haline geçiyorsun.

Eşim bana “Artık kahveyi devret istersen, iki iş birden olmuyor” dedi.

“Olmaz” dedim, “o benim ilk göz ağrım” diyerek itiraz ettim.

Börekçilik işini ailece profesyonel yöneticilere bıraktık.

Her şey ile onlar ilgileniyordu.

Bize sadece ay sonlarında hesap veriyorlardı.

Sonra ne oldu bilin bakalım?

Annem ve eşim “Bizim canımız sıkılıyor” demeye başladılar.

Onların, “Yeni bir iş kuralım” demelerini duymak istemediğimden kahveden eve gelmez oldum neredeyse.

Paramız vardı Allah’a şükür.

Hiçbir ihtiyacımız kalmamıştı.

Kayınbirader ise canı sıkılmasın diye taksi aldı kendisine ve hobi olarak taksicilik yapmaya başladı.

Hatta bir ara biraderin, “Kiralık araç işine girelim” önerisi ailece ret edildi…

İşimiz iyiydi, paralar geliyordu.

Ama yine de canımız sıkılıyordu…

JAPONLARDAN ÖĞRENİLMESİ GEREKEN:

10 TEMEL İLKE

Ağırbaşlılık

Hiçbir dövünme ya da aşırı hareketlerle ıstırap ifade etme görüntüsü yok. Üzüntünün kendisi yüceltildi.

Onur

Su ve yiyecek kuyruklarındaki disiplin.

Hiçbir kaba söz ya da sert el kol hareketi yok.

Sakinlikleri övgüye değer.

Yetenek

Örneğin, inanılmaz mimarlar.

Binalar sallandı ama yıkılmadı.

Erdem

İnsanlar sadece o anda gereksinimleri olanları aldılar.

Başkaları da bir şeyler alabilsin diye.

Düzen

Hiçbir dükkân yağmalama yok.

Yollarda korna çalmak, sollamak yok.

Sadece anlayışlı tavırlar.

Özverili

Elli çalışan deniz suyu pompalamak için nükleer reaktörlerin içinde kaldı. Bunların yaptıklarının karşılığı nasıl ödenebilir?

Duyarlılık

Lokantalar fiyatlarında indirim yaptı.

Korunmayan bir bankamatiğe hiç kimse saldırmadı.

Güçlüler zayıflara baktı.

Eğitim

Yaşlılar ve çocuklar dahil herkes ne yapacağını tam olarak biliyordu.

Aynen de yaptılar.

Medya

Bültenlerde kendilerini mükemmel bir şekilde dizginlediler.

Aptalca konuşan muhabirler/spikerler yoktu.

Sadece sakin bir şekilde yapılan habercilik.

En önemlisi de, durumdan faydalanarak kolay yoldan kendine pay çıkarmaya çalışan politikacılar yoktu.

Vicdan

Bir mağazada elektrikler kesildiğinde, insanlar aldıkları şeyleri tekrar raflarına koydular ve sessiz bir şekilde çıktılar.

Ülkeleri dev bir afete uğramış durumdaki

Japon vatandaşlarından dünyanın alacağı çok dersler var. (Alıntı)

Bir zamanlar bizim ülkenin sahip olduğu davranışlara ne kadar benziyor değil mi?

Anlatılanlara hiç de yabancı değiliz.

Peki ne oldu da biz bu hale geldik?

Olan oldu ama yazık oldu…

SİZE BİR SIR?

“Nedir bu sır?” diye okudum sonuna kadar.

Çok hoşuma gitti.

Eğer beni keklemedilerse size aktarmak istedim.

Bilen biliyordur belki ama benim gibi topraktan uzak olanlara faydası olur diye düşündüm, ola ki bir gün fidan dikmek aklımıza gelirse.

Şöyle başlamış anlatan:

“Diyelim ki doğaya bir fidan dikeceksiniz ama sıcak havalarda sulama imkânınız yok veya fidanın yanına uzun zaman gidemeyeceksiniz. O zaman şöyle yapıyoruz” diyerek başlamış anlatmaya.

Fidanı dikeceğiniz çukuru kazdıktan sonra eğer aşılı bir fidansa aşı yeri toprağın üzerinde ve yönü güneşin doğduğu yöne bakacak şekilde fidanı yerleştiriyoruz.

Sonra fidanın kök kısmının üzerine bir miktar toprak, kenarlarına yumurta büyüklüğünde taş veya çakıllı kum yerleştiriyoruz.

Burada ki amaç;

Gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkından dolayı taşın su damlacıkları oluşturarak fidan kökünün yaz ayında bile nemli kalmasını sağlamak.

Bu fidanların tutma başarısı oranı %95 in üzerindedir.

Bunu tavsiye eden diyor ki:

“Unutmayın doğa ve insanlığın yararına olan her şey bir gün altın değerinde elbet size geri dönecektir. Sizde yaşamınız boyunca doğaya en az 1 fidan dikmeniz dileği ile.”

Eh atalarımız “Bir dikili ağacın olsun” diye boşuna dememişler.

“Nasıl dikeceğim fidanı?” diye endişe ediyorsanız işte size reçete.

Alın fidanı gidin, dikin…

Elin adamı Kanadalardan gelip ağaçlarımızı kesiyor, bari biz bir-iki ağaç dikelim de doğayı dengeleyelim.

HIYARAĞASI

Hep merak etmişimdir.

“Gerçekte ‘Hıyarağası’ var mıydı?” diye.

Zira dilimize biraz aşağılayıcı bir cümle olarak geçmişti.

Sosyal medyada görünce bu yazıyı hemen size aktarmak istedim.

İçinizde benim gibi Hıyarağa’nın meraklısı vardır diye…

İşte anlatım:

Ankara Yenikent'in eski adı Zir Köyü’dür.

Sincan İlçesine bağlıdır.

Ankara Çayı Çubuk'tan gelir, diğer şehir içi kollarla beslenir, şehri boydan boya kat ederek verimli, sulak ve arkeolojik Zir Vadisinden geçerdi.

Vadi'nin toprağı bol dışkı gübreli olduğundan, yetiştirilmesi nispeten kolay olan hıyar tarımı ön plandaydı.

O vakitler, hasılatı yükleyip Ankara Toptancı Hali'ne yetiştiren çiftçinin eline bir anda çok para geçerdi.

Adet olduğu üzere para aynı gece, Ulus Çankırı Caddesindeki pavyonlarda harcanırdı.

“Kontrolsüzce para savuran bu tiplere” pavyon emekçilerinin taktığı isim, “Hıyarağası” idi.

Hayat mektebinden yetişmiş emekçiler, ağayı daha mekanın kapı önünde kılık kıyafetinden, beden dilinden tanır, içerdeki herkese “Bir hıyarağası geldi!..” diye haber uçurulurdu.

“Ağa” o gece, cebindeki parayı saçıp savurur, pavyoncular tarafından son kuruşuna kadar sağılırdı.

“Ağa”, sabah köyüne dönebilmek için pavyoncudan borç alırdı.

İşte bu bölgede dünyaya gelen ve içerisinde çok derin felsefi anlamlar barındıran “Hıyarağası”, güzel dilimizin seçkin bir sözcüğü olarak halen yaşantısını sürdürmektedir.

.Gidişata bakılacak olursa; günümüzde gerek ülkemizde, gerek dünya genelinde kültür, sanat, spor, sanayi, ticaret, tarikat, diplomasi, siyaset gibi alanlarda da bir gecede kazandığı parayı ezip, bir de üzerine borçlanan bu tiplerin oldukça revaçta olduğunu söylemek yanlış olmaz.

(Alıntı)

Etrafımızda böylesi “Hıyarağaları” olduğu müddetçe onlardan bedava geçinen de bir dolu insan olmaya devam edecektir.

DOMUZ YASAĞININ MİTOLOJİK HİKAYESİ

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın Anadolu Efsaneleri adlı kitabından alınmış bu yazı.

Domuz eti İslamiyet'ten, Musevilikten asırlar önce Sümer mitolojisindeki bir hikâye üzerine ilk olarak Samilerde yasaklanmıştır.

Sümer mitolojisinde Aşk, bereket tanrıçası İnanna’nın kocası Tammuz’un diğer adı Domuzi/ Dumuzi’dir ve hayvanların tanrısıdır.

Bu ismin Anadolu'daki ismi Attis, aynı adın Suriye'ye geçtiğinde Adon, Yunan mitolojisinde Afrodit’in sevgilisi Adonis olduğunu görmekteyiz.

İnanna'ın kocası Tammuz/Dumuzi vahşi bir yaban domuzu tarafından öldürülür. Bunun üzerine domuz, lanetlenen ve eti yasaklanan bir hayvan olur.

Domuzu;

Mitolojide günahkâr,

Dinlerde haram yapan bilinçaltında yatan “Tanrı katili” sıfatıdır.

Mezopotamya'da domuz, “Katil” sıfatı ile nefret edilen bir hayvan olmuştur.

Sümer kültür ve inançlarının tek tanrılı dinlerin kitaplarını nasıl etkilediğine Tevrat’ın Hezekiel bölümünde “Tammuz” adının geçmesinden anlayabiliriz.

Tevrat'ta şöyle bir cümle geçiyor: “Orada oturup Tammuz için ağlayan kadınları gördüm.”

Sümerlerde de Tammuz bir domuz tarafından öldürülünce kadınlar ve tüm yeryüzü ağlıyor.

Yunan mitolojisinde de Aşk Tanrıçası Afrodit'in sevgilisi Adonis, bir yaban domuz tarafından öldürülüyor.

Zaten Sümerlerdeki Aşk Tanrıçası İnanna'nın Yunan mitolojisindeki karşılığı Afrodit'ti.

Görüldüğü üzere inançlar farklı şekillerde, farklı isimlerle birbirlerini etkilemişler.

Ayrıca domuzun ekonomik açıdan, küçükbaş hayvanlar gibi göç edememesi, yaz aylarında etinin dayanıksız olması, domuzun sulak alanlarda yetişmesi gibi sebepler de domuzun tercih edilmemesinin diğer sebepleri arasında sayılabilir.

Demiş yazıyı aktaran yorum yaparak.

Benim için domuz etinin merak edilesi hiçbir cazibesi yok.

Domuz eti yesem ne olacak, yemesem ne olacak?

Zaten normalini yiyemiyoruz, domuzunu nereden bulup yiyeceğiz?

BİR TÜRKÜ, BİR HAYAT

Anlatılmış bir türkü öyküsü her zaman ilgi çeker. İşte onlardan biri…

“Bu türküyü Sebahat Akkiraz’dan dinlediğimde ayrı bir efkâr basar.” diye başlanış anlatılmaya.

Sesindeki o kadife ton türkünün içine çeker. Efkârın olmasa da efkârın varmış gibi dinlersin, öyle güzel bir sesi var…

Şimdi türkümüzün hikâyesine bir bakalım:

Amasya’ya bağlı Gümüşhacıköy ilçesi İmirler köyünde 1957 yılında dünyaya gelmiş. Gerçek adı Muammer Badem olan Âşık Özlemî, halk ozanları geleneğinin temsilcisiydi.

Lisede bir kıza âşık olur, kız da onu sever. Hiç ayrılmayacaklarına, her zaman buluştukları ağacın altında söz verirler. Sevdiği ona, her zaman cebinde sakladığı isminin baş harfi oyalı mendilini bu ağacın altında hediye eder.

Liseyi bitirdikten sonra Ankara Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazanır ve sevdalısı ile okulu bitirdikten sonra evlenecekleri sözüyle vedalaşırlar.

1980 ihtilali olmuştur ve Aşık Özlemi’nin “Bitanem” şiiri Devrimci Yol Gençlik Derneği’nin panosunda asılı olduğu için dernekle ilgisinin olmamasına karşın tutuklanır ve hayatının iki buçuk yılı cezaevinde geçer.

Okul hayatı da bitmiştir.

Cezaevinden çıktıktan sonra ailesinin yanına döner.

Çektiği acıları, sevdiğini düşünerek unutmaya çalışır.

Ailesine, sevdiği kızı istemelerini diler.

Anne ve babası kızı istemeye gider ancak, kızın ailesi; “Bizim hapislerde yatan bir kişiye verecek kızımız yoktur” diyerek kızlarını vermezler.

Vermedikleri gibi kısa bir süre içinde başkasıyla evlendirirler.

Aşık Özlemi’nin yüreğine hiç sönmeyecek bir ateş düşmüştür o anda.

Özlemi, yeni besteleriyle sanat camiasında iyice tanınmaya başlamış, konserlere, televizyon ve radyo programlarına daha sık katılmaya başlamıştı.

Sakin, mütevazı bir hayatı vardır.

Bir gün, kendisini derinden üzen bir haber aldı. Yıllar önceki sevdiği kız ölmüştü.

Donuk bir tavırla tepki vermişti. Çünkü, içinde hala kırgınlık vardı.

Ama içine ikinci bir ateş düşmüştü. Hayatını kaybeden eski sevdiği kızın yakınları ısrarla onun cenazeye katılmasını istiyorlardı.

Ancak Özlemi, kararlıydı gitmeyecekti. Fakat gelmesi için ısrar ediliyordu. Ve ısrarın nedeni sonunda açıklandı...

Hayatını kaybeden sevdiğinin bir vasiyeti vardı. Yakınlarına bir ağaçtan bahsetmiş ve o ağacın altında toprağa verilmek istemiş. İşte o ağacın yerini bilen tek kişi kendisiydi.

Özlemi, bir radyo programına konuk olur. Sevdiğinin ölüm haberinin acısı hala yüreğindedir. Programda ilk türküsünü söylemesi istenir, ancak Özlemi’nin aklına yüzlerce türküden hiç birisi gelmez.

O anki hisleriyle sazının teline vurur ve ağzından şu dörtlükler dökülür:

“Bugün benim efkârım var, zarım var,

Değme felek değme telime benim,

Gül yüzlü cananı yar yar elden aldırdım,

Ecel oku değdi yar yar gülüme benim,

Değme felek değme telime benim…”

Özlemi, o anki duygularıyla bu türküyü çalıp söylerken duygulanır ve türkü bittikten sonra cebinden sevdiğinin baş harfi oyalı mendilini çıkarır ve gözyaşlarını siler.