“Dünyanın en gizemli yeri neresi?” diye sordum yapay zekâya.

Bana verdiği cevap aynen şöyleydi:

“Dünyanın en gizemli yeri” ifadesi tek bir mekânla sınırlanamaz; ancak bu unvan için en sık ve en güçlü biçimde anılan yerlerden biri “Antarktika” dır.

Çünkü Antarktika, “Yalnızca coğrafi olarak değil, bilimsel, tarihsel ve hatta felsefi anlamda da insanlığın hâlâ tam olarak çözemediği sorularla doludur.”

Antarktika, Dünya’nın en güneyinde yer alan, yaklaşık 14 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle beşinci büyük kıtadır.

Ancak onu diğer kıtalardan ayıran temel unsur, neredeyse tamamının kalın bir buz tabakasıyla örtülü olmasıdır.

Bu buz örtüsünün bazı bölgelerdeki kalınlığı 4 kilometreyi aşar.

Yani kıtanın gerçek yüzeyi, insan gözünden binlerce yıldır gizlenmiştir.

1. Görünmeyen Bir Dünya

Antarktika’nın en büyük gizemi, “Buzun altında ne olduğu?” sorusudur.

Günümüzde radar ve uydu teknolojileri sayesinde, buz tabakasının altında:

Dağ silsileleri

Vadiler

Devasa göller

Hatta nehir sistemleri olduğu bilinmektedir.

Örneğin “Vostok Gölü”, yaklaşık 4 kilometre buzun altında yer alır ve milyonlarca yıldır dış dünyayla hiçbir teması olmamıştır.

Bu gölde yaşam olup olmadığı hâlâ kesin olarak bilinmemektedir.

Eğer varsa, bu yaşam biçimleri Dünya’daki bilinen tüm biyolojik kuralları yeniden yazabilecek nitelikte olabilir.

2. Zamanın Donduğu Kıta

Antarktika, adeta Dünya’nın hafızasıdır. Buz tabakalarının içinde:

800 bin yıldan daha eski hava kabarcıkları

Geçmiş iklimlere ait izler

Volkanik patlamaların kimyasal kayıtları saklıdır.

Bilim insanları bu buz çekirdeklerini inceleyerek, Dünya’nın iklim geçmişini okumaktadır.

Ancak bu aynı zamanda ürkütücü bir gerçeği de ortaya koyar: “Antarktika’daki buzlar eridikçe, sadece deniz seviyesi yükselmez; insanlığın geçmişine ait sırlar da kontrolsüz biçimde açığa çıkar.”

3. Sessizliğin ve Yalnızlığın Uç Noktası

Antarktika, dünyanın en sessiz yerlerinden biridir.

Rüzgâr olmadığı anlarda:

Kuş sesi yoktur

Ağaç yoktur

İnsan yoktur

Bu sessizlik, psikolojik olarak son derece baskılayıcıdır.

Antarktika’da görev yapan araştırmacıların bir kısmında, uzun süreli izolasyon nedeniyle halüsinasyonlar, zaman algısı bozuklukları ve derin yalnızlık hissi oluştuğu belgelenmiştir.

Bu durum, kıtayı sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da “Yaşanması zor” bir yer hâline getirir.

4. Yasaklı ve Sınırlı Bir Coğrafya

Antarktika, dünyada hiçbir ülkeye ait olmayan tek kıtadır.

Antarktika Antlaşması gereği:

Askerî faaliyetler yasaktır

Doğal kaynakların ticari kullanımı yasaktır

Sürekli yerleşim yoktur

Bu durum, kıtayı küresel siyasetin dışında tutuyor gibi görünse de, perde arkasında büyük bir merak ve rekabet barındırır.

Buzların altında bulunan madenler, petrol ve tatlı su rezervleri, Antarktika’yı geleceğin en stratejik bölgelerinden biri hâline getirebilir.

5. Komplo Teorileri ve Mitler

Antarktika’nın gizemi, bilimle sınırlı değildir.

Yüzyıllardır:

Kayıp uygarlıkların burada yaşadığı

Antik haritalarda buzsuz Antarktika’nın çizildiği

II. Dünya Savaşı sonrası gizli üslerin kurulduğu gibi iddialar dile getirilmiştir. Bilimsel olarak kanıtlanmamış olsalar da, bu anlatılar Antarktika’nın insan hayal gücündeki yerini daha da derinleştirir.

Sonuç

Antarktika’nın gizemi, bilinmeyen yaratıklardan ya da efsanelerden çok daha derindir.

Asıl gizem şudur:

İnsanlık, bu kıtaya ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, Antarktika kendini hiçbir zaman bütünüyle ele vermez.

Burası, doğanın insan üzerindeki mutlak üstünlüğünü hatırlatan nadir yerlerden biridir.

Antarktika, keşfedildikçe daha da bilinmez hâle gelen; sessiz, soğuk ve sabırlı bir sırdır.

Yapay zekaya “Gizemli 5 yeri yaz” diye de sordum.

İşte cevabı.

1. Bermuda Şeytan Üçgeni: Kayboluşların Coğrafyası

Atlantik Okyanusu’nda, Miami-Bermuda – Porto Riko hattı arasında kalan bu bölge, onlarca yıldır:

Kaybolan gemiler

İz bırakmadan yok olan uçaklar

Bozulan pusulalar ile anılır.

Bilim insanları bu olayları manyetik sapmalar, ani hava değişimleri ve deniz akıntılarıyla açıklamaya çalışsa da, bazı vakalar hâlâ net biçimde çözülememiştir.

Gizem, kanıt eksikliği ve tutarsız tanıklıklar nedeniyle sürmektedir.

3. Göbeklitepe:

Tarihi Baştan Yazdıran Tapınak

Türkiye’de, Şanlıurfa yakınlarında bulunan Göbeklitepe, yaklaşık 12 bin yıl öncesine tarihlenir. Bu durum, “Önce tarım, sonra din” varsayımını tersine çevirmiştir.

Avcı-toplayıcı toplumların

Yerleşik hayata geçmeden

Anıtsal tapınaklar inşa etmiş olması insanlık tarihine dair büyük bir bilinmezlik yaratır.

Göbeklitepe’nin neden inşa edildiği ve neden bilinçli olarak gömüldüğü hâlâ tam olarak açıklanamamaktadır.

4. Paskalya Adası (Rapa Nui)

Taş Devlerin Sessizliği

Pasifik Okyanusu’nun ortasında yer alan Paskalya Adası, yüzlerce devasa Moai heykeli ile tanınır.

Bu heykeller:

Tonlarca ağırlıktadır

Nasıl taşındıkları kesin olarak bilinmemektedir

Çoğu denize değil, adanın içine bakar

Ada halkının bu heykelleri neden yaptığı, hangi amaçla konumlandırdığı ve uygarlığın neden çöktüğü hâlâ tartışmalıdır.

Gizem, insan gücünün sınırlarını aşan bir mühendislik sorusu etrafında şekillenir.

5. Area 51

Yasak Bilginin Sembolü

ABD’nin Nevada Çölü’nde bulunan bu askerî üs, resmî olarak uzun süre varlığı inkâr edilmiş bir bölgedir.

 Area 51:

Sıkı güvenlik önlemleri

Sivil erişime tamamen kapalı olması

Uzaylı teknolojileri ve gizli uçak projeleri iddiaları nedeniyle modern çağın en popüler gizemlerinden biri hâline gelmiştir.

Bilinen ile saklanan arasındaki belirsiz çizgi, burayı gizemli kılar.

Genel Değerlendirme

Bu beş yerin ortak noktası şudur:

Hepsi, insan bilgisinin sınırlarını zorlayan boşluklar barındırır.

Gizem, çoğu zaman doğaüstü olaylardan değil; insanın henüz cevaplayamadığı sorulardan doğar.

Bu mekânlar, bilinmeyenin hâlâ dünyamızda yaşadığını hatırlatan somut örneklerdir.

Yapay zekâya “Bilimin çözemediği dünyada bulunmuş 5 gizemli nesne nedir?” diye sordum anlattı.

Onları da yarın yazacağım…

TOPLU TAŞIMA SAYGISIZLARINA

Uzun ve yorucu bir günün ardından genç bir kadın sonunda trendeki koltuğuna oturdu, evine huzurlu bir yolculuk umuduyla.

Gözlerini kapadı, çok ihtiyacı olan bir dinlenmeye hazır.

Ancak umutları, yanında oturan, telefonunu çıkaran ve tüm vagonun duyabileceği kadar yüksek sesle telefonda konuşmaya başlayan adam tarafından hızla yıkıldı.

“Merhaba tatlım, ben John... Trendeyim” diye duyurdu.

“Evet biliyorum saat 18.30… 16.30 değil ama uzun bir toplantı yaptım... Hayır tatlım hesaplardan Cathy ile birlikte değildim... Patronla beraberdim, yemin ederim... Hayatımdaki tek kişi sensin. Evet, eminim canım...” diyerek konuşmasına devam ediyordu.

Tam on beş dakika boyunca sohbet uzadı.

Sesi boşluğa hakim ve etrafındakilerin sabrını test etti.

Sonunda yanındaki genç kadın bıktı.

Ona doğru eğildi ve sonra yüksek sesle adamın telefonuna konuştu:

“John sevgilim telefonu kapat ve yatağa geri dön...”

Tren vagonu kahkahaya boğuldu ve John'un yüzü kırmızıya döndü.

Anında telefonu kapattı.

Ve o günden sonra, John bir daha halk içinde yüksek sesli telefon görüşmesi yapmadı...

DOĞRU ÖĞRETİN

“Neden bize tarih derslerinde Osmanlı ve Selçuklu öncesini adam gibi öğretmiyorlar?”

“Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda çıkan kemiklerin DNA analizleri şaşırtıcı gerçekleri ortaya koyuyor.”

Herodot tarihi der ki;

“M.Ö.625 yılında Zile yakınlarında Pers ordusu bir hile ile Saka/İskit ordusunu (Alper Tunga’yı) yenene kadar tüm Anadolu’ya Sakalar hâkimdi.

Sakalar MÖ.5. YY’da Altından elbise yaparken, o tarihte ne Rus vardı, ne Alman, ne de Fransız…”

Biraz daha geriye gidelim...

Sümerlere.

Yani Orta Asyalı Kengerler olan “Turukku” ya.

“Türk, Turku Krallığı”na gidelim...

Çünkü “Anadolu Medeniyetini kuranların eski Yunan Medeniyeti olduğu” tezi bize yıllardır yutturulmuştu ya...

Biraz öfkeliyiz bu tarihi yalanlara karşı!.

Örneğin;

Antik Burdur-Isparta tarihindeki Ağlasun kazılarına...

Burdur ve Isparta’da ki “Sagalassos Uygarlığı” da, Ön-Türk Uygarlığı çıktı.

Belçika Leuven Katolik Üniversitesi'nden

Prof. Dr. Matc Waelkens, Ağlasun kasabasında yaptığı kazılar esnasında ortaya çıkan kemiklerin DNA’sını köylülerle karşılaştırınca şok oldu.

Toprak altından çıkan 6-8 bin yıl öncesinin kemikleriyle, çalıştırdığı işçi-köylülerin DNA'sı %97 aynı çıktı.

Yani onlar da Ön-Türklerin bir kolu olan “Sagalassos” çıktı.

Frigya'sı da böyle

Yazılıtaş'ı da böyle,

Urartu'su da böyle

Hitit' i de böyle.

Eskiden Batılı Arkeologlar buluntuları çalıp çırpıp ülkelerine kaçırıp, Anadolu tarihini uyduruk “Helen” diye yazmaya kalksalar da bizimkiler aksini ispat etmeyi başarıyor.

Buna bir örnek de Assos’ur;

Assos'u kuranlar da Ön-Türkler'in bir kolu “Lelegler ve Pelasglar” çıktı...

Ey Atatürk sen ne büyük adamsın!

Alacahöyük kazılarını yaptırdığında bunları söylemiştin, sana inanmayanlar utansın!

Kemalist tarih tezi diye küçümseyip kenara atılan “Türk Tarih Tezi'nin Ana Hatları” kitabını okullardan kaldırtanlar utansın!..

“Anadolu Uygarlığını eski Yunan’ın kurduğu tezi bize yutturuldu” demiştik!.

Oysa Helenlerin bile 3/4'ü Ön-Türk çıktı.

Helenler; Ön-Türk Pelasglar ile Kuzey Batı Avrupa topluluğu olan Dorların karışımından oluşmuş ve daha sonra bu karışıma diğer Ön-Türk halkları

Traklar ve Mekadonlar eklenmiş.

Sırada ne var?

Tabi ki Göbeklitepe

Ön-Türk Uygarlığıyla, “Turukku Krallığı” ve yine “Urumiye” deki “Urmu” teorisini de öğretmeliyiz halkımıza...

S.N Kramer ile Prof. Osman Turan hoca, “Sümerce’deki 950 kelimenin kökeni Türkçedir” dedi ve batılı tarihçiler sus pus oldular...

Sonuç:

Bugün Hun/Macarlardan,

Almanlar'a,

İtalyanlar'dan

(Etruksler=Ön-Türkler'in bir kolu),

İspanyol'a, hatta İngiliz ve İskoçlar'a kadar neredeyse tüm batı, tarihini Sakalara/İskitler’e bağlama telaşında...

Hemen hepsi köklerini Azerbaycan'ın

Gobulistan’ına, Albania’sına,

Gabanası’na ve daha kuzeyine bağlamaya başladı...

Çünkü biraz geri gidince tarihleri kökleri olmadığını öğrendiler.

Antik Yunan tanrılarının bile Mısır’dan çalıntı olduğunu öğrendiler.

(Bunu ilk kez Herodot da demişti ama her ne hikmetse unutmuşlardı...)

Batı artık tarihi ile yüzleşip köklerini Türklere bağlıyor...

Alıntıdır

ÖRDEK YAVRUSU

Anne ördek ya da kazın arkasında art arda dizilip yüzen yavruların bu davranışı, yalnızca güvenlik amacı taşımakla kalmaz; aynı zamanda enerji tasarrufu sağlar.

Yavru ördekler tek başına yüzdüğünde, “Dalga direnci” adı verilen ve ilerlemeyi zorlaştıran bir kuvvet oluşur.

Bu direnç, daha fazla enerji harcanmasına yol açar.

Anne ördeğin tam arkasında, doğru pozisyonda yüzüldüğünde ise bu durum tersine döner.

Anne tarafından oluşturulan dalgalar, arkadaki yavruya itici bir kuvvet sağlar.

Bu sayede yavru, çok az enerji harcayarak su üzerinde ilerler.

Bu etki yalnızca tek bir yavruyla sınırlı değildir.

Doğru pozisyonda bulunan yavru, bu dalga itişini arkasındaki yavruya aktarır. Böylece sıra boyunca bir “Enerji aktarım zinciri” oluşur ve tüm sürü daha verimli hareket eder.

Bu mekanizma yalnızca yavrular ideal formasyonu koruduğunda çalışır.

Bir yavru, doğru pozisyondan saparsa dalga avantajını kaybeder, kendi başına dalga direncine karşı yüzmek zorunda kalır ve geride kalır.

Bu durum, yavruları doğal olarak anneye ve birbirlerine yakın durmaya zorlar.