Osmanlı’nın son dönemlerinde bir paşa vardır, İsmi de “Yedi Sekiz Hasan Paşa” dır (1931-1905).
Bu lakapla bilinmesinin sebebi;
Okuma yazması zayıf olan bu paşanın imzası “Arapça yedi ve sekiz rakamlarının birleşmesinden oluştuğu için” adı böyle kalmış.
Hasan Paşa Alaylı olduğundan okuma yazması zayıftır lakin hitabeti, görgüsü ve nezaketi çok gelişmiş bir komutanmış.
Tam bir vatansever olan Hasan Paşa’yı çekemeyenler, başına türlü çorap örerler ve sonunda Hasan Paşa azledilir, her şeyi elinden alınır.
Hasan Paşa tebdili kıyafet ederek Adapazarı civarında bir çiftliğe bahçıvan olarak işe girer ve ailesiyle beraber orada çalışmaya başlar.
Bir zaman sonra çiftliğin sahibi İstanbul’un zenginlerinden olan zât vefat eder, çiftlik genç oğluna kalır.
Hariciye nazırlığında çalışan bu genç diplomat, çiftliğe gelir ve at bindiği sırada düşer elbiseleri çamur olur.
Çiftlik kâhyası elbiseleri bahçıvanın hanımına götürür, hanım elbiseleri bir güzel yıkayıp ateş ütüsüyle de güzelce ütüler bir bohça içinde kızıyla gönderir.
Diplomat bohçayı açar bakar elbiselerin katlanışından ütüsünden bu insanların sıradan olmadığını anlar.
Oradaki saray terbiyesini hemen fark ederek, hülasa tanışıp görüşürler.
Bir zaman sonra bu diplomat, bahçıvanlık yapan yedi sekiz Hasan Paşa’nın damadı olur. Ancak durumun hassasiyetinden dolayı da bu evlilik gizli tutulur.
Diplomat artık sık sık çiftliğe gelmektedir.
Bir gün çok sıkıntılı bir şekilde gelir İstanbul’dan ve odasına kapanır dışarı çıkmaz.
Hasan Paşa sıkıntılı bir durum olduğunu anlar ve damadının odasına girer.
Bir de bakar ki etrafa saçılmış onlarca kağıt…
Durumu sorunca damadı, “Baba bu devlet işi sen anlamazsın bırak da çalışayım” der.
Paşanın ısrarı üzerine derdini anlatır.
Padişah bir görev vermiştir.
Rus çarına öyle bir mektup yazılacak ki Çar savaşı göze alamayacak.
Paşa, “Bir de ben yazdırayım sana şu mektubu” der ısrarla.
Damat istemeye istemeye kabul eder ve başlar söylediklerini yazmaya.
Öyle bir üslupla yazdırır ki damadı şaşar kalır.
“Oldu baba! Oldu işte! Baba sen kimsin?” diye sormadan edeme de Paşa açık etmez.
Diplomat damat hemen yola koyulup doğruca padişahın huzuruna çıkar ve heyecanla mektubu okur.
Padişah derki “Bunu kim yazdırdı doğru söyle!” der.
O da durumu anlatır.
Padişah “O senin bahçıvan dediğin adam bizim Yedi Sekiz Hasan Paşamız evladım” der ve Paşayı tekrar göreve davet eder.
Damat geri dönüp durumu babasına anlatır, birlikte İstanbul’a gelip Padişahın huzuruna çıkıp şart olarak bir planı olduğunu söyler,
Padişah kabul eder.
Plana göre üst düzey paşalar ve idareciler toplanır.
Padişah der ki “Bugün sizi buraya sadakatinizi ölçmeye çağırdım. Bana sadık olan şu tabağın içindeki b.ktan bir parmak alıp yiyecek” der.
Ne kadar yağcı ve gevşek adam varsa dediğini yaparlar.
Geriye on kişi kalır.
Padişah onlara sorar: “Siz ne beklersiniz! Yoksa bana karşı mı geliyorsunuz? Hiç mi hatırım itibarım yok sizin yanınızda!” diye hiddetlenir.
Ölümü göze alan bu yiğit adamlar:
“Padişahım, hatır için b.k yenmez” diye cevap verince Hasan Paşa gizlendiği yerden çıkar ve der ki;
“İşte, Padişahım senin ve devletin gerçek sadık adamları bunlardır.”
Hasan Paşanın bu operasyonunun, Osmanlının ömrünü kırk yıl uzattığı da söylenmektedir...
BİRAZ TEBESSÜM
Urfalının biri mezarında yatan babasını ziyaret ediyor ve başlıyor anlatmaya:
Babo nasısan, eyimisen?
Gene Fatiha’yı gaptın, keyfin yerinde.
Oraları bilmem amma buraları, bura olmaktan çıhmış gayri.
Mezarıydan galksan, gafayı yersen.
Öldüğüye sevinirsen…
Sıra geceleri bitti artık.
Şindi Bitlis’te beş minare de yok.
Hasangalasında caketim de galmamış.
Hem Urfa Dağları’nda ceylanlar da gezmiy.
Herkes: Şak-şuka, şaka da-şuka söylüy…
Ne mırranın, ne de gayfenin dadı galdı,
Gayfenin neslisi çıkmış, südü de içinde.
Gaçak çay da hepden gaçak olmuş,
Sallama içiyler..
Ahhh..!
Şu gâvur icadı televizyon yok mu?
Tam üç tene eve aldım, gene de acans dinliyemiyem.
Gumasının yüzünden gocasından ayrılan böyük gız,
Yasemin’in Penceresi’nden bakmazsa göremiymiş.
Öbür oğlan Gurtlar Vadisi.
Hele o güççüğü yok mu?
Sen görmedin.
Saçını hep Amerikan kesdiren,
Gözü, gulağı oynuy namıssızın.
Acun Firarda diy, başka bişey demiy.
Turizm dersine eyi geliymiş.
Valla yalan,
Mahsadı çıbıldak garılara baha…
Torunun Şehmuzla iftihar etmelisen,
Aletirik Mehendisi çıktı.
İş bulamadı, “Galdırım mehendisiyem” diy.
Galdırım da yok ya, çamırlarda debeleniy, duruy…
Babo bi de telefon çıkmış, minnacık.
Şalvarın cebine on tene sığar şerefsizim.
Telefon amma teli, meli yok.
Eyi bişey de çok yalan söylüy.
Ben Siloyu tarlada görüyem,
Aradığın gişiye ulaşılmıy diy.
Ancaaa foturaf bilem çekiy vallaha…
Bu cümma rühuya hatim indirecektik;
Mevlüt Hoca nazlanıy, boğazı ağrıymış.
Yoh gendini üç aylara hazırlıymış…
Eve iki tene CD göndermiş,
Bunuyla gırk hatim iner demiş.
Eh, sen de bunuyla idare edersiy.
Dünya işleri bitmiy.
Şindi bana müsade;
Aşağı kepir tarlaya gidiyim.
Golf oynuyacağım da…
İYİLİK YAP SENİ BULUR
1892 yılında Stanford Üniversitesi'nde 18 yaşında bir öğrenci harçlarını ödemekte zorlanıyordu.
O bir yetimdi ve parayı nereden bulacağını bilemediği için aklına parlak bir fikir geldi.
O ve bir arkadaşı, eğitimleri için para toplamak amacıyla kampüste bir müzik konseri düzenlemeye karar verdiler.
Büyük piyanist Ignacy J. Paderewski'ye ulaştılar.
Menajeri, piyano resitali için 2000 dolar garantili ücret talep etti.
Bir anlaşma yapıldı ve çocuklar konserin başarılı olması için çalışmaya başladı.
Büyük gün geldi çattı.
Ancak ne yazık ki yeterli bilet satmayı başaramamışlardı.
Toplanan para yalnızca 1600 dolardı.
Hayal kırıklığına uğramış bir şekilde Paderewski'ye gittiler ve durumlarını anlattılar.
Ona 1600 doların tamamını ve geriye kalan 400 dolarlık borç için çek verdiler.
Çeki mümkün olan en kısa sürede yerine getireceklerine söz verdiler.
“Hayır” dedi Paderewski, “Bu kabul edilemez.”
Çeki yırttı, 1600 doları iade etti ve iki çocuğa şunları söyledi:
“İşte 1600 dolar. Lütfen yapmış olduğunuz harcamaları düşünüz. Ücretleriniz için ihtiyacınız olan parayı saklayın. Ve bana kalan ne varsa verin.”
Çocuklar şaşırdılar ve ona bolca teşekkür ettiler.
Bu küçük bir nezaket örneğiydi.
Ancak Paderewski’nin harika bir insan olduğunu açıkça ortaya koydu.
Neden tanımadığı iki kişiye yardım etsin ki?
Hepimiz hayatımızda buna benzer durumlarla karşılaşırız.
Ve çoğumuz sadece “Onlara yardım etsem bana ne olur?” diye düşünürüz.
Gerçekten büyük insanlar şöyle düşünür:
“Eğer onlara yardım etmezsem onlara ne olacak?”
Karşılığında bir şey bekleyerek bunu yapmazlar.
Bunu yapıyorlar çünkü yapılacak doğru şeyin bu olduğunu düşünüyorlar.
Paderewski daha sonra Polonya Başbakanı oldu.
O büyük bir liderdi ama ne yazık ki Dünya Savaşı başladığında Polonya yerle bir oldu.
Ülkesinde 1,5 milyondan fazla insan ölüyordu ve onları doyuracak para yoktu.
Paderewski yardım için nereye başvuracağını bilmiyordu.
Yardım için ABD Gıda ve Yardım İdaresi'ne başvurdu.
Daha sonra ABD Başkanı olacak olan Herbert Hoover adında bir adamın ismini duydu.
Hoover yardım etmeyi kabul etti ve açlık çeken Polonya halkını beslemek için hızla tonlarca gıda tahılı gönderdi.
Bir felaket önlendi.
Paderewski rahatladı.
Hoover'la tanışmak ve ona şahsen teşekkür etmek için onunla buluşmaya karar verdi.
Paderewski bu asil hareketi için Hoover'a teşekkür etmeye başlayınca Hoover hemen araya girdi ve şöyle dedi:
“Bana teşekkür etmemelisiniz Sayın Başbakan. Olayı hatırlamıyor olabilirsiniz ama birkaç yıl önce iki genç öğrencinin üniversiteye gitmesine yardım ettiniz. Ben de onlardan biriydim.”
Dünya harika bir yer.
Ne ekersen onu biçersin.
Lütfen başkalarına elinizden geldiğince yardım edin.
Uzun vadede kendinize yardımcı olabilirsiniz.
Yaradan, başkalarına iyi bir tohum eken kimseyi asla unutmaz, asla.
Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz.
Nehirler kendi suyunu içmez.
Ağaçlar kendi meyvelerini yemezler. Güneş kendisi için ısı vermez.
Çiçekler kendilerine koku yaymazlar.
Başkaları için yaşamak doğanın kuralıdır.
Yaşamanın sırrı da zaten burada yatıyor.
Alıntı
EN İLGİNÇ DONMA
1950’li yıllarda bir İngiliz şilebi Portekiz’den aldığı Madura şaraplarını İskoçya’ya götürür.
Demir attığı limanda yükünü boşalttıktan sonra, şilepte çalışan denizcilerden biri “Unutulan şarap kolisi kaldı mı?” diye denetlemek üzere soğuk hava deposuna girer.
Onun içerde olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise, kapıyı dışardan kapatır.
Soğuk hava deposunda mahsur kalan denizci, var gücüyle bağırır, çelik duvarları yumruklar, ama kimseye duyuramaz sesini.
Çakısıyla içerden açmaya çalışır kapıyı, mümkün değildir.
Boş şilep, yeni yükünü almak üzere Portekiz’e doğru yola çıkar.
Mahsur denizci, depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur.
Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir.
Kapıyı açamayan çakısıyla, çelik duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini yazmaya, daha doğrusu kazımaya başlar.
Günbegün, adeta bilimsel bir titizlikle soğuğun vücuduna önce uyuşturucu sonra yavaş yavaş öldürücü etkilerini, el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını, donan burnunu ve buz gibi havanın dayanılmaz yakıcılığını anlatır.
Şilep Lizbon’a demir attığında, soğuk hava deposunun kapısını açan kaptan, zavallı denizcinin cesediyle karşılaşır.
Duvarlara kazıdığı acılı sonunu okur ve kendisi de hayretten dona kalır.
Çünkü soğuk hava deposunun derecesi 19’dur.
İskoçya’ya götürdükleri Madura Şarapları 18 derecede taşınmayı gerektirmiş, şilep yükünü boşalttıktan sonra soğutma sistemi zaten kapatılmış olup, kendi haline bırakılan deponun sıcaklığı bir derece de yükselmiştir.
Yani biçare denizci donarak ölmemiş, donduğunu sandığı (ya da donacağına inandığı) için ölmüştür.
Paniğin bağışıklık sistemini %50 zayıflatan bir etkisi vardır.
Ve zihnimiz bize inanılmaz oyunlar oynayabilir.
Korku çoğu zaman iyidir, sizi hayatta tutar. Lakin panik her zaman kötü sonuçlar verir. İnsanın boş kaldığı, amaçsız hissettiği anlar ise zihnine en kolay yenildiği anlardır.
Sürekli sıkıldığınızı düşünmek, haberleri takip ederek olası felaket senaryolarına kafa yormak, sosyal medyadaki komplo teorileri ve asılsız haberler ile paranoyada level atlamak yerine zihninizi oyalacak işler ile meşgul olmayı deneyin.
Yaşanmış olan güncel her bir olay tüm insanlar tarafından farklı değerlendirilir.
Bu bakış açısının olumlu veya olumsuz açılardan değerlendirilmesi kişinin kendi tercihleriyle belirlenir.
İçinde bulunduğumuz dönem de moral ve motivasyona en çok gereksinim duyulan bir dönemdir.
Bu nedenle duygu ve düşüncelerimizi kendimize zarar verecek şekilde değil hayata tutunmamıza destek olacak şekilde yönlendirmeliyiz.