Şehitlik, “Allah yolunda savaşırken veya vatan, bayrak ve namus uğruna canını feda eden kişilere verilen yüksek bir mertebedir.”

Bize böyle öğretildi, böyle biliriz.

Diyanette şöyle diyor:

Şehit, ‘Şahit olan, hazır bulunan’ demektir.

Ölüp yok olan, kaybolup giden (gâib) değil berhayat olan, tabiri caizse ölümsüzleşendir.

Bunun içindir ki şehit diridir, ölmez, ona ‘Ölü’ denmez.

Yeri ve zamanı geldiğinde canından daha mukaddes bildiği dini, milli ve manevi değerler uğruna dünyadan ve dünyadaki her şeyden vazgeçip canını ortaya koyan kimsedir.

Hz. Ömer’in (sas) veciz tarifiyle, “Şehit, kendisini Allah’a (cc) adayan kimsedir.”

Çeşitli mertebeleri olduğu da söylenir.

Şöyle açıklanmış:

“İslam inancında hem dünya hem de ahiret açısından önemli bir konumdadır.

Eldeki bilgilere göre, şehitlik farklı derecelere ayrılabilir.

“Şehid-i Kâmil” olarak adlandırılan, hem dünya hem de ahiret hükümlerine göre şehit sayılanlar bulunmaktadır.

Bu durum, şehitliğin kazanılma biçimine ve şartlarına göre farklılaşabileceğini göstermektedir.”

“Peki bunlar hangileridir?” dersek Diyanet sitesinde bu soru şöyle cevaplanmış:

Abdullah b. Abdullah b. Cebr'in, babasından naklettiğine göre, hasta olan (dedesi) Cebr'i ziyarete gelen Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

Allah yolunda ölen kişi şehit olur.

Suda boğularak ölen kişi şehit olur.

Vebadan dolayı ölen kişi şehit olur.

Akciğer hastalıkları nedeniyle ölen kişi şehit olur.

Yıkık altında kalarak ölen kişi şehit olur.

Gebe iken ölen kadın şehit olur.

Doğum sırasında ölen kadın şehit olur.

Ayrıca şöyle denmiş:

“Sevgili Peygamberimiz (sas), insanlığın şerefini ayakta tutan evrensel değerlerin korunmasını, müdafaa edilmesini istemekte ve bu çerçevede malını, namusunu, canını müdafaa ederken öldürülenlerin de şehit sayıldığı müjdesini vermektedir”:

“Kim malı(nı korurken) öldürülürse şehittir, kim dini uğruna öldürülürse şehittir, kim canı uğruna öldürülürse şehittir, kim ailesi uğruna öldürülürse o da şehittir.”

Bir başka kaynakta Şehitlik şu şekilde açıklanmaktadır.

Herkes şehit olamaz. Şehit olmak veya şehitlik sevabına kavuşabilmek için Müslüman olmak şarttır. Ne yaparsa yapsın, nerede, nasıl ölürse ölsün veya öldürülsün Müslüman olmayan şehit olmaz.

Müslüman bir kimse, çok günahkâr olsa da, hatta İbni Nüceym hazretlerinin fetvasında bildirdiği gibi, günah işlerken mazlum olarak öldürülse, şehit olur.

Şehitler de çeşit çeşittir.

“Çok günahkâr biri ile salih birinin şehitliği arasında çok fark vardır.”

“Savaşta öldürülen şehit” ile “Attan düşüp ölen şehit” arasında çok fark vardır.

İslam’ın beş şartından sonra ibadetlerin en üstünü cihaddır.

Cihadda ölen şehidin, kul haklarından başka bütün günahları affolur.

Cihadda ve hac yolunda ve hudut boyunda nöbette ölenlere, Kıyamete kadar, bu ibadetlerin sevabı devamlı verilir.

Her biri Kıyamette yetmiş kişiye şefaat eder.

Bir hadis-i şerifte, “Şehit, ölüm acısı duymaz, kabirde üzülmez, kıyametin dehşeti, hesap, mizan, sırat onu rahatsız etmez, doğruca Cennete gider” buyurulmaktadır. (Beyheki)

Bir başka kaynak şöyle der:

Üç türlü şehit vardır:

1- Tam şehit,

2- Dünya şehidi,

3- Ahiret şehidi.

Sonuçta Kur'an-ı kerimde şöyle diyor:

“Allah yolunda öldürülenleri [şehitleri] ölü sanmayın, onlar Rablerinin yanında diridir, rızıklandırılır.” [Al-i İmran 169]

O halde soru şu:

Şehitlere rahmet dilenir mi?

Yani “Allah rahmet eylesin” denilir mi?

Cevap şöyle gelmiş:

“İslam geleneğinde şehide rahmet dilenmez, ‘Şehadeti mübarek olsun’ denilir. Şehitlik zaten rahmete bizzat tanıklık (şehadet) etme makamıdır.”

Ama bugün Şehit haberlerine bakıyorum, Devlet büyükleri dahil herkes Şehitlerimize rahmet diliyor.

Neden?

MEHMET BOZ

Mehmet Boz anlatıyor:

“Ayvacık-Naldöken Köyü'nden 60 kişi gittik Arıburnu'na, bir ben geldim geriye... 

Hem makinalı tüfek kullandım, hem de mavzer.

En çok mavzer kullandım. 

Çok harp yaptık gâvurlarla…”

“40 gün çakmak çaldım Arıburnu'nda. 

İran sınır tarafında çok süngü muharebesine katıldım.

Arıburnu'ndan, İran tarafına giderken 400 mermi, mavzer, ikişer tane bomba, elbise verdiler. 

Kıçlarımıza da çapa, kürek taktılar, öylecene yolladılar bizi.

Çok açlık çektim.

Üç hurma ile doyunduğum çok oldu.

İkisi tayın, birisi karavana yerine.

İran Cephesinde yaralandım. 

Kıçımın bir tarafı yok.

Bomba parçası aldı götürdü.

Bacaklarım tutmuyor.” 

Gazi Mehmet Boz

Dedelerimiz fakir yaşayıp fakir vefat ettiler ama yürekleri kul hakkına girmeden çeşit çeşit zenginlikler ile göç edip gittiler bu yalan dünyadan.

Vatanımızı zorluk ve yokluklar içinde kurtaran bu dedelerimize minnettarız. Allah hepsinden razı olsun…

PEYKLER

Bazen film izlerken aklıma geliveriyor.

Ortaçağ’da yaşayan esas çocuk, yanındaki arkadaşları ile pusuya düşüyor.

O anda yapabilecekleri hiçbir şey yok.

“Hâlbuki cep telefonu olsaydı, 112’yi arayıp yardım isterdi” diye düşünürüm.

Ne zor şartlarmış meğer diye de iç geçiririm.

Ne WahtsApp var, ne facebook…

Osmanlı döneminde haberleşme konusunda güvercinlerin yanış sıra bir çözüm bulunmuş.

Peykler…

Yani Osmanlının Haberleşme Sınıfı…

Savaşçı bir millet için en muhabere çok önemlidir.

Atatürk’ün “Önce muhabere, sonra muhabere” sözü de bunu destekler zaten.

Peyk kelimesinin karşılığı “Uydu” dur.

Başka bir anlam olarak “Bir başkasına bağımlı olan, onun peşinden gelen kimse” demektir.

Osmanlı zamanında orduya alınan genç oğlanlar içinden “Atik, çevik ve hızlı koşabilenler” Peykler Medresesine kaydedilir, ulaklık-haberleşme işlerinde kullanılırlarmış.

Osmanlı’dan çok daha önce, Büyük Selçuklu Devleti’nde Nizamülmülk döneminde de peykler kullanılmış.

Bu dönemde; belli başlı yollara peykler koyup onlara aylık tahsisat tayin edilir böylece uzak mesafedeki bir yerden haber merkeze hızlı bir şekilde ulaşırmış.

Peykler Medresesi, Fatih Sultan Mehmet tarafından kurulmuş, Osmanlı Devleti'nin “Ulak-Haberleşme-Resmi posta” ihtiyacını karşılamış.

İstanbul'un fethinden sonra, bir Peykhane kurulmuş...

Osmanlı'da peykler öylesine hızlı koşucularmış ki, atlı tatarlardan bile daha çabuk haber getirip götürürlermiş.

Peykhanelerde çok özel eğitimlere tabi tutulan peyklere, çıplak ayakla kızgın kumlarda koşma antrenmanı yaptırılırmış.

Son derece zorlu eğitimini tamamlayıp peyk olmaya hak kazanan liyakatli bir peyk, günde 150 kilometre koşabilirmiş.

Bu müthiş koşucu peykler, yolda başlarına gelebilecek herhangi bir insan-haydut yahut vahşi hayvan saldırısından korunmak için “Teber” adı verilen baltalardan taşırlarmış.

Bu koşucu-haberci peyklerin kuşaklarında çıngıraklar varmış.

Bu çıngıraklar (bir nevi siren) peyk koşarken ses çıkarır, kalabalık bir ortamda koşuyorsa, ahalinin ona yol vermesini sağlarmış.

Peykler ağızlarında delikli metal bir küre bulundurup, solunumlarını düzenler bu sayede dalaklarının şişmesini önlerlermiş.

Peykler, beslenmelerini bile koşarken yaparlarmış.

Ayrıca yanlarında bir kesede akide şekeri ve badem şekeri taşıyarak, yolda yiyerek enerjilerini korurlarmış.

Osmanlı’da bu peykler zamanla burjuvaların pahalı oyuncakları haline gelmişler.

Zengin sınıf, sahip olduğu peyk sayısıyla birbirleri ile yarıştırır hale gelmişler.

Osmanlı’nın sonradan görmeleri zenginleri bu peykleri, saçma sapan kişisel iletiler için kullanır olmuşlar.

Böylece bir zamanlar çıngırağı uzaktan duyulduğunda önünden çekilmek zorunda kalınan peykleri kimse önemsememeye başlamış, koşu tempoları düşen peykler sahipleri tarafından işkenceler ile cezalandırılmışlar.

19. yüzyıla kadar peyk teşkilatı devam etmiş. Osmanlı’da resmi görevde kullanılan peykler 3 Mayıs 1829'da yayımlanan bir kanun hükmünde kararname ile kaldırılmış.

Demiryollarının posta işlerinde kullanılmaya başlanmasıyla özel sektörde kullanılan peyklerin görevi de son bulmuş...

KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR

Atatürk, Enver Paşa tarafından Sofya'ya askeri ataşe olarak gönderilmiştir.

Atatürk İstanbul'dan ayrıldığı için.

Bulgaristan ise henüz 5 yıllık bir ülkedir.

Bir pastane vardır Sofya'da.

Diplomatik erkân genel olarak o pastanede kahvaltı yapmaktadır.

Atatürk de orada yapar kahvaltısını.

Bir sabah bir köylü girer pastaneye. Bohçası vardır yanında, bırakır bir masanın yanına, oturur.

Bir garson gelir, köylü “Süt ve kek” ister.

Garson ise “Köylünün pastaneden ayrılmasını” ister.

İtiraz eder köylü.

Birkaç garson daha gelip tekrarlarlar dışarı çıkmasını.

Köylü öfkelenir ve bağırmaya başlar:

“Senin sattığın sütü ben üretiyorum, senin sattığın pasta, börek, çöreğin ununu da ben üretiyorum. Peynirini, yoğurdunu ben üretip veriyorum. Pastana koyduğun meyveyi ben üretiyorum ve sen benim ürettiklerimi bana vermiyorsun öyle mi? Hayır çıkmıyorum ve kahvaltımı burada yapacağım” der...

Herkes suspus olmuştur.

Köylünün istedikleri masasına gelir, kahvaltısını yapar ve bir miktar parayı masaya fırlatarak çıkar ve gider.

Tüm her şeyi izler Atatürk.

Küçük kareli not defterine şu notu düşer. “Bir gün benim köylüm de bu köylü gibi olursa millet olduk demektir” ve ekler:

“Köylü milletin efendisidir…”

ÖĞRETMENİN DENEYİMİ

30 yıllık bir öğretmenin paylaşımı

Meslek bana şunu öğretti:

“Odasını toplayan çocuk hayatını da toparlıyor,

Marketten alışveriş yapan çocuk, ilerde kendisi için doğru seçim yapmayı öğreniyor,

Bağımsız dolmuşa binen çocuk, il dışına gidince her yolculuğun sonunda bir durak var deyip, barınma ve kalmayı öğreniyor,

Hayatı boyunca onu taşıyacak tek dört teker aracın anne ve babasın da olmadığını öğreniyor, korkmuyor,

Yanlışı yüzüne uygun dille söylenen çocuk, hatasını ört pas etmek için yalan dolan bahane üretmiyor, hata benim diyebiliyor,

Bulaşık makinesi boşaltan çocuk beynini de boşaltmayı becerebiliyor,

Babasının nasıl para kazandığını gören çocuk, kendisi için ayrılan bütçeye saygı duymayı öğreniyor,

Aç kalınca istediği yemeği vermezseniz, her zaman istediği yiyecek ile tokluk olmayacağını öğreniyor…

Çocuklar için akademik destek veremeyebilirsiniz ama sorumluluk vermek, ileride alacağınız doğru bir yatırımdır.