Zamanında TBMM Başkanlığı yapmış olan Hüsamettin Cindoruk'un DP’nin gençlik kollarında siyaset yaparken sarf ettiği sözler yeniden gündeme gelmişti.

Cindoruk, DP'de siyaset yaparken vatandaşlara “İsmet İnönü'nün asker kaçağı” olduğunu söylediğini ve bazı vatandaşların buna “İnandığını” ifade etmişti.

Cindoruk, “Biz İnönü’nün, asker kaçağı olduğunu söylerdik ve de inanırlardı. Düşünebiliyor musunuz, adam hem paşa, hem Garp Cephesi komutanı, hem de asker kaçağı...” ifadelerini kullanmıştı.

Siyasi propaganda için asker kaçağı olarak suçlanan (iftira atılan) İsmet Paşa şöyle anlatılmış:

Bu dünyaya gözünü açmışsın, önce 19 yaşında birincilikle mezun olduğun askerî okul, ardından da 1903 yılından itibaren katıldığın bitmez tükenmez kanlı savaşlar...

Protokol bilmezsin, salon adamlığı bilmezsin, gardrobunda askeri üniformadan gayrı bir tane smokin benzeri giysi olmamış.

Ülkenin ulusal kurtuluş savaşındaki görevlerini kazasız belasız bitirmenin eşiğine gelmişsin, hayatta en çok sana güvenen adam, daha evinde bir hafta dinlenemeden diyor ki:

“İsmet, Lozan'a gidip emperyalist or.spu çocuklarıyla boğuşacaksın, onlardan koparabildiğin her ne olursa kopar gel!”

Cevap veriyor:

“Kemâl, karşımda Lord Curzon gibi asilzade tilkiler olacak, bunlar beni süslü lafların içinde boğarlar. O gayya kuyusuna beni gönderme, benden daha fazla diplomasi bilen, salon adamlığından daha iyi anlayan birilerini gönder…”

Sana “Kardaşım” diyen adam üsteliyor, “Olsun, sen yaparsın, senin inadın ve imânın var!”

Henüz 38 yaşında Lozan'a gidiyorsun.

Ayakkabılarında cephenin çamurları duruyor ve ülken de her anlamda sapır sapır dökülüyor.

Üzerine giydiğin frak bile bir gayrimüslimden kiralama...

Karşında, o dönemin en yaman Avrupalı or.spu çocukları...

Seni küçük lokma olarak görüp vahşi köpekler gibi atlıyorlar üzerine...

Hangi birine laf yetiştireceğini, hangisinin küstah taleplerine cevap vereceğini şaşırıyorsun.

Öyle ki, Lozan-Ankara arasında telgrafla yazışırken kullandığın ilkel şifreyi bile bir-iki günde çözüyor düşman devletler...

Aylar geçtikçe bunalıyorsun, daralıyorsun. Sen bu kadar çakallığı hiç bilmemişsin, görmemişsin, vatanı için o cepheden bu cepheye koşmuş bir Anadolu çocuğusun sonuçta...

Kaç kez telgraf çekiyorsun Ankara'ya, “Kemâl, üzüntüden saçlarım beyazladı, bunlar çok kötü insanlar, Türklerden nefret ediyorlar, beni azad et bu görevden, elimden gelenin en iyisini yapıyorum, ama heyetimize pek fena yükleniyorlar” diye yazıyorsun.

Muhatabın, “İsmet, senden gayrı güvenecek kimsem yoktur… Benim kimsem sensin, diren lütfen… Ne koparırsan bizim için kârdır, gerisini de âtiye bırakırız” diye cevaplandırıyor her seferinde...

Sonunda da o zor koşullar içinde yapabileceğinin en iyisini yapıp geri dönüyorsun.

Ülken artık özgür bir cumhuriyettir.

Yoldaşına bir gün bile ihanet etmeden, tertemiz bir hayat yaşayıp, onurunla da ölüyorsun.

Bu adamın adı İsmet'tir.

İyi belleyin.

Vatanın bekası ve çıkarları için hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan yaşamıştır.

Ölümlü birilerinin değil, yalnızca onu yetiştiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hoşuna gitmek üzere yaşamıştır.

Evinde bir ömür boyu her gün Kur'an okunmuş, ama o hiç kimseye Kur'an ve dindarlık satmamıştır.

Öyle ki kendisine yönelik toplumsal sempatiyi artırabilecek olan ön adı olan “Mustafa” yı bile hayatı boyunca hiç öne çıkarmamıştır.

Bütün ömrünü askerliğe vermiş bir adamken, muhalifleri bugün ona “Asker kaçağı” diyor.

Kulağı savaş meydanlarında top seslerinden sağır olmuş iken (askeri sınıfı topçudur), “Sağır İsmet” diyerek kendilerince aşağılıyorlar onu.

Seni de unutmadık İsmet Paşa.

Seni de unutmayacağız.

NEDEN SEVEMİYORSUNUZ?

Sosyal medyada buldum bu yazıyı.

Anlatılanları araştırdım.

Rivayet olarak da geçiyor.

Ama kurtuluş savaşına Süvari olarak katılmış olan İstiklal Madalyalı Dedem, bizzat anlatmıştı Yunan’ı.

“Sen sen ol, sakın affetme onları. Dünyanın en vahşi, en barbar askerleri onlardadır.

Benim gördüklerimi ömrüm boyunca unutmam mümkün değil” demişti.

İlk televizyonun geldiği yıllarda Çanakkale’deki verici, henüz istenilen kuvvette değildi.

O sebeple herkes sürekli olarak damlarda, balkonlarda anten çevirmekle meşguldü.

Bazen rüzgârın kuvvetine göre Yunanistan TV’si karlı da olsa çıkardı.

“Kalisperasas kirizki kiri” cümlesini oradan ezberlemiştik.

Belki öyle değildi telaffuzu ama bize öyle gelmişti, o şekilde ezberlemiştik...

Dedem ve Anneannemin Çanakkale’yi ziyareti sırasında açtığım (karlı da olsa) Yunanistan TV kanalını göstererek, “Dede bak! Yunanistan çıkıyor” demiştim.

Birden oturduğu yerden kalktı sinirle ve bana: “Derhal onu kapat! Eğer bir daha açarsan bu evi terk ederim, bir daha gelemem” demişti.

Daha sonrasında Anadolu’daki Yunan zulmünü anlatmıştı.

Aklımda kalanlardan biri Yunan askerlerinin, “Hamile kadınların karnını yararak, bebeleri çıkardıkları” kalmıştı. Uzun süre etkisinde kalıp, unutamamıştım.

Sosyal medyada bulduğum yazıda ise olaylar oldukça ayrıntılı anlatılmış.

Dedemin anlattıklarıyla çakışıyordu zaten.

İşte o zulüm yazısı:

Ağva'ya bağlı Çanaklı Köyü'nün kadınlarını bir araya toplayıp anadan doğma kalana kadar soydular.

Çırılçıplak halde kocalarının katledilişini izlemeye zorlanan kadınlar, sonrasında toplu tecavüze uğradılar.

Küpelerini almak için kulakları,

Bileziklerini almak için bilekleri,

Yüzüklerini almak için parmakları kesildi; acıyla kıvranarak can verdiler.

Ateşe verilen Hacı İsmail Köyü ve erkekleri iple bağlanıp yatırılarak kurbanlık koyun gibi kesilen Karadere Köyü'nün kadınlarına tecavüz ettiler.

İmranlar Köyü'nde, ırzlarına geçmek üzere bütün kadınları bir eve topladılar; kendilerini korumaya çalışanları lime lime doğradılar.

Tekkeler Köyü'nde bacaklarından asılan on beş genç kızı, insan aklının alamayacağı işkenceler yaparak öldürdüler.

Karamandıra Köyü'nde yağmaya direnen Hacı Mustafa'yı kurşuna dizip karısının ve kızının ırzına geçtiler.

Irzına geçtikleri kızı, yaraladıkları bir ata bağladılar, at can havliyle oradan oraya koştukça kız parçalara ayrıldı.

Çınarcık'ta, erkek çocukları, annelerine tecavüz etmeye zorladılar.

Yaptıramayınca hepsini süngülediler.

Kadınların karınlarını yarıp, kundaktaki bebekleri yardıkları karınlarına gömdüler.

İzmir rıhtımında eşlerinden veya oğullarından haber bekleyen kadınların çarşaflarını yırttılar, hakaret ederek yerlerde sürüklediler...

Maraş'ta, hamamdan çıkan kadınlara sarkıntılık yaptılar, peçelerini yırttılar...

Karacaali'de, köyün kadınlarına kocalarının gözleri önünde tecavüz edip kurşuna dizdiler.

Bu satırlar Hâkimiyeti Milliye'den:

“Yunanlıların kadınlara ve kızlara yaptıkları tecavüzü, üzerinden yüzyıllar geçse de kendilerini Türklere affettirmek için her şeyi yapsalar da asla başaramazlar. Binlerce masum kız Yunanlıların eline düşmektense, kurşunla, süngüyle, ateşle ölümü tercih etmişlerdir.”

İkna olmayan, “Resmî tarih(!)” in parçası bulan, inanmayanlar için, bu satırlar da bizatihi işgalciler, işkenceciler, tecavüzcülerle soydaş olan yabancı bir “Kadın” gazeteci Berthe G. Gaulis anlatıyor:

“Bilecik bir felaket ve acılar diyarı... Henüz dumanı tüten taş yığınları altında kim bilir ne kadar insan cesedi yatıyor... Tecavüze uğramamış genç kız veya kadın kalmamış... Biraz ötede, kızını kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın mezarı...”

Belki de bu nedenle, yani “İşgalin ne demek olduğunu” en önce, en çok ve en fena biçimde onlar anladığı için, Türk Kurtuluş Savaşı'nın, Millî Mücadele'nin, Kuvayı Millîye’nin -yahut siz nasıl anıyorsanız o direniş günlerinin- “Büyük hainleri” arasında bir tek “Türk kadını” yoktur!

Onlar o sırada “Hainlere” karşı yazılacak bir “Destan’ın” ön sözünü inşa etmekle meşguldür!

Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasının ardından “Mebuslar” teslim bayrağı çekerken, gazetelere yolladıkları “Millî haklarımızı ve ismetimizi koruyacak hükümet ve erkek yoksa biz varız!” ilanlarıyla eli silah tutan Türk erkeklerine tarihi bir ders verirler mesela!

TBMM başkanlığına gönderdikleri, “Erkekler vazifesini yapmayacak, dinlerini ve vatanlarını, zevce ve hemşirelerini muhafaza etmeyecek kadar aciz ve ilgisiz iseler, düşmana karşı koymak için bize izin versinler. Yalnız topraklara gömerek paslandırdıkları silahları bize versinler. Irzımızı, namusumuzu, iffet ve ismetimizi biz kendi ellerimizle müdafaa edeceğiz!” dilekçesiyle, vatan savunmasından kaçanları, yüzlerine tükürmekten beter ederler!

Sultanahmet'ten Kastamonu'ya, Üsküdar'dan Bursa'ya memleketin her yanında “Biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız!” diye onlar haykırırlar!

Bütün bunlar olur, sadece Anadolu'da değil, Türk kadınları mütareke İstanbul'unda da sarhoş işgalci askerlere meze olmaya, üstelik de “Gönüllü meze!” olmaya zorlanırken, onların dramına, çığlık atsalar duyacakları mesafedeki “Saray”ında oturan Vahdettin, “İşgal güçleri hangi dinden ve milletten olursa olsun onlara Türk misafirperverliği gösterilmesini” buyurur...

Atatürk ise, “Düşman kaçarken, kadınlarınızı ve çocuklarınızı dağlara ve emin yerlere saklayınız” diye bildiri yayınlıyordur!

Padişah, varlığını “Allah'tan sonra işgalci İngilizlere” emanet ediyorken, Mustafa Kemal kadınların sadece ırzını ve canını kurtarmakla değil, vatanı o mezalimden kurtarıp bağımsızlaştırmak ve onlardan doğacak kız çocuklarının, kız torunlarının yerlerde sürüklenmeyip omuzlarda yükseltileceği bir rejimin temellerini atıyordur!

Tüm bunları sosyal medyada yazan kişi son sözünü öyle bağlıyor:

“Hâl böyleyken...

Başka hiç kimseye değil sözüm…

Bu ülkenin Atatürk'e hakareti, Cumhuriyet'le savaşı marifet sayan kadınlarına bugün…

Siz, nasıl yapabiliyorsunuz?

Nasıl oluyor da, böyle bir ADAM’ı sev(e)miyorsunuz?”

Ben de diyorum ki:

Sevmeseniz bile bari saygı duyun!