Eskiden, Osmanlı döneminde denize girmek ayıp sayılırdı.
İstanbul’un kıyıları denizle çevriliydi ama halk denizi uzaktan izlerdi.
Deniz, yüzülebilecek bir yer değil, görülmemesi gereken bir yerdi.
Sonra bir gün, Ruslar geldi…
Karadeniz’den İstanbul’a yerleşen Rus göçmenler, Rumlar ve Levantenler, yazın denize giriyor, güneşleniyor, kahkahalar atıyordu.
İstanbullular önce şaşırdı, sonra merak etti.
Ve yavaş yavaş, “Ayıp” olan şey bir özgürlük sembolüne dönüştü.
Deniz Hamamı Dönemi
19. yüzyılın sonlarında İstanbul kıyılarında deniz hamamları kuruldu.
Kadınlar ve erkekler ayrı bölmelerde, tahta perdeler ardında denize girerdi.
O dönem için bu bile büyük bir devrimdi.
Sonra takvim 1930’ları gösterdi.
Cumhuriyet yeni kurulmuş, Atatürk modernleşmenin öncüsü olmuştu.
Ve bir gün, Florya’da halkın arasına karışarak denize girdi.
O an, deniz sadece su değil, medeniyetin sembolü oldu.
Mayo Kiralanır!
Ama o yıllarda herkesin mayosu yoktu…
Tekstil gelişmemişti, hazır giyim bulunmazdı.
Bir mayo almak, neredeyse bir maaş gibiydi.
O yüzden plajlarda küçük kulübeler kuruldu.
Üzerlerinde tabelalarda şöyle yazıyordu:
“MAYO KİRALANIR.”
O mayolar sabunlu suda kaynatılır, güneşte kurutulur, mandallarla ipe asılırdı.
Güneş, sabun kokusu, tuzlu rüzgâr…
Her biri bir mevsimin, bir yaşamın kokusuydu.
1980’lerin ortalarına kadar sürdü bu gelenek.
80 sonrası daha çok ani karar verip hazırlıksız plaja gidenler kiralardı.
Florya plajına gidenler hatırlarlar.
Kimse utanmazdı, kimse gösteriş yapmazdı.
Herkes aynı suya girer, aynı güneşte yanardı.
Kimsenin markası yoktu ama herkesin hikâyesi vardı.
O dönemde kimse “Güneş koruyucu” bilmezdi.
Kakaolu ya da havuçlu güneş yağları sürülürdü, daha bronz görünmek, yazı teninde taşımak için.
Bir günlüğüne Florya’ya gidenler, akşam eve dönerken omuzları yanık, ama yüzlerinde mutluluk olurdu.
Ve bugün...
Bugün plajlar daha lüks, mayolar daha pahalı…
Ama o günlerin ruhu yok.
Çünkü o mayolar sadece kumaş değildi, bir dönemin masumiyetiydi.
Alıntıdır
BİRAZ TEBESSÜM
Şişman bir adam, çok şöhretli bir doktorun muayenehanesine gidiyor, konu zayıflamak istemesi.
Doktor, bir hafta kullanmak üzere, isimsiz bir hap veriyor kendisine.
İlk kullandığı gece, uyur uyumaz rüya görmeye başlıyor adam.
Bir saray içinde, etrafında onlarca cariye, sabaha kadar bir onlarla vur patlasın, çal oynasın geçiyor rüyası.
Sabah uyandığında, kan ter içinde...
Her gece aynı şey, bir haftanın sonunda bütün fazla kilolar atılmış durumda.
Günler sonra yolda rastladığı şişman bir arkadaşı, nasıl kilo verdiğini soruyor.
Durumunu anlatıyor, o arkadaşı da doğru doktorun çalıştığı hastaneye gidiyor ve doktor ona da aynı tedaviyi uyguluyor.
İlk gece, adam rüyasında bir sarayda! Ama etrafında cariyeler yerine onlarca iriyarı zenci var...
Zenciler başlıyor bunu kovalamaya.
Bizim şişman önde, onlarca iriyarı zenci peşinde.
Başlıyorlar sarayın içinde koşuşturmaya...
Üçüncü gün sonunda adam zayıflıyor ama dayanamıyor ve telefon ediyor doktora.
"Ya Doktor Bey, neden arkadaşımla benim rüyalarım farklı? O cariyelerle oynaşırken, ben neden zencilerden kaçmaya uğraşıyorum?"
Doktor biraz düşündükten sonra sorar:
"Siz hastaneye mi gelmiştiniz, muayenehaneye mi?"
HAYALLER VE GERÇEKLER
22 Şubat 1970'te, 14 yaşındaki Keith Sapsford, Sidney'deki evinden tek bir hayalle ayrıldı:
Dünyayı görmek...
Korkusuz bir şekilde, seçtiği ölümcül tuzaktan habersiz, Japonya'ya giden bir DC-8'in uçağının tekerlek yuvasına sürünerek girdi.
Kalkıştan birkaç dakika sonra, iniş takımları geri çekilirken kapı açıldı ve Keith yaklaşık 60 metre yükseklikten yere düştü.
Tamamen tesadüf eseri, John Gilpin adında amatör bir fotoğrafçı o gün akrabalarını yolcu etmiş ve uçağı kalkarken hatıra için çekiyordu.
Çocuğun gökyüzünden düştüğü anı, bilmeden yakaladı;
Hırsı, masumiyeti ve trajediyi sonsuza dek donduran tek bir kare ve maalesef genç Keith Hayatını orada kaybetti.
Keith'in babası daha sonra şöyle diyecekti:
"Tek istediği dünyayı görmekti."
Ama o uygun zamanı beklemedi.
Bunun yerine, hayali hâlâ tarihin tozlu sayfalarında yankılanan bir fotoğrafla yarıda kesildi.
MACELLAN
20 Eylül 1519'da Macellan, 5 gemi ve 270 adamla Endonezya Baharat Adaları'na batıdan bir deniz yolu bulma ümidiyle, İspanya'dan yola çıktı.
Önce Batı Afrika, sonra Brezilya.
Pasifik'e geçecek bir boğaz aramaya başladı.
Bulamadıkça isyanlar çıktı.
Macellan, kaptanlardan birini idam ettirdi, diğerini ise San Julian'da karada bırakıp gitti.
21 Ekim'de bir boğaz keşfetti.
Şimdilerde adı "Macellan Boğazı" olan, Güney Amerika'nın en güney ucundaki o geçit.
Tehlikeli boğazı 38 günde geçtikten sonra, boğazın diğer ucunda okyanusu gören Macellan sevinçten ağlamaya başladı.
Karşısına çıkan bu yeni okyanus ise o kadar sakin ve durgundu ki ona Latince "Sakin deniz" anlamına gelen "Mare Pacificum" yani "Pasifik" adını verdi…
Ama bu sevinç gözyaşları, durgun okyanus falan bir yere kadar iyi hissettiriyordu insanı gemide.
Herkes açtı, hastalıklar başlamıştı ve hayatta kalabilmek için teçhizatlardaki deri parçalarını çiğniyorlar, kemerlerini yiyorlardı.
"Dünyanın çevresini dolaşan ilk gemi seferi" gerçekleşmiş olacaktı bu yolculuğun sonunda ama filodaki gemilerden geriye kalan sadece "Victoria" adlı gemi ve 270 kişilik mürettebattan sağ dönen de 18 kişi olacaktı...
Ayrıca Macellan da, Filipinler'de girdikleri bir çatışmada zehirli bir okla vurulacak ve yoldaşları tarafından ölüme terk edilecekti.
Fakat Macellan'ın hayatı, gemiler ve insanlar gibi kaybolan başka bir şey daha çıkacaktı ortaya:
Juan Sebastian Elcano kumandasındaki 18 denizcinin hayatından bir gün eksilmişti.
6 Eylül 1522'de İspanya'ya vardıklarında, kendi takvimleriyle karadaki insanların takvimi arasında bir gün fark vardı.
Çünkü sürekli batıya doğru yolculuk etmişlerdi…
Alıntı: Kaan Koç
ANLAYANA
22 yaşındaki Kadına tecavüz eden adam 20 yıl yemiş.
Ne çare ki af gelmiş, 20 ay yatmadan çıkmış.
Kadın bulmuş bir tabanca, kendisine tecavüz edeni, sokak ortasında dört kurşunla vurmuş.
Hakim karşısına çıkarmışlar.
Hakim sormuş:
“Kızım, niye öldürdün adamı?"
"Bana tecavüz etti Hakim Bey."
"Devlet cezasını vermedi mi?"
"Verdi Hakim Bey, yirmi yıl. Ama yirmi ay yatmadan geri çıktı."
"Ama kızım, devlet affetti, bunda ne var?!"
Kadın bağırmış:
"Hakim bey! Hakim bey! Bu şerefsiz devlete değil, bana tecavüz etti! Bana danışmadan kim onu affedebilir?!"
NİMET ABLA
İstanbul'a gidip de, Nimet Abla gişesinden piyangon bileti almayan yoktu bizim gençlik zamanımızda.
Sanki oradan alınınca çıkacakmış gibi gelirdi insana ve İstanbul'a gidenlere illa bilet ısmarlanırdı.
Hele yılbaşı almadan dönmek, cesaret istedi adeta.
Nimet Abla gişesinin etrafı, kendisinin sattığı ve ikramiye çıkmış piyango bileti haberleri ile doluydu.
Cahit Çataloğlu Nimet Ablayı anlatmış:
27 Temmuz 1978'de Nimet Özden'i kaybettik.
79 yaşındaki bu kadın kimdi?.
Dilimin döndüğünce anlatmaya çalışayım.
İsmail Beyin Eminönü'nde ufak bir tütün dükkânı vardı.
Köhne dükkânda işleri pekiyi gitmediği için ek iş olarak, "Tayyare Piyangosu Bileti" satmaya başladı.
Yıl 1928.
İsmail Bey bir süre sonra esnafın isteği üzerine biletleri veresiye de vermeye başladı.
Paraları toplamakta zorlanınca işleri daha da kötüleşti, eve ekmek götüremez duruma geldi.
Ve işte kadın mucizesi!
Karısı Nimet duruma el koyarak her gün dükkâna gelmeye başladı.
Bir yıl içinde alacakları toparlayıp işleri yoluna soktu.
Onun adı "Melek Nimet Özden" idi.
Halk arasında bilinen adıyla Nimet Abla.
Ve bir mucize daha.
1931 yılbaşı çekiliş ikramiyesi 100 bin liraydı.
O günkü 100 bin lirayla İstanbul'un surlar dışından birçok bölgesinde koca bir mahalleyi evleriyle birlikte satın almak mümkündü.
Şanslı kişiye tam bileti Nimet Abla satmıştı.
Rekor ikramiye kamuoyunda çok büyük sansasyon yarattı.
Gazeteler, Nimet abla ile peş peşe röportaj yapmaya başladı.
Nimet ablanın yıldızı her geçen gün daha da parlamaya başladı.
1938'de Lütfü Kırdar'ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde Eminönü Meydanı düzenlenince, Nimet Abla günümüzdeki gişesinde faaliyete başladı.
Nimet Abla İstanbul 1899 doğumludur. (Adnan Menderes ile akran)
Hiç çocuğu olmadı.
İnançlı bir Müslümancı, 36 yaşında hacı oldu.
Pek bilinmez ama Nimet abla pek çok Türk kadını gibi ulu önderiniz Atatürk'e âşıktı.
Yüce Atatürk'e asla laf ettirmez, kendini bilmezler çıkarsa kim olursa olsun orada ağzının payını verirdi.
Nimet abla her 10 Kasımlar da mevlit okutur, aziz Atamızı saygıyla anardı.
Nimet abla kendi parasıyla bir "Cami yaptırmaya" karar verdi.
1963 yılında Esentepe'de caminin temeli atıldı.
Bölgedeki tek cami olacaktı.
En yakın camiler Şişli ve Beşiktaş'taydı.
O yıllarda Esentepe şehir dışında gerçek deyimle dağ başı bir yer.
"Ben Nimet abla ile 5 kişilik eski Amerikan dolmuşlarda yan yana yolculuk yaptım, sohbetini dinledim.
Maddi durumu gayet iyi olmasına rağmen özel otosu, şoförü, koruması yoktu.
Kıyafetinde lüks veya en ufak abartı yoktu.
Dikkat çeken tek bir takı ve mücevher taşımıyordu.
Sıradan. mahallemizden. Mütevazı bir esnaf portresi çiziyordu.
İriyarı, lafını esirgemeyen, Anadolu ağzıyla 'Hükümet gibi' bir kadındı."
Nimet ablanın Bebek sırtlarında babasından miras kalan Boğaz manzaralı bir de villası vardı.
Camiyi tamamlamak uğruna bu güzel evi sattı ve 1970 yılında Esentepe Hacı Nimet Özden Camii ibadete açıldı.
O dev gibi kadın felç olup tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu ve 1978 yılında aramızdan ayrıldı.
Kendilerini has Müslüman sayan odun kafalı, öküz yobazlar o günlerde de vardı.
Bir kadının başarı hikâyesini, devletten beş kuruş yardım almadan görkemli ve kaloriferli ilk cami yaptırmasını bu yobazlar kabullenemediler.
… Nimet ablaya çamur atmaya başladılar;
"Kumar parasıyla yapılan camide namaz kılmak caiz değildir!" dediler.
Buyurun buradan yakın!
… Sözüm ona;
Piyango bileti sattığı ve de piyango kumar sayılabileceği için Esentepe Camii, kumar parasıyla inşa edilmiş!
İnançlı ve dini bütün (Eskilerin deyişiyle Salihat-ı Nisvan) bir Müslüman olan hacı Nimet ablamız aslında Atatürk sevdalısı olduğu için yobazların hedefi haline gelmişti.
Nimet ablayı saygıyla, rahmetle anıyorum.
Cahit Çataloğlu
CAHİLLİK
Herşeyi bildiğini sanan bilgisizlere...
Konfüçyüs'ün ilerleyen yaşlarında evine ziyaretçi bir genç gelir.
Genç, duvarın yerden tavana kadar kitaplık ve bu kitaplığın da tamamen dolu olduğunu görür.
Dayanamayıp, "Bunca kitabı gerçekten okudunuz mu?" diye hayretle sorar.
Konfüçyüs, "Evet" yanıtını verir.
Genç tekrar sorar:
"Bu kadar çok kitaptan kim bilir neler öğrendiniz?"
Konfüçyüs tekrar cevap verir:
"Evet, ne kadar cahil olduğumu öğrendim."