Atatürk Cumhuriyetin ilanı için, neden 29 Ekim’i seçti?

İşte bu sorunun cevabı.

.

İlandan 2 yıl sonra Ekim 1925’te, Fahrettin Altay Paşa Atatürk’ün misafiridir.

Zihnini hep meşgul eden bir soru sorar ulu öndere.

“Paşam benim dikkatimi çekti… Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine denk gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi?”

Bunun üzerine Atatürk ona şöyle bir cevap verir.

“Fahrettin, mütarekenin ilk günlerini hatırlar mısın? Saray ve hükümet, teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da itilaf devletlerinin elinin altına girmişti. Saray bu halden memnundu.

Fakat ben bunu kabul edemezdim.

Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım.

Dünyada tek başımıza idik.

Fakat benim inandığım ideale, benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hâsıl oldu.

Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı.

Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı.

Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti?

Dört yıl.

29 Ekim 1923 de Cumhuriyeti ilan ettik.

İşte 5 yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır?

Bu mazlum millet, kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır. Çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükâfatı işte budur.

Bütün Dünya buna şahit olmuştur.

Daha da şahit olacakları vardır.

Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir.

Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası çektiğim azabı bilirsin, yanımdaydın.

Mondros 30 Ekim’dir,

Cumhuriyet 29 Ekim.

İşte bu da mazlum bir milletin ahıdır.

Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır…”

Atatürk burada bir an durur, elini masanın üzerine koyar ve;

“Deyiniz ki bu, tarihten silinmek istenen bir milletin öcüdür…”

.

Fahrettin Altay “Ama paşam bundan niye hiç söz etmediniz?” diye sorar.

Atatürk cevap verir “Şahsen övünmek olurdu. Oysa esas övünmek benimle beraber mefkûreye inananların, milletin ve ordunun hakkıdır…”

.

Atatürk’ün Cumhuriyet ilanı için 29 Ekim tarihini seçmesinin özel nedeni, bu cümlelerden de anlaşılıyordu.

.

Ulu önder 30 Ekim 1918’de imzalanan “Mondros Mütarekesi” ile her anlamda teslimiyet içine girmiş, kendi tabiri ile esarete uğramış milletinin, kaç yıl bu esaret altında kaldığı sorusuna tam 5 yıl cevap vermek istemedi.

O nedenle 4 yıl 364 gün sonra Cumhuriyeti ilan ederek bir ifadeyi kesinleştirmek istemiştir.

.

Esaretten 1 gün önce Cumhuriyeti ilan ederek bir anlamda öç almak istemiştir.

“Türk Milleti 5 yıldır esaret altındadır” demek ona zor geldiğinden “Türk Milleti 4 yıldır esaret altında kalmıştır” diyebilmek için 30 Ekim’e bir gün kala Cumhuriyetin ilan edilmesini istemiştir.

.

Mustafa Kemal Atatürk, Mağrur ve galip olarak, batılı devletlere “Ben 30 Ekim’i tanımıyorum... Sizden bir gün öndeyim... Ama siz 29 Ekim’i tanıyacaksınız.” demiştir…

(Alıntı)

 

YURDUM

Paris-İstanbul arasında trenle mekik dokuyan genç bir Türk işadamı, Macaristan'da genç bir bayanla tanışır.

Evlenme teklif eder ve evlenirler.

İzmirli işadamı, olayı ailesine açamaz.

Macaristan'da bir kızı olur.

Kızına “Nermin” adını verir.

Nermin büyümekte, Mustafa Kemal'in yaptıklarını, gazetelerden heyecanla izlemektedir.

.

Baba İzmir'de ölür.

Aile, geçim sıkıntısına düşer.

14 yaşındaki Nermin, Macaristan'da paralı olan öğrenimini sürdüremez olur.

Mustafa Kemal'in ülkesinde eğitim parasızdır.

Nermin, baba yurduna gitmeye karar verir.

.

Annesinin haberi olmadan

Türk Büyükelçiliği'ne başvurur.

Ona bir pasaportla birlikte, eline durumunu açıklayan bir de Türkçe mektup verirler.

Başı sıkıştığında, derdini anlatamadığında o mektubu gösterecektir.

Bu durumu öğrenen annesi de ona destek verir.

.

Üçüncü mevki bir tren kompartımanının tahta sıraları üzerinde, günlerce sürecek bir yolculuk başlar.

Tren, Türkiye topraklarına girer.

Gümrük memurları, elinde Türk pasaportu olan ama Türkçe bilmeyen bu çocuğun durumunu çok ilginç bulur,

Giriş izni de hemen verilir.

.

Küçük Nermin, İstanbul'da bir yandan Almanca dersleri verirken, öte yandan Türkçe öğrenir.

Mustafa Kemal'in parasız kıldığı eğitim olanaklarından yararlanır.

İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirir.

Gazetecilik yapar.

Türkçenin arkasından İngilizce ve Fransızca da öğrenmiştir.

Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne asistan olur.

Çağdaş siyaset biliminin Türkiye'ye girmesine öncülük edenler arasında yer alır.

.

Gün olur,

Türkçesinin bozuk olduğunu öne sürerek öğretim üyeliğinden atılmasını isteyenler çıkar.

Tükenmez bir enerji ve heyecanla, gençlere bir şeyler verme isteğini yitirmez.

Uluslararası toplantılarda Türkiye'yi,

Türk kadınını, Mustafa Kemal'i savunur, savunur, savunur...

.

Bir oğlu olmuş, adını da Mustafa Kemal koymuştur...

Prof. Nermin Abadan-Unat,

Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki son dersini verirken aralarında benim de bulunduğum bir grup eski öğrencisi de sınıftaydı.

Kimisi profesör, kimisi doçent, kimisi çiçeği burnunda araştırma görevlisiydi.

Son dersin sonunda, nefes bile almaya korkarak dinlediğimiz yaşam öyküsünü anlatmıştı bize...

Ve sözlerini şöyle noktaladı...

“Ben yurdumu kendi irademle seçtim.

Mustafa Kemal olmasaydı, belki ben de olmazdım. Niçin Kemalist olduğumu, öyle sanıyorum ki artık anlamışsınızdır...”

.

Bazen küçük bir hayat hikâyesi, binlerce kitaptan çok daha fazla şey anlatır...

(Alıntıdır)

 

BİLİM ÖNEMLİ

1932’de Ankara’da bir okul gezisi…

Lise öğrencileri Atatürk’e sorular soruyor.

Bir genç heyecanla ayağa kalkıyor:

“Paşam! Başımı, canımı bu vatana feda etmeye hazırım!” canım size feda olsun.

.

Atatürk bir an duruyor.

Masaya yaslanıyor, gözlüğünü çıkarıyor ve tarihe geçecek o cümleyi söylüyor:

“Genç! Bana feda edilecek bir baş değil,

Düşünen, okuyan, sorgulayan bir beyin borçlusun!”

.

Salonda sessizlik…

Sonra büyük bir alkış.

Atatürk devam ediyor:

“Beni değil, fikri, bilimi, ahlakı kutsayın.

Çünkü ben giderim, ama ilim kalır, akıl kalır.

Eğer bir gün benim sözlerim bilimin karşısına çıkarsa,

Bilimi seçin!”

.

Yıllar sonra o genç, Atatürk’e bir mektup yazar:

“Paşam, o gün beni feda edilecek bir genç olmaktan, Düşünecek bir beyin olmaya yönlendirdiniz.”

.

Ve tarih not düşer:

Atatürk övülmeyi sevmezdi.

O, “Benim sözüm bilimin karşısına çıkarsa bilimi seçin” diyebilen bir liderdi.

Hem de 100 yıl önce.

(Alıntıdır)

 

NEDEN ANKARA?

Atatürk, sıcak bir günün akşamında yanında bazı kişiler ile Çankaya Köşkü’nün bahçesinde dolaşıyordu.

Ben de o sıralar eski köşkün tavan dekorlarıyla meşguldüm.

.

Tozlu ve sisli bir hava Ankara’nın üzerine çökmüştü.

Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu.

Bize, “Ankara’yı hükûmet merkezi yapmakla iyi ettim mi?” diye sordu.

Tabiî herkes olumlu yanıt verdi. Arkasından, “Neden?” sorusu gelince, kimi “Stratejiden”, kimi “Siyasetten” bahsetti.

Hatta birimiz “Kayalık güzeldir” gibi bir estetik görüş de ortaya attı.

.

Atatürk tartışmayı şu sözleriyle kesti:

“Şimdi dalkavukluğu bırakın... Ankara’nın hükûmet merkezi olması için saydığınız nitelikleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükûmet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk’ün imkânsızı imkân hâline getiren gücünü dünyaya bir kere daha göstermek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak.”

(Alıntı: Niyazi Ahmet Banoğlu)

 

UYGARLIK

Türk halkının mutluluğunu kendi mutluluğu olarak gören ve kendini onun hizmetkârı olarak değerlendiren büyük Atatürk’ün aşağıdaki sözleri ulusumuzun yolunu aydınlattığı gibi, ulusumuzu uygarlık yolunda geri koymaya çalışan düşünce sahiplerine de bir uyarı niteliği taşımaktadır.

.

“Türk ulusu bir bütün olarak aşağıdaki sözlerin anlamını idrak edip onun gereğini yaptığı gün hiç şüphesiz uygarlık âleminde rakipsiz olacaktır…”

.

“Bundan şüphe duyanlar bilmelidir ki kendi yeteneklerini tanımayan ve kendisine güveni olmayanlardır…”

.

“’Ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi uygarım” diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, zihniyetiyle uygar olduğunu ispat etmek ve göstermek zorundadır…”

.

“’Uygarım’ diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış şekliyle uygar olduğunu göstermek zorundadır.”

.

“Sonuç olarak “Uygarım” diyen Türkiye’nin gerçekten uygar olan halkı, baştan aşağıya dış görünüşüyle bile uygar ve olgun insanlar olduğunu uygulamada da göstermek zorundadır.”

.

“Artık duramayız, kesinlikle ileri gideceğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz.

Çünkü ileri gitmeye mecburuz.

Millet açıkça bilmelidir. Uygarlık öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar ve yok eder.”

.

“Uygarlığın coşkun seli karşısında direnmek boşunadır ve o, gafil itaatsizlere karşı çok amansızdır. Dağları delen, göklerde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen uygarlığın güç ve yüceliği karşısında çağ dışı kalmış zihniyetlerle, ilkel, boş inançlarla yürümeye çalışan milletler yok olmaya veya hiç olmazsa esir olmaya ve aşağılanmaya mahkûmdurlar.”

.

“Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz; en doğru, en hakikî yol, uygarlık yoludur. Uygarlığın emir ve isteklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir.”

.

“Biz her araçtan yalnız ve ancak bir görüş açısından faydalanırız.

O görüş şudur: Türk milletini, uygar dünyada lâyık olduğu yere ulaştırmak ve

Türk Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha fazla kuvvetlendirmek... Ve bunun için de keyfî yönetim fikrini öldürmek...”

(Alıntı: Nezihe Araz)

 

SAYGI

Demokratik yönetimlerin egemen olduğu toplumlarda yasalarda yeri olmayan uygulamalar suç teşkil eder.

Yöneticilerin yetki ve sorumlulukları yasalarla belirlenmiş olup bunun dışına çıkmaları demokratik toplum anlayışını zedeleyerek toplumda hak ve hukuk duygusuna olan inancı ortadan

Kaldırır.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet yönetiminin ana ilkesi vatandaşların hak ve özgürlüklerine saygı gösteren bir anlayışı toplum yönetiminde egemen kılmaktı.

Ancak bunu kısa sürede başarmak mümkün olmamıştır.

Bazı yöneticiler, bir süre daha geçmişten kalan kötü yönetim alışkanlıklarının etkisiyle kanun dışı, insan onuruna yakışmayan keyfî davranışlarına devam etmiştir.