Hepimiz meyve yemenin sadece meyve almak, kesmek ve ağzımıza atmak olduğunu düşünürüz.
Ama iş öyle değilmiş meğer.
Meyveleri nasıl ve ne zaman yiyeceğinizi bilmek önemliymiş.
Bu makaleyi sosyal medyada buldum.
Size aktarayım dedim.
Siz karar verin meyveyi nasıl yiyeceğinize.
“Meyve yemenin doğru yolu nedir?”
Doğrusu şuymuş:
“Yemeklerden sonra meyve yememekmiş…”
Peki ne zaman yiyecekmişiz?
“Meyveler mide boş iken yenilmeliymiş.”
Meyveleri aç karnına yersek;
Sistemimizi detoksifiye etmeden önemli bir rol oynayacak, bize kilo verme ve diğer yaşam aktiviteleri için büyük miktarda enerji sağlayacakmış.
Makale şöyle devam ediyor:
Diyelim ki iki dilim ekmek ve ardından bir dilim meyve yiyorsunuz.
Meyve dilimi doğrudan mideden bağırsaklara gitmeye hazırdır, ancak meyveden önce alınan ekmek nedeniyle bunu yapması engellenir.
Bu arada bütün ekmekler ve meyveler çürür, fermente olur ve asitleşir.
Meyvenin midedeki yiyeceklerle ve sindirim sıvılarıyla temas ettiği anda tüm yiyecek kütlesi bozulmaya başlar.
Bu yüzden lütfen meyvelerinizi aç karnına veya yemeklerden önce yiyin!
İnsanların şikâyet ettiğini duydunuz:
“Ne zaman karpuz yesem geğiriyorum, muz yediğimde tuvalete koşuyor gibi hissediyorum vs…” gibi.
Meyveyi aç karnına yerseniz, aslında tüm bunlar ortaya çıkmayacak.
Meyve, diğer yiyeceklerin çürümesiyle karışır ve gaz üretir ve dolayısıyla şişkinlik yaparsınız!
Ağarmış saçlar, kellik, sinir patlamaları ve göz altı morlukları gibi şikâyetleriniz, aç karnına meyve yerseniz olmaz.
Bu konuda araştırma yapan Dr. Herbert Shelton'a göre portakal ve limon gibi bazı meyveler “Asidik” diye bir şey yoktur çünkü tüm meyveler vücudumuzda alkali hale gelir.
Meyve yemenin doğru yolunda ustalaştıysanız, “Güzelliğin, uzun ömürlülüğün, sağlığın, enerjinin, mutluluğun ve normal kilonun” sırrını bulmuşsunuz demektir.
Meyve suyu içmeniz gerektiğinde sadece taze meyve suyu için.
Pişmiş meyve yemeyin çünkü besinlerini hiç almazsınız ve sadece onun tadına varırsınız.
Ancak bütün bir meyveyi yemek, suyunu içmekten daha iyidir.
Taze meyve suyunu içmeniz gerekiyorsa, ağız dolusu yavaş yavaş içiniz, çünkü yutmadan önce tükürüğünüzle karışmasını sağlamalısınız.
Vücudunuzu temizlemek veya detoksifiye etmek için 3 günlük meyve orucuna devam edebilirsiniz.
3 gün boyunca sadece meyve yiyin ve taze meyve suyu için.
Ve arkadaşlarınızın size ne kadar ışıltılı göründüğünüzü söylediklerine şaşıracaksınız…
KİVİ:
Küçük ama güçlü.
Bu iyi bir potasyum, magnezyum, E vitamini ve lif kaynağıdır.
C vitamini içeriği portakalın iki katıdır.
ELMA:
Elma yiyen insan doktor yüzü görmez?
Bir elmanın C vitamini içeriği düşük olmasına rağmen, C vitamininin aktivitesini artıran antioksidanlar ve flavonoidler içerir, böylece kolon kanseri, kalp krizi ve felç riskini azaltmaya yardımcı olur.
ÇİLEK:
Koruyucu Meyve.
Çilek, ana meyveler arasında en yüksek toplam antioksidan güce sahiptir ve vücudu kansere neden olan, kan damarı tıkanması ve serbest radikallerden korur.
TURUNÇ:
En tatlı ilaç.
Günde 2-4 portakal almak soğuk algınlığını önlemeye, kolesterolü düşürmeye, böbrek taşlarını önlemeye ve çözmeye yardımcı olabilir ve ayrıca kolon kanseri riskini azaltabilir.
KARPUZ:
En havalı susuzluk giderici.
%92'si sudan oluşur ve aynı zamanda bağışıklık sistemimizi güçlendirmeye yardımcı olan dev dozda glutasyon ile doludur.
Aynı zamanda kanserle savaşan oksidan olan likopenin önemli bir kaynağıdır.
Karpuzda bulunan diğer besinler; C vitamini ve Potasyumdur.
Yemekten sonra SOĞUK SU veya içecekler içmek KANSER'e davetiye çıkarmak demektir.
Böbrekler hasar görür.
Soğuk su veya soğuk içecekler içmeyi sevenler için bu yazımız tam size göre.
Yemekten sonra bir bardak soğuk su veya soğuk içecek içmek güzel zannedilir.
Ancak, soğuk su veya içecekler az önce yediğiniz yağlı şeyleri katılaştıracaktır.
Sindirimi yavaşlatır.
Bu parçalanmış yiyecekler asitle reaksiyona girdiğinde, katı gıdadan daha hızlı parçalanacak ve bağırsak tarafından emilecektir.
Çok yakında bu durum YAĞLAR’a dönüşecek ve KANSER'e yol açacaktır!
Yemekten sonra ılık su içmek en iyisidir.
Dikkatli olalım ve farkında olalım.
Ne kadar çok bilirsek hayatta kalma şansımız o kadar artar.
Bu yazıyı buldum yazdım.
İçinde zararlı bir istek yok.
İnsan yediğine dikkat ettiği müddetçe sağlıklı yaşayabilir.
Ama bunun için bilgiye ihtiyaç var…
CANLILAR
Sayfaya şöyle bir hikâye ile gireyim. Öğretmen öğrencisine soruyor:
-“Çocuğum canlılar kaça ayrılır?”
-“Dörde ayrılır öğretmenim.”
-“Bana yanlış gibi geldi ama say bakalım!” demiş öğretmen…
-“Bitkiler, Hayvanlar, İnsanlar, Çocuklar.”
-“Çocuklar da insan değil mi oğlum?”
-“Haklısınız, o zaman canlılar üçe ayrılır öğretmenim...”
-“Peki, şimdi yeniden say bakalım...”
-“Bitkiler, Hayvanlar ve
Çocuklar.”
-“Oğlum insanlara ne oldu?”
-“Düşünebilenleri hep çocuk kaldı, düşünemeyenleri de hayvanlaştı öğretmenim.”
MÜFETTİŞ
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir okulu teftiş etmek için kadın müfettiş görevlendirilir...
Müfettiş okula gitmek için yola koyulur, ancak yolda arabası hararet yapar ve aracı çalışmaz.
Oradan geçen bir çocuk araca doğru yanaşarak yardıma ihtiyacının olup olmadığını sorar.
Müfettiş:
“Araçlardan anlar mısın?”
Çocuk:
“Babam tamircidir, ben de bazen ona yardım ederim.”
Çocuk arabanın motoruna bir bakış attıktan sonra alet-edevat çantasını açar.
Birkaç dakika uğraştıktan sonra müfettişten arabayı çalıştırmasını rica eder.
Bu arada müfettiş bütün bu olanları dehşet içerisinde izliyordu.
Araç tekrardan hareket etmeye başladı.
Çocuğa teşekkür etti ve “Bu saatte neden okulda olmadığını” sordu.
Çocuk:
“Bugün okulumuza müfettiş gelecekmiş ve öğretmenin dediğine göre benim sınıfın en tembel öğrencisi olmamdan dolayı evde kalmam gerekiyormuş.”
Fikir:
Yetenekler işte böyle bitirilir.
Zekâ ve üreticilik sadece dersi anlamak ile alakalı bir şey değildir.
Her şahsı; yeteneklerini ortaya çıkarabilmek için uygun ortama koymak gerekir.
Köy enstitülerinde her çocuk ilgi alanı ve yeteneğine göre değerlendirilip, ona göre eğitiliyordu.
Bütün öğrencilere standart dersler verilmiyordu.
Köy enstitülerinin duvarında ise şöyle yazıyordu:
“Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz.”
GİYOTİN
Üç kişi giyotinle idama mahkûm olur.
Bunlardan biri Papaz, biri Hâkim, biri de Fizikçiymiş...
İdam sehpasına ilk olarak Papaz çıkarılır.
Başını giyotinin altına yerleştirir ve sorarlar:
“Son sözün nedir?”
Der ki:
“Ben Tanrı’ya inanıyorum, O beni kurtaracaktır. Tanrı… Tanrı… Tanrı…”
Giyotini indirdiklerinde, boynuna birkaç santim kala giyotin durur.
Halk şaşırır ve hep bir ağızdan bağırır:
“Onu serbest bırakın; Tanrı sözünü söylemiş ve onu korumuştur.”
Böylece papaz idam edilmekten kurtulur...
Sıra hâkime gelir, ona da sorarlar:
“Demek istediğin en son söz nedir?”
Der ki:
“Ben papaz gibi Allah’a inanmıyorum. Ama adalete güveniyorum. Adalet... Adalet... Adalet...”
Giyotini indirirler, giyotin hâkimin de boynuna birkaç santim kala durur...
Bunun üzerine insanlar tekrar şaşırır ve bağırırlar:
“Adalet sözünü söyledi, onu serbest bırakın.”
Böylece hâkim de boynunun kesilmesinden kurtulur...
Sıra fizikçiye gelir.
Ona da, “Son sözünü söyle” derler
Der ki:
“Ben ne Tanrı’ya inanan bir Papazım, ne de adalete güvenen bir Hâkim! Bildiğim tek şey şudur: Giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine engel oluyor.”
Görevliler giyotini kontrol edince gerçekten de bir düğüm olduğunu görürler.
Düğümü açıp tekrar bırakırlar.
Böylece fizikçi idam edilmiş olur...
“Gerçeği söylemeye cesareti olanlar, bedel ödemeyi göze almalıdır...”
“Bazen de cahil olmak gerek.
Zira canınız kurtulabilir…”
VİKS
Hani o her derdimize deva olan Vicks var ya?
İşte onun aslında kalbi kırık bir babanın sevgisinden doğduğunu biliyor muydunuz?
1800’lerin sonlarına doğru, bir gece, Kuzey Karolina’da küçük bir çocuk gözyaşları içinde babasına baktı ve fısıldadı:
“Baba… Göğsüm çok ağrıyor.”
Durmaksızın öksürüyordu.
Hiçbir şurup acısını dindirmiyor, hiçbir ilaç yeterli gelmiyordu.
O baba sıradan bir eczacı olan, Lunsford Richardson’dı.
Ama o gece, bir bilim insanı değil, çaresiz bir babaydı.
Küçücük laboratuvarına kapanıp elinde ne varsa karıştırdı:
Kafur, mentol, okaliptüs…
Bir nefes arıyordu.
Bir parça rahatlama…
Ve sonunda buldu:
Yoğun bir merhem.
Göğse sürülen, çocuklara yeniden nefes aldıran, onlara huzurlu bir uyku getiren bir balsam.
İşte dünya onu böyle tanımaya başladı: Vicks.
Başta kimse ciddiye almadı.
Kapı kapı dolaştı, dalga geçildi.
Ama 1918’de, grip salgını dünyayı kasıp kavururken, bu formül bir umut ışığına dönüştü.
Şişeler yetmemeye başladı.
Kişisel bir acıyla doğan bu ilaç, binlerce hayatı iyileştirmeye başladı.
Ama en yürek burkan gerçek şu ki:
Lunsford’un çocuklarından biri, bu formül bulunmadan önce hayatını kaybetti.
Onu iyileştiremedi.
Ve işte bu boşluk, bu sessiz keder, Lunsford’u devam etmeye itti.
Bugün o tanıdık kokuyu pek çoğumuz bir annenin şefkatiyle bağdaştırıyoruz…
Ama aslında, o koku aynı zamanda,
Vazgeçmeyen bir babanın sevgisinin sessiz yankısı.
TEBESSÜM
Bir tebessüm ile sayfayı kapatalım artık.
Kara, Hava ve Deniz komutanları askerlerinin cesaretleri konusunda tartışırlarken, bunu birbirlerine ispatlama yarışına girmişler.
Karacıların komutanı tatbikat sırasında bir asker çağırmış.
Asker: “Emret komutanım” diyerek yanına gitmiş.
Komutanı yere yatmasını istemiş.
Daha sonra da bir tanka, “Askerin üzerinden geçmesi” için emir vermiş.
Asker kılını bile kıpırdatmadan yattığı yerde beklemiş ve sonuç olarak ezilmiş. Komutan diğerlerine dönerek:
“İşte cesaret” demiş.
Havacıların komutanı da hemen bir asker çağırmış.
Asker:
“Emret komutanım” diyerek komutanının yanına gitmiş.
Komutanı helikoptere binmesini emretmiş. Asker helikoptere binmiş ve havalanmış. Daha sonra komutanı askere “Aşağıya paraşütsüz atlamasını” emretmiş, asker de emre itaat etmiş ve atlamış.
Yere çakılmış.
Komutan da diğerlerine dönerek:
“İşte cesaret” demiş.
Sıra gelmiş denizcilerin komutanına.
Denizci komutan askerini çağırmış.
Asker çakı gibi hazırola geçmiş ve;
“Emret komutanım” demiş. Komutan;
“Derhal denize atla, dibe dal ve 10 dakika yüzeye çıkma” demiş.
Asker;
“Yok ya! Senin anan güzel mi?” demiş. Denizcilerin Komutanı diğer komutanlara dönerek:
“İşte asıl cesaret budur!” demiş.