LYDİA RED

Onu bir bar yatağına zincirleyip, geleceğinin paralı adamların elinde olduğunu söylediklerinde on beş yaşındaydı.

Yirmi yaşına geldiğinde Lydia “Red” McGraw, Dodge City’nin en karanlık köşelerini görmüştü:

Viski kokusu, yumruklar, morluklardan daha çok acıtan kahkahalar.

1854’te Kansas’ta doğan Red, babası onu ateşli hastalıklara yakalayana kadar at terbiye ederek büyüttü.

Fakat babası ölünce bir pavyona satıldı.

Red, artık yaşadığı hayatı istemiyordu ve bir gece isyan etti nefesinde özgürlükle yalınayak sokağa çıktı.

Sınıra koşmadı; kemerine sığmayacak kadar büyük bir tabanca ve tutmayı planladığı bir söz taşıyarak çorak topraklara at sürdü.

Yıllar sonra Abilene’den Deadwood’a kadar, sallanan kapılar ardında mahsur kalanlar ve mazlumlar için kurtarıcı olan kızıl saçlı bir silahşor olmuştu.

Gençler hep onun hikâyelerini anlatıyordu.

Yıllar sonra, hareket edemeyecek kadar korkmuş bir kızı savunurken çıkan bir çatışmada, 5 katili vurduktan sonra öldüğü söylendi.

Ama cesedini kimse bulamadı; sadece gümüş bir toka ve dağlara doğru uzanan bir patikada ayak izleri bırakmıştı.

Belki de düştü.

Belki de hayatta kaldı.

Ama acısını adalete dönüştüren bir kadın olan “Red McGraw Efsanesi” hâlâ varlığını sürdürüyor.

Bazı kaynaklarda göre 10 eyalette 100’e yakın katil ve tecavüzcü öldürdü.

ve çok sayıda genç kızı ve çocuğu onların elinden kurtardığı biliniyor.

Onun adı birçok karikatür ve çizgi romanlarda farklı isimlerle hep yayınlandı ve hâlâ devam ediyor.

THOMAS EDİSON

Thomas Edison bir gün eve geldiğinde annesine bir kağıt verdi ve “Bu kağıdı öğretmenim verdi ve sadece sana vermemi tembihledi” dedi.

Annesi kâğıdı gözyaşları içinde oğluna sesli olarak okudu:

“Oğlunuz bir dahi. Bu okul onun için çok küçük ve onu eğitecek yeterlilikte öğretmenimiz yok. Lütfen onu kendiniz eğitin…”

Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Edison’un annesi vefat ettiğinde, o artık yüzyılın en büyük bilim adamlarından biriydi.

Bir gün eski aile eşyalarını karıştırırken birden bir çekmecenin köşesinde katlı halde bir kâğıt buldu ve alıp açtı.

Kâğıtta, “Oğlunuz ‘Şaşkın’ (akıl hastası) bir çocuktur. Artık kendisinin okulumuza gelmesine izin vermiyoruz...” yazılıydı.

Edison saatlerce ağladıktan sonra günlüğüne şu satırları yazdı:

“Thomas Alva Edison, kahraman bir anne tarafından, yüzyılın dâhisi haline getirilmiş, ‘Şaşkın’ bir çocuktu.”

GILLIAN LYNNE

Gillian henüz yedi yaşındayken, dünya onunla bir şeylerin yolunda gitmediğine karar verdi.

Okulda yerinde duramıyordu.

Kıpırdanıyor, dalıp gidiyor, hayallere dalıyor ve dersleri takip edemiyordu.

Öğretmenleri ona kızıyordu.

Sakin kalabildiğinde onu övüyorlardı ve çoğu zaman onu cezalandırıyorlardı.

Evde de pek farklı değildi.

Şikâyetlerden bıkmış olan annesi de onu cezalandırıyordu.

Gillian sadece okulda başarısız olmuyor, evde de başarısız olduğu hissini yaşıyordu.

Bir gün, okul annesini ciddi bir toplantıya çağırdı.

Odasında oturmuş, endişeyle yeni eleştirileri bekleyen Gillian, öğretmenlerin rahatsızlıklardan, ilaçlardan, belki de hiperaktiviteden bahsettiklerini duyuyordu.

Onlar Gillian’ın bu şekilde “Düzeltilmesi” gerektiğine emindi.

Ama o sırada, yaşlı bir öğretmen odaya girdi.

Gillian’ı bir süredir tanıyordu.

Herkesten yan odadaki odaya geçmelerini istedi; geçtikleri odadan hâlâ küçük kızı görebiliyorlardı.

Çıkmadan önce küçük bir radyoyu açtı ve odanın müzikle dolmasına izin vererek odayı boşalttılar.

Ve işte o zaman, onu gördüler.

Gillian, yalnız başına, hareket etmeye başladı.

Dans ediyordu.

Bedeni neşeyle ve içgüdüsel olarak müziğe uyuyordu.

Ayakları yere vuruyor, kolları havalanıyor tüm bedeni ritim ve yaşam dolu bir hareket içindeydi.

Yaşlı öğretmen oradakilere sadece gülümsedi ve şöyle dedi:

“Hasta değil. O bir dansçı…”

Annesine, onu bir dans okuluna yazdırmasını tavsiye etti.

Ve annesi bunu yaptı.

Gillian, ilk dersinden sonra eve neşe içinde dönüp şöyle dedi:

“Herkes benim gibi! Kimse yerinde duramıyor!”

Bu küçük kız, daha sonra dünya çapında ünlü bir dansçı, koreograf ve Cats müzikalinin yaratıcı ruhu olan Dame Gillian Lynne oldu.

Her yanlış anlaşılan çocuğun, kusur değil yetenek gören biriyle karşılaşması dileğiyle.

ATATÜRK

29 Ekim 1938…

Cumhuriyet Bayramı…

Artık Büyük ATA’nın sağlık durumu, fevkalade vahim…

Odasında, yarı uyku halinde, bitkin bir şekilde yatıyor…

Yaşamından umut kesilmiş, her an her şey olabilir…

Oysa O, Ankara’daki Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılmak istemiş, hatta hipodromda, Atatürk’ün şeref locasına yorulmadan çıkabilmesi için bir asansör yaptırılmış, ama ne mümkün?

“Ne olacaksam orada olayım” diyen Atatürk doktorlara, “Bütün mesuliyet benimdir… Ankara’ya mutlaka gideceğim” demiştir, ama artık yatağından bile kalkamamaktadır.

O sırada Dolmabahçe Sarayı’nın önünden iyice yakın geçen bir vapurun içi, Askeri Lise öğrencileriyle dolu…

Cumhurbaşkanlığı boyunca ilk kez Ankara’daki törenlere katılamayan ve durumu oldukça ağır olan Atatürk’ü görmek isteyen öğrenciler, göz yaşları içerisinde, ellerindeki bayrakları, çiçekleri ve şapkalarını sallayarak haykırıyorlar:

“ATAmızı görmek istiyoruz!...”

Sonra birden hep bir ağızdan söyledikleri İstiklal Marşı ile Dolmabahçe Sarayı’nı inletiyorlar…

Bu sırada yanında yine manevi kızı Gökçen olan Atatürk, gençlerin sesini duyarak heyecanlanır, yatağında doğrulur ve heyecanla pencereden bakan Sabiha Gökçen’e seslenir:

“Bak Gökçen, gençlerimin sesi… Duydun mu beni istiyorlar…”

“Evet paşam” der Gökçen, “Bir vapur dolusu genç… Askeri Lise öğrencileri… Cumhuriyet Bayramı törenlerinden dönüyor olmalılar…”

Atatürk “Çocuklarım… Benim çocuklarım…” diye fısıldar, gözlerinden yaşlar süzülmektedir.

Bu sırada içeriye doktor Neşet Ömer ve Salih Bozok girer.

Atatürk heyecanını onlarla paylaşır. ”Duyuyor musunuz?”

“Evet Paşam” derler gözleri dolarak “Duyuyoruz…”

“Onlar, Cumhuriyeti emanet ettiğim gençlerimiz…” der gururla Atatürk.

Sanki bir anda iyileşmiş, güçlenmiş gibidir.

Oysa Atatürk’ün odasının yanındaki nöbet odasında Kılıç Ali, pencereyi açmış, gençlere “Gidin!” diye işaret etmektedir. Oysa gençler iyice coşmuştur.

“Yaşa Atatürk, Varol Atatürk!” diye bağırmakta, bazı gençler vapurdan “ATAmızı görmek istiyoruz!” diyerek suya atlayarak saraya doğru yüzmeye çalışmaktadır.

Atatürk “Çocuklarımı görmek istiyorum. Buraya kadar gelmişler, hiç değilse onlara el sallamalıyım, beni pencereye götürün!” emrini verir.

Doktor Neşet Ömer “Fakat Paşam…” diyecek olur, Atatürk doktorun itirazına sertçe yanıt verir: “Nedir fakat?”

Doktor susar.

Salih Bozok hemen pencere önüne bir koltuk koyar.

Sonra Atatürk’ü giydirirler.

Bu giyinme ona büyük ıstırap verir, ama yüzünden boncuk boncuk terler süzüldüğü halde, sesini çıkartmaz.

Sonra nöbet odasından koşup gelen Kılıç Ali’nin de yardımıyla ATA’yı penceredeki bir koltuğa götürüp oturturlar.

Atatürk giyinmiş, başı dik, sanki hiç günleri sayılı bir hasta değilmiş gibi, gençlere gülümseyerek el sallar.

Gençler Atatürk’ü pencerede görünce, iyice coşarlar ve sanki denizde kıyamet kopar.

Hep beraber alkışlayıp, “Büyük Atatürk!” diye haykırdıklarında, yer gök inler.

Gençlerden birkaçı daha üniformalarıyla vapurdan atlayarak ATA’larına doğru yüzmeye, marşlar söylemeye başlar.

Bu manzarayla fevkalade duygulanarak ağlayan Atatürk’ün gençlere salladığı eli, gittikçe gücünü kaybederek yana düşer…

Gözyaşları içerisinde “Yoruldum…” der.

Kılıç Ali ve Salih Bozok, onu koltuğu ile kucaklayarak, yatağının yanına getirirlerken, dışarıdan gelen tezahürat sesi, gittikçe yükselmektedir.

Paşanın “Onları gördüğüm için mutluyum” derken, yumduğu gözlerinden ip gibi yaşlar süzülmektedir…

ŞAŞIP KALIYORUM

57 yaşında vefat etti.

Peşinden neler yaşandı neler?

İlhan Selçuk kaleme aldığı bir Atatürk yazısı ile şunları yazdı:

Arap İngiliz'le birleşmiş Türk'ü arkadan vurmuş;

Ermeni Rus'la birleşmiş, Doğu Anadolu'yu kana bulamış;

Rum Yunan'la, Yunan İngiliz'le birleşmiş,

Batı Anadolu'yu ele geçirmiş.

Ülkenin mahvolmadık, yıkılmadık, yanmadık, kan dökülmedik, kül olmadık hiçbir yeri kalmamış,

Elde avuçta İstanbul ile İzmir bile yok!..

Anadolu'nun altı yedi milyon nüfuslu en yoksul bölümüyle, yüzde doksan beşi okuma yazma bilmez, yorgun, yoksul, bitkin, ezik bir halk…

Nasıl kurtulmuşuz?

Şaşıp kalıyorum...

Yunan'ı nasıl denize döküp hizaya getirmişiz,

İngiliz'i İstanbul'dan nasıl çıkarmışız, dünyanın süper güçleriyle masaya nasıl eşit oturmuşuz?

Yıl 1923

Anadolu'da 10-11 milyon savaş artığı yaşıyor; aç biilaç, parasız…

Yüzde 95'i elifi görse mertek sanacak kadar alfabesiz...

Ne yapacaksın?

Demokrasi yap!

Nasıl yapacaksın?

1923'ün yanmış yıkılmış Anadolu'sunda nasıl demokrasi yapacaksın?

Kalan ne?

Yıl 1923

Komşunun komşuyu boğazladığı iç savaşlardan,  Anadolu'yu mezbahaya döndüren dış savaşlardan yeni çıkmışsın.

Fabrikan yok,

İşçin yok,

İş adamın yok,

Mühendisin yok,

Doktorun yok,

Uzmanın yok,

Tüccarın yok,

Suyun yok,

Barajın yok,

Elektriğin yok,

Kadınların çarşafta çuvala giriyor,

Erkeğin dört karı alıyor,

Yurttaşlık yasası yok,

Üniversiten yok,

Banka yok,

Burjuva yok,

Proletarya yok,

İhracatçı yok,

İthalatçı yok,

Sermayen yok.

Kalkın bakalım...

Nasıl kalkınacaksın?...

Sermayesiz ekonomik kalkınmanın yumurtasız omletten ne farkı var?

Mustafa Kemal kuşağı ne yapmış?

Yöneticiler devletçiliğe neden ve nasıl sarılmış?

Türkler bankacılığı nasıl öğrenmiş?

Merkez Bankası 1930'a değin neden açılamamış?

Özel sektör nasıl oluşturulmuş?

Yeni devlet nasıl kurulmuş?

Çağdaş öğretime nasıl geçilmiş?

1920'de 10-11 milyon nüfusun yüzde 95'i

Alfabesizken savaş artığı bir toplumla,

Okuma yazma seferberliği nasıl açılmış?

Kitaplıklarda kitap yokken, Ulusal kütüphane nasıl kurulmuş?

Okullarda tarih kitabı bile yokken tarih nasıl yazılmış?

Yok olmanın kuyusundan çıkıp var olmanın doruğuna nasıl tırmanılmış?

Yunanlı ile dostluk nasıl kurulmuş?

Avrupa'da saygınlık nasıl kazanılmış?

Şaşıp kalıyorum...

2000'li yılları geçtiğimiz, Yetmiş milyonluk Türkiye'nin haline bakıyorum...

Hiçbir şeyimiz yokken neler yapmışız?

Her şeyimiz varken neler yapamıyoruz?

*Bir de bu ortamda, Mustafa Kemal'e saldıranlara bakıyorum;

Daha çok şaşıp kalıyorum...

İlhan Selçuk