Ülkemiz ne hale geldi.

“Yazıktır, günahtır” diyeceğim de, benim gibi düşünen var mı diye de etrafıma bakıyorum.

İktidar sahipleri yaptıklarının arkasında ve kesinlikle eleştirileri kabul etmiyorlar.

Saplanmışlar bir hedefe doğru (ki ne olduğunu hala anlayamadık) hak, hukuk, siyaset karışımı bir şekilde ilerliyorlar.

Destekçisi MHP’nin ne yaptığını ise bilen yok. Övüyor mu? Dövüyor mu? belli değil.

“Yıllarca sahiplenmeye çalıştıkları değerler nerede?” diye kendilerine sormak gerek.

“Bunca yıl yapılan çabalara ne oldu da bu hale düştünüz?” diye sormak lazım kendilerine.

Sormasına soruyoruz da hepsini kendilerine yontup, ilerliyorlar arkalarına bakmadan.

Şu yaşananlara bakın!

Ayıptır, yazıktır.

İktidarın hukuk kavramını yok ettiği bu ortamda, Cumhuriyetimizin ilk partisinin düşürüldüğü hale bakın!

CHP suçu da yok mu sizce?

En sağlam dedikleri, kalemiz dedikleri yerler bir bir istifa müessesesi kanalıyla düşüyor.

Düşmeyi bırakın bir de karşıya geçiyor.

İçlerinde partiye karşı cephe alan o kadar çok ki.

Aday belirlerken, seçerken akıllar neredeydi?

Halkın iradesine karşı çıkarak inatlaşmaları da başka sorun.

Parti içi muhalefeti silerek, atarak, silkeleme yoluna gidildiğinden bu hale düşmeleri de normal.

Demokrasi adı altında yola çıkıp, atamacı yola saparsanız olacağı da bu işte.

Kimse masum değil.

Kimse sahip çıktığı değerleri uygulamıyor, hepsi havada kalıyor.

Hep derler ya: “Türk işi” diye.

Aynen öyle.

Yapılacak tek şey hukuku uygulamak.

Bunu da yapacak olan iktidar.

Koltuk sevdasıyla yola çıkmayı bırakıp, Demokratik kurallar içinde kuruluş ayarlarına dönmenin de zamanı geldi sanırım.

Nokta…

ADAM NE DİYOR?

Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor…

CHP İstanbul yönetimine kayyum olarak atanan Gürsel Tekin'in parti binasına girişi sırasında yaşananlar için “Gerçeküstü” nitelemesinde bulunmuş.

Doğru, adam hayatında demokrasi adı altında yönetilen bir ülkede göremeyeceği şeyleri görmüş.

Kolay değil hazmetmesi.

Sonrasında sosyal medya hesabından şu paylaşımı yapmış:

“Türkiye’de demokrasiye yönelik baskı, acımasız ve ne yazık ki sofistike (karmaşık ve çok özel) bir mekanizma” demiş.

Devam etmiş paylaşımına:

“Bir mahkeme, bir siyasi partinin (İstanbul) başkanlığını kimin üstleneceğine gayri meşru şekilde karar veriyor; göz yaşartıcı gaz kullanan çevik kuvvet polisi sahte başkana eşlik ediyor; protestolar günlerce yasaklanıyor ve internet kısıtlanıyor. Bu gerçeküstü bir durum.”

Evet gerçeküstü.

Yeni mi anladınız?

Şimdi mi aklınız başınıza geldi?

Neler oldu bu ülkede neler?

Biz mühürsüz oyları saymış bir milletiz.

O zaman neredeydiniz?

Başkanlık Sistemi işinize mi gelmişti yoksa?

Yoksa “Mültecileri üzerinize salarım” tehdidine boyun mu eğmiştiniz?

Haydi cevap verin.

Madem bir hukuksuzluk var, itiraz edin.

Ayağa kaldırın ortalığı,

Haydi!

Buna cesaretiniz, hakkınız, kuvvetiniz var mı?

Maskelerinizi çıkarabilecek misiniz?

Nerdeee?

Zor biraz.

Mehmet Akif’in dediği gibi “Tek dişi kalmış canavarlarsınız siz…”

Siyasette oyunculuk Oscar’ı verilse her sene size verilirdi, bunu da biliyorsunuz değil mi?

ASLAN

Eski zamanlarda bir bilgenin yolu orman köylerinden birine düşer.

Gider bakar ki köydeki herkes perişan. Sorar “Nedir bu haliniz?” diye.

Ahali de ormana bir aslanın yerleştiğini, odun kesemediklerini, kim giderse zarar verdiğini anlatır bilgeye...

Hali perişan olan köy halkını gören bilge hemen ormana yönelir ve aslanı bir kenarda uyuklarken bulur.

Ona kalben ahalinin durumunu anlatınca aslan birden irkilir ve yaptığının ne kadar yanlış olduğunu anlar.

Bilgeye bir daha ormana gelenlere zarar vermeyeceğine dair söz verir ve bilge de mutlu mesut bir şekilde köyden ayrılır.

Aradan iki yıl geçmiştir ve bilgenin yolu yeniden ormana düşer lakin bu sefer aslanı perüperişan bir halde bulur.

Sorar “Ne oldu sana böyle?” diye.

Aslan da anlatmaya başlar:

“Sen gittikten sonra her şey iyiydi, kimseye zarar vermedim. Ancak günün birinde çocuğun biri kafama bir taş attı. Sana söz vermiştim, ses çıkarmadım. Sonra bir başkası gelip kafama odunla vurdu. Yine ses çıkarmadım. Daha sonra gelenler kuyruğumu kesmeye başladılar ve her geldiklerinde verdikleri zararın ardı arkası kesilmedi. Sonunda ben de bu hale geldim.”

Bilge de şaşkın, aslana şöyle söyler;

İyi de, ben sana kimseye zarar verme dedim, “Kükreme” demedim ki!

Bu hikâye üzerine bir yorum yapılmış, size aktarıyorum:

“Gerektiğinde kükremezseniz, sessizliğinizi, iyi niyetinizi zayıflık olarak görürler ve en çok zararı size verirler.

En baştan beri yapmanız gerekeni yapmadığınızda, yıllar boyu en büyük eziyeti size yaparlar.

Hatta sonunda ne olduğunu bile anlamadan öldürücü darbeyi vururlar.

O yüzden zarar gördüğünüz kim varsa, yara bere içinde kalmadan önce kükremeyi ve zarar verenleri olduğunuz yerden uzaklaştırmayı öğrenin.

Kaç yaşında olursanız olun asla geç değildir.”

SÜMERLER

Tarihin belki de ilk süper gücü…

Beş bin yıl önce demiş ki…

“Gümüşü ve altını olanlar; öküzü, koyunu ve arpası olanların kapısında bekler.”

Bu kadar bilge ve zengin krallık nasıl yıkılmış?

Akadlar için söyledikleri şunlar:

“Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dilden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı. Hepsini bizden öğrendiler. Sonra da ‘biz yaptık, biz bulduk’ diye övündüler.”

Sümerler…

Tarihteki ilk tek tanrılı din…

Tarihteki ilk ondalık sistem…

Tarihteki ilk ticari sözleşmeler…

Tarihteki ilk 24 saatlik zaman dilimi…

Yasalar…

Vergiler…

Daha yüzlercesi…

Göçe karşı koyamamış ve yıkılmış…

Onları yıkan güç ise sadece göç gelen Akadlar…

Bir medeniyet kuramamış ve yok olup gitmiş…

Avrupa ve Amerika artık göçe Sümerler’in hikâyesinden bakıyor…

Ve medeniyetlerini korumak istiyor…

BİRAZ TEBESSÜM

Bir adam restorana girer.

Yanında, onunla birlikte yürüyen yetişkin bir deve kuşu vardır.

Öyle doğal bir şekilde yanındadır ki, sanki uzun zamandır arkadaşıymış gibi görünür.

Garson yaklaşır ve sorar:

“Size ne getirebilirim?”

Adam cevaplar:

“Bir hamburger, patates kızartması ve bir kola lütfen.”

Sonra deve kuşuna döner:

“Ya sen?”

“Aynısını” der deve kuşu.

Birkaç dakika sonra garson siparişi getirir.

“Toplam 9 dolar 40 sent” der.

Adam elini cebine atar…

Ve hiç bakmadan, tamı tamına o miktarı çıkarır.

Ne cüzdan çıkarır ne hesap yapar. Sadece gereken tam para.

Ertesi gün aynı sahne tekrarlanır.

Aynı sipariş, aynı deve kuşu, aynı şaşırtıcı kesinlik.

Bu böyle günlerce devam eder.

Sonunda, bir cuma akşamı adam şöyle der: “Bu akşam biftek, fırınlanmış patates ve bir salata alacağım.”

“Ben de aynısını” der deve kuşu.

Garson yemekleri getirir.

“Toplam 32 dolar 62 sent.”

Adam yine elini cebine atar…

Ve her zamanki gibi tam miktarı çıkarır.

Garson artık merakını tutamaz:

“Beyefendi… Ne sipariş verirseniz verin her seferinde tam parayı nasıl çıkarabiliyorsunuz?”

Adam hafifçe gülümser, gözlerinde hafif bir muziplik belirir:

“Şey, birkaç yıl önce tavan arasında eski bir lamba buldum. Onu ovalayınca bir cin çıktı. Bana iki dilek hakkı verdi.”

“Akıllıca bir dilekmiş, der garson. Hiç para sıkıntısı çekmezsiniz!”

“Aynen öyle, der adam. Kahve de alsam, sıfır kilometre araba da, para her zaman cebimde hazır oluyor. Sihir gibi.”

Garson, meraklı bir bakışla deve kuşuna döner:

“Peki ya kuş?

Adam iç çeker, kaderine boyun eğmiş gibi:

“İkinci dileğim ise, her dediğime ‘Evet’ diyecek, uzun bacaklı, sürekli peşimde dolanacak uzun boylu bir piliç istemiştim…”

DİLENCİ

Yıllarca, bir adam bir dilenciye cömertçe her ay 1000 dolar vermişti.

Dilenci, bu beklenmedik lütfu minnetle kabul ediyordu.

Ancak bir gün, adam ona sadece 750 dolar uzattı.

Şaşıran dilenci kaşını kaldırdı ama içinden, “Sonuçta, hiç olmamasından iyidir…” diye düşündü ve itiraz etmeden uzaklaştı.

Ertesi ay, miktar yine azaldı: sadece 500 dolar.

Bu kez, dilenci öfkesini gizleyemedi.

“Önceden bana 1000 dolar veriyordunuz, sonra 750… Şimdi ise sadece 500! Neler oluyor?”

Adam iç çekerek nazikçe açıkladı:

“Sana yardım etmeye başladığımda maddi durumum daha rahattı ve çocuklarım daha küçüktü. Ama kızım üniversiteye başladı, okul masrafları çok yüksek. Bu yüzden yardımı yedi yüz elli dolara düşürmek zorunda kaldım. Sonra oğlum da üniversiteye başladı, masraflarım daha da arttı… Artık sana sadece beş yüz dolar verebiliyorum.”

Dilenci kaşlarını çattı, belli ki memnun olmamıştı.

“Kaç çocuğunuz var?”

“Dört” dedi adam.

Bunun üzerine dilenci öfkeyle bağırdı:

“Ne yani! Çocuklarınızın eğitim masraflarını benim paramla mı ödeyeceksiniz?”

DİNLEN ARTIK!

Bugüne kadar okuduğum en doğru söz belki de bu:

Her şeyi senin halletmen gerekmiyor.

Süper bir anne, mükemmel bir eş, ev işlerinde bir peri, örnek bir çalışan, harika bir kadın olman şart değil…

Çünkü bir gün bedenin “Tamir istiyorum” dediğinde, senin her şeye yetişmeye çalıştığını hatırlayan çok az kişi olacak.

O yüzden temizliği ertele, dışarı çık, biraz yürü, parka git, spora başla.

Kendine güzel bir beslenme çantası al, kuaföre git.

Uyuyabildiğin kadar uyu, sevdiğin kıyafetleri giy, kendin ol.

Kendine iyi bak, kendini sev,

Ve bunu sadece ve sadece “Kendin için yap!”

Çocuklar büyür, eş bazen gider,

İş hemen bir başkasını bulur,

Ev nasıl olsa yine kirlenir…

Ama senin belki de bir ikinci şansın olmayacak.

RONALDİNHO

“Babam bana ayağımda hassasiyet olması için çıplak ayakla top oynamayı öğrenmenin daha iyi olduğunu” söyledi

Ve ben de ona, o topla hiç kimsenin yapamayacağı kadar ustalaşacağıma söz verdim, ama gerçekte olan şu ki “Bana bir çift ayakkabı alacak parası yoktu.”

İlk Ballon d'Or'umu kazandığımda (Altın Top… Dünyanın en prestijli futbol ödülü) sevinçten ağlamadım, babam yanımda olmadığı için ağladım."

Ronaldinho, 21 Mart 1980'de Brezilya'nın

Porto Alegre şehrindeki doğumhanede dünyaya geldi.

Varlıklı olmaktan uzak bir ailenin üçüncü çocuğuydu.

Annesi hemşireydi, babası ise gündüzleri saha tamiri, geceleri ise Gremio futbol kulübünün otoparkında bekçilik yaparak iki işte birden yorgun düşüyordu.

Baba, oğullarının ilk teknik direktörü oldu, ancak ne yazık ki genç yaşta vefat etti.

Buna rağmen oğullarına futbol sevgisini aşılamayı başardı.

Üstünüzde emeği olan anne ve babanızın kıymetini bilin, onlar yokken hiç bir zenginlik ve şöhret onların sevgisiyle kıyaslanamaz.