Yılanın biri ateş böceğinin peşine düşmüş ve bir kenara kıstırıp yakalamış.

Onu tam yemek üzereyken

Ateşböceği: “Sana bir şey sorabilir miyim?” dedi.

Yılan; “Aslında kurbanlarımın sorularını cevaplamam ama bir istisna yapıp sana izin vereceğim” dedi.

Ateş böceği sordu:

“Sana bir şey mi yaptım?”

“Hayır” dedi yılan.

“Senin besin zincirine mi dâhilim?” diye tekrar sordu ateş böceği.

“Hayır” dedi yine yılan.

“O halde neden?" diye sordu Ateş Böceği…

-“Işığını görmeye dayanamıyorum da ondan” dedi yılan...

Kötülüğünüzün dokunmadığı biri sizden sebepsizce nefret ediyorsa o kendinde olmayan bir şeyin sizde oluşundandır.

Bu kural henüz hiç şaşmadı.

Hani birileri "Demokrasiye, Cumhuriyete" tahammül edemiyor ya?

Aklıma bu öykü geliverdi…

AH! ESKİLER AH!

Benim yaşımdakiler uzay çağına bir türlü alışamadık gitti.

Elde telefon, evde tablet filan.

TV'de, tekerlekli uzaktan kumandalar,

Televizyonda internet bağlantısı,

Arabalarda şerit takip sistemi filan.

Alışamadık gitti.

Biz eski insanız…

Yeni şeyleri kabul etmemiz kolay olmuyor haliyle.

Misal yolda giderken tanıdıkla karşılaşınca selamlaşırız,

Kahveye girip herkese çay ısmarlarız,

Arabayla giderken birilerine yardım etmek için yarışırız,

Yolda gördüğümüz çocukları severiz, onlarla şakalaşırız,

İnsana insan gibi bakarız, onları kategorize etmeyiz,

Evde pişenden komşuya da götürürüz,

Satın aldığımız böreği, çöreği, simidi paylaşacak birilerini ararız…

Biz böyleyiz işte,

Şimdikiler gibi değil yani.

O sebeple önümüze gelen nostaljik yazıları görünce paylaşmadan edemiyoruz.

Çünkü o günleri çok özlüyoruz…

İşte o yazılardan biri daha:

Develer tellal, pireler berber iken,

Samsun cigarasının içinden odun çıktığı günlerde:

İstanbul’la Ankara arasında “Alo” diyebilmek için santrala yazdırıp altı saat beklediğimiz,

Cep telefonunun sadece Kaptan Kirk tarafından kullanıldığı,

Sokaklarda ayı oynatıldığı,

Kalantorların Murat 124’e bindiği,

Anadol’un kaportasının inekler tarafından yenildiği rivayetlerine inanılan,

Salça sürülmüş ekmek dilimi dönemlerinde…

Mutfak zeminlerinin muşamba kaplandığı, tencere kalaylattığımız, Arap sabunu kokulu zamanlarda…

Avaramu’yu ezberleyen kızlar Raj Kapoor’a hastayken,

Ömer henüz turist bile değilken,

Vahi Öz’e güldüğümüz,

Zavallı Ayşecik’in zengin babasından habersiz, kötü kalpli üvey anne yanında çileler çektiği, “N’ayır”, “N’olamazlı yıllarda…

Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediğimiz,

Cem Karaca’nın İzmir fuarını zangır zangır salladığı,

Özay Gönlüm’ün Yaren’ini tıngırdattığı,

Yerli Elvis Erol Büyükburç’la Kalipso kralı Metin Ersoy’un gazinoları inim inim inlettiği,

Cemal Kamacı’nın kroşe patlattığı,

Metin Oktay’ın ağları deldiği,

"Neil Armstrong Ay’a falan ayak basmadı, hepsi Hollywood tezgâhı" diye iddiaya girilen,

Kasetleri acayip kapışılan Arif Susam’ın “Ooooo Recep bey de burdaymış!”, diyerek sintizayzır çaldığı günlerde,

Ümit Besen’in masasının ayağı kırık, pantolonların paçası bol ve

Kastelli bankerken…

Muavinli dolmuşçuların "Orhancı-Ferdici" diye birbirini solladığı arabeskli sabahların,

Barış Manço’nun “Lambaya püf!” dediği,

Elektrik kesintili akşamlarında mum ışığının gölgesinde parmaklarımızı eğip bükerek duvarda tavşan yaptığımız,

Yün fanilaları soba askısında kuruttuğumuz,

Killing okuduğumuz,

Başka eğlencemiz olmadığı için radyoda "Arkası Yarınlara" kulak kesildiğimiz -ki, uyarlayan Çetin Köroğlu, efekt Ertuğrul İmer’dir-,

Martin Luther King yaşarken,

Sadun Boro’nun “Kısmet” adlı teknesiyle dünya turuna çıkmasına heyecanlanıp,

Avanak Avni’yle tanıştığımız,

Zübük’ün kaleme alındığı,

Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrumlu süngerci zannedildiği,

Otomobillerin arkasına bugün bile hâlâ ne manaya geldiğini bilmediğim STP’lerin yapıştırıldığı,

Şehirlerarası otobüslerde sigara içildiği,

Damalı taksiler çağında…

Keban Barajı ortada bile yokken,

İbrahim Tatlıses inşaatlarda  demirci olarak çalışırken,

Nüfusumuz 40 milyon,

Hababam Sınıfı öğrencileri ise ilkokuldayken,

Trışkadan tayyare MTA Sismik-1 Hora’nın uzay mekiği muamelesi gördüğü teknoloji fukaralığında…

Turnike atmayı Beyaz Gölge’den öğrendiğimiz,

Doktor Richard Kimble babamızın oğluymuş gibi,

Şerefsiz Falconetti’ye küfürler ettiğimiz,

Polisimizi Komiser Colombo,

Hukukumuzu Avukat Petroçelli’den ibaret sandığımız,

Kapı gibi adam McMillan’ın Aids’ten ölene kadar eşcinsel olduğunu bilmediğimiz hayal kırıklıklarında…

Kunta Kinte gibi zenci olmadığı halde, Isaura’nın neden köle olduğunu anlayamadığımız,

Yamuğunu gördüğümüz arkadaşlarımıza "N’aber lan Ceyar?", diye seslendiğimiz,

Saat kurup, sabahın kör karanlığında kalkarak, uykulu gözlerle Muhammed Ali’nin (Hristiyan iken adı Cassius Clay idi) maçını seyrettiğimiz, onunla birlikte “Kelebek gibi uçup arı gibi soktuğumuz” masum tiryakiliklerde…

İstanbul’da basılan gazetelerin, ülkenin diğer şehirlerine ancak ertesi gün, uzak il ve ilçelere ise bir kaç gün sonra ulaşabildiği,

TV kanalı olarak sadece TRT’nin var olduğu, haberleri Jülide Gülizar’ın ve Zafer Cilasun’un okuduğu,

“Bizim ahali akıl edemez” diye düşündüklerinden olsa gerek; "Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız!", diye uyarı yazısı koydukları,

“Necefli maşrapa” zavallılığında yaşıyor iken...

Çamaşır makineleri merdaneli,

Haile Selasiye Habeşistan imparatoruyken…

Ve, dönüp bakıyoruz geriye…

Wi-fi’larımız, iPad’lerimiz, akıllı telefonlarımız, çanak antenlerimiz yoktu ama daha mutluyduk galiba...

Bu günleri yaşayanlara gelsin.

PİYANGO

1 Mart 2019'da New Jersey'li "Michael J. Weirsky", bir benzin istasyonundan bir "Mega Millions" bileti satın almış sonra aldığı yerde unutmuş.

Saatler sonra bir yabancı, 273 milyon Dolar değerinde olduğunu bilmeden, bileti Weirsky'ye geri vermiş.

O gece büyük ikramiye çekilişi yapılmış.

Bilin bakalım ne olmuş?

Evet büyük ikramiye bu bilete çıkmış…

Yıllardır işsiz olan Weirsky, aniden eyalet tarihinin en büyük piyango ikramiyelerinden birine konmuş.

Her şey, boşanmasından sadece bir gün sonra olmuş.

Her şeyini kaybetmekten, her şeyini kazanmaya hayata yeniden başlamış.

Michael eşiyle barışmamış fakat onun ve çocukların hayatını garantiye almış.

Şimdi şirketleri var ve hayatına devam ediyormuş.

Eh madem laf piyangodan açıldı, o halde biraz da tebessüm lazım.

Adamın birine sayısaldan büyük ikramiye çıkar.

Kimseye haber vermeden ikramiyeyi almak için Ankara'ya doğru yola koyulur.

Yolda bir telefon gelir, arayan kayınbiraderidir:

-"Neredesin enişte?"

-"Dışarıdayım hayırdır?"

-"Çabuk eve gel."

-"Ne oldu? Hayırdır?"

-"Hemen gel! Ablam..."

-"Ne oldu ablana yoksa hastalandı mı?"

-"Başımız sağ olsun enişte, ablam vefat etti…"

Telefonu kapattıktan sonra adam, bulunduğu yere çökmüş ve sinsi sinsi gülerek:

-"Ey güzel Allah'ım, verdikçe veriyorsun, verdikçe veriyorsun."

FATMA GİRİK

Fatma Girik (sağda) kardeşi Müesser Girik ve annesi Münevver Girik ile birlikte çekilmiş fotoğrafı.

Anne Münevver Hanım, 1960'larda birkaç filmde rol almış.

Muesser hanım da sinemamızın usta görüntü yönetmeni Gani Turanlı ile evliymiş meğer.

Anne Münevver Girik, kızı Fatma Girik'i anlatıyor:

Kocamustafapaşa'da 5 yıl aynı okula gitti. Sınıfta kalmadan okulu bitirdi.

Önceleri "Bana masal anlat" diye tuttururdu. Ben de ona "Kırmızı Başlıklı Kız" masalını anlatırdım. Her gün başka bir masal isterdi. Ben de uydurup uydurup anlatırdım.

Fabrikada çalışmaya giderken 4 yaş küçük olan kardeşi Müyesser ile üstlerinden kilitleyip evde bırakırdım. Çünkü onlara bakacak kimsemiz yoktu.

Bir aylık bebekten zatürree olmuştu. Ölümden zor kurtardık.

İkinci Dünya Harbi'nin "Karartma" yapılan günleriydi. Ekmek vesika ile veriliyor, ilaç bulunmuyordu.

Bir gün bir köpek ısırdı. Köpek tutulana kadar 6 defa kuduz aşısı yapıldı.

Ben fabrikadan ayrıldıktan sonra Beyoğlu'nda bir konfeksiyon mağazasına girdim. Gecelikler, çocuk elbiseleri dikmeye başladım.

İlkokuldan sonra İstanbul Kız Lisesi'ne yazdırdık 7. Sınıfa kadar okudu.

Bir gün evimize Fatma'nın babasının arkadaşı olan sinema operatörü Fahrettin Danışman geldi. "Kızınız çok güzel. Niçin Türk filmlerinde oynatmıyorsunuz?" diye söze başladı. Bizimkinden izin alıp "Leke" adlı filmde bin liraya Fatma'yı başrolde oynattı.

Meşhur olacağına hiç ihtimal vermiyordum. Ama her anne gibi, istiyordum.

Arkasından teklifler ve ücretler çoğaldı. Biz Fatma'ya bakıp beslerken Fatma bize bakmaya başladı.

Beni çalıştırmadı. Kız kardeşini Kız Sanat Okulu'na yazdırdı.

Bu arada bir anlaşmazlık çıktı ve ben Fatma'nın babasından ayrıldım.

Fatma'nın öğretmen olmasını isterdim.

Bu kadar meşhur ve zengin olacağını rüyamda görsem inanmazdım.

Çocukluğunda ona bebek alacak paramız yoktu. İlk filminden aldığı parayla senelerden beri hasretini çektiği şeye kavuştu. Kocaman bir bebek alıp eve geldi. Sevinçten ağlıyordu.

Aradan yıllar geçtikten sonra asla şımarmadı, züppeleşmedi.

Şimdi bile gizli gizli Akbıyık Mahallesi'ne Kocamustafapaşa'ya gider "Tarzancılık" ve bir kırık kiremit parçasıyla "Kaydırak" oynadığı eski arkadaşlarını bulur, onların boyunlarına sarılır öper öper ağlar.

Fahrettin ağabey sebep olmasaydı, biz yine orada tek katlı bir gecekonduda eski hayatımıza devam edecektik.

Ses Dergisi 1963

ADALET!

Son yıllarda ülkemizde hasretini çektiğimiz adalet mekanizmasının bir başka öyküsü Malezya'da yaşanmış.

Bakın neler olmuş?

2009 yılında Malezya'nın başkenti Kuala Lumpur'da eskilerin deyimiyle "Akıllara ziyan" bir dava olmuş.

Polis, bir parkta duran çalınmış bir arabanın bagajında 166 kilo uyuşturucu ot bulmuş.

Malezya yasalarına göre bu miktarda uyuşturucu bulundurmanın cezası ölümmüş.

Görgü tanıkları o arabanın arkasında son görünen kişiyi ve giydiklerini tarif etmişler.

Buna uygun olarak polisin yaptığı araştırma neticesinde Raj ailesinin çocuklarından birinin şüpheli olduğu anlaşılmış.

Zanlıyı tutuklamak için ailenin evine gidilmiş, karşılarına tek yumurta ikizleri olan "Sathis Raj ile Sabariş Raj" çıkmış.

O denli birbirlerine benziyorlarmış ki görgü şahitlerinin asıl suçluyu saptaması olanaksızmış.

Polis sorgulamak için mecburen ikisini de tutuklamış.

Sorgulama sırasında her iki sanık da "Uyuşturucu ile ilgili olmadıklarını olay günü bütün gün evde yalnız olduklarını" söylemişler.

Ancak onlara "Arabanın arkasında görüldükleri" söylenince; "Ben evdeydim, kardeşim görülmüş olabilir" diye cevap verdiler.

Gerçekten de komşuları evde bir tanesini gün boyunca gördüklerini doğrulamış.

İki kardeş tıpatıp aynı kiloda ve boyda olduklarından, tek giysi dolapları varmış.

Arabanın yanında giyildiği görülen renkli gömlek dolapta asılıymış.

Her iki kardeş de o gün, diğer kardeşinin o gömleği giydiğini söylemiş.

Aynı aileden ağabeyleri R.Deva Raj daha önce çeşitli suçlardan mahkûm olmuş, bu yüzden polise göre kurulan komplo ve iki kardeşin de suçluluğu şüphe götürmez olmuş.

Yapılan DNA analizleri ve parmak izi testlerinden de kesin sonuç alamayınca, savcı her iki kardeşi de yargıç karşısına çıkarmış.

Kadın Yargıç Zaharah İbrahim dosyayı dikkatle incelemiş ve Malezya hukuk tarihine de geçen tartışılmaz bir karar vermiş.

Karşısında "Hangisi idam cezası alacak?" diye korku içinde bekleyen Raj kardeşlere bakmamış bile.

Savcıya dönmüş ve şunu demiş: "Yasalara göre, benim öncelikli işim, savcılığın sanıklar aleyhindeki delillerinin olduğunu belirlemektir" demiş ve devam etmiş:

-"Suç sabit ama suçlu sabit değil. Karşıma gelen bu iki sanıktan biri suçlu ve cezalandırılmalı, diğeri ise beraat ettirilmeli.

Ama hangisinin cezalandırılıp hangisinin salıverileceğini ben değil savcılığın ortaya koyduğu tartışma götürmez deliller belirlemeliydi.

Bu özel davada, savcılık bunu yapamamış. Ne tanıklar, ne adli tıp çalışmaları suçlunun bu ikizlerden hangisi olduğunu belirleyemiyor.

Bu durumda ben kimim ki yanlış insanı ölümle cezalandırayım?

Her iki sanığın da suçu sabit olmamıştır.

Davayı düşürüyorum. Sanıklar serbesttirler."

Mahkeme kayıtlarına, hiç beklemedikleri bu karar yüzünden kardeşlerin çığlıklar atarak birbirlerine sarıldıkları yazılmış.

Raj kardeşler Malezya’da hor görülen sınıftan ve de üstelik göçmenlermiş. Çevrelerinde bile çok sevildikleri söylenemezmiş.

İstediklerini yapabilselermiş, 166 kg uyuşturucu ile kaç bağımlı insan daha derin bir çukura düşecek, kaç tane de yeni bağımlı yaratılacaktı kim bilir.

Ağabeyleri azılı bir sabıkalıymış zaten.

Muhtemelen polisin de düşündüğü gibi kardeşlerden en az biri suçlu, diğeri de onun işbirlikçisiydi.

Eğer Hakim Zaharah İbrahim kendi kanaatine göre kardeşlerden bir tanesini suçlu görüp idam hükmü verseydi ve diğerini de hapse tıksaydı, kimse bu davadan ötürü onu suçlamayacaktı belki de.

İdam edilen kardeş için pek az kişi yas tutacaktı. Daha da ötesi Yargıç İbrahim büyük bir çoğunlukça desteklenecek alkışlanacaktı da.

Buna benzer bir iki davada daha benzer karar alıp siyasete de atılabilirdi.

Ama her şeye rağmen Zaharah İbrahim başka türlü karar verdi ve ülkesini ve kendisini dünya hukuk çevrelerinde tanıttı.

Doğru olanı yapmak cesaret gerektiriyordu.

Zaharah İbrahim, daha sonra 2019 yılında Malezya Yüksek Mahkemesine seçilen ilk kadın yargıç olmuş.

Alıntı