“Atın atın atın!
Eski çoraplarınızı atın.
Jill Türkiye’ye geliyor!” diye bir slogan vardı.
Benim yaşa yakın olanlar bilir.
Şöyle bir reklam müziği vardı:
“Müjde, müjde, müjde bize,
Parizyenden müjde bize,
Zarif sağlam esnek çorap,
Rahat çorap müjdeee!”
Anlayacağınız çorap reklamları birbiri ile rekabet yapardı.
Şimdi de bizim TUİK kullanıyor sloganı:
“Müjde! Müjde! Müjde!” diye
Alt sloganı şöyle:
“Hepimiz büyüdük
Türkiye büyüdü…”
Şöyle açıklanıyor:
TÜİK verilerine göre 2024 sonunda “15 bin 463 dolar” açıklanan kişi başına gelirimiz, Haziran sonu itibarıyla “17 bin 174 dolara” ulaşmış.
Bir dakika yahu!
Hemen sinirlenmeyin.
Fevri hareket etmeyin!
Oturun bir dinleyin,
Bakalım TUİK ne diyor?
“Bırak 17 bini, tek kuruş cebimde yok sen neden bahsediyorsun ulan!” diyeceğinizi biliyorum
Demeyin sakın.
Bekleyin anlatacağım şimdi.
Haber açıklamasına şunu da yazmışlar:
“Güncel kura göre kişi başına gelir yıllık 706 bin lirayı, aylık ise 58 bin lirayı aşmış oldu.”
Yıllık 706 bin mi?
Aylık 58 bin mi?
Dolar olunca pek çakmamıştım ama Türk parasına çevrilince buna ben bile dayanamadım.
Yahu siz neden bahsediyorsunuz?
Adam 15 bin maaş alıyor, sokaklarda yatıp kalkıyor.
Dalga geçer gibi rapor açıklıyorsunuz.
Cuma pazarı sonrası yerden meyve, sebze atıklarını toplayan kadına sorsam “58 bin lira yetmiyor mu?” diye.
Acaba bana ne der?
Şu simit satan adama,
İşçi kahvesinde iş bekleyen ameleye,
Kamyona kömür yükleyen yüzü gözü kapkara olmuş adama sorsam:
“58 bini ne yaptın?” diye
Acaba ne derler?
Bir yandan haklısınız tabi.
Ülkenin sadece 16 bin kişisi “Ultra gelire” sahip olursa, geri kalan milyonlar sürünürse ve siz o geliri nüfusa bölerseniz haklısınız.
Oralarda yönetici olmakla devlet yönetmek ayrı şeyler…
Şimdi size tarihten bir örnek vereyim.
Savaştan sonra, Napolyon’a eleştiri yapanlardan biri, parmağını, harita üzerinde gezdirerek şöyle demiş: “Şuradan geçip, önce orayı alsaydınız, sonra buradan geçip orayı da alırdınız!” Napolyon gülmüş: “Evet, oralar parmakla alınsaydı, öyle yapardım!” demiş.
Öyle oturduğun yerden rapor yayınlamakla bu işler olsaydı, ben de yapardım.
Bitmedi…
TUİK diyor ki:
“Türkiye ekonomisi de 6 ayda dolar bazında yüzde 8.5 büyüyerek 1.5 trilyon dolara yaklaştı…”
Atın eskilerinizi atın, dolar geliyor, zenginlik geliyorrr…!
“Resmi verilere göre Türkiye ekonomisi bu dönemde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 4.8, bir önceki çeyreğe göre ise yüzde 1.6 büyümüş.”
Şu muhalefet “Seçim de seçim” diye tutturmuş ya, işte tam sırası.
“Tak!” diye erken seçim kararı alacaksın, susturacaksın bunları.
Hazır gelir 58 bin olmuşken,
Hazır bir yerler büyümüşken…
Al seçim kararını, kurtul muhalefetin seçim söyleminden.
Haydi var mısınız?
Hazır millet zil takıp, oynarken,
Paraya para demezken,
Yıllık gelir artmışken,
Rekor üzerine rekor kırılırken…
Haydi!
Çıkın ortaya seçimi açıklayın.
Susturun şu muhalefeti.
Yakıp, yıkın muhalefeti de, görsünler kiminle dans ettiklerini.
Tam zamanı, kaçırmayın derim…
HELAL OLSUN İSTANBUL VALİSİNE
Haberi okuyunca içim çekti.
Canım istedi.
Yahu öyle uluorta bu işleri yapmayın, duyurmayın.
Olanı var, olmayanı var.
Haber şu:
İstanbul Valiliği, motosikletlerin park edeceği alanlar hakkında yayınladığı genelgede; “Kaldırım, Yaya Yolu ve Meydanlarda motosiklet park edilmesine izin verilmemesi, trafiğe kapalı olan alanlara motosikletle giriş yapılmasına kesinlikle müsaade edilmemesi” gerektiği bildirildi.
Ne güzel.
İnsan böylesi haberleri okuyunca içi açılıyor ve “Keşke benim de olsa” diye iç geçiriyor.
“Bu motosiklet terörüne ne zaman son verilecek?” diye bekledik durduk ama nafile.
20 milyonluk İstanbul Valisi bu kararı almış.
Helal olsun.
Yürüyemediğimiz kaldırımlardan,
Trafikte 3. Şerit yapıp sağımızdan, solumuzdan geçenlerden,
Gürültülü egzozundan,
Kural bilmemelerinden,
Çoluk çocuk elinde kalmasından bıktık.
Şeytan diyor ki: “Al bavulunu sırf şu karar uğruna İstanbul’a taşın.”
En azından Cenneti yaşarız belki bu dünyada.
Ama siz:
“Keşke bizim böyle kurallarımız olsa da yerimizden, yurdumuzdan olmasak” demez misiniz içinizden?
BİTKİLERİN GİZLİ YAŞAMI
Son aylarda yaşanan orman yangınları ile içimiz karardı, çöktük resmen.
İçimizi hüzün kapladı, gerginleştik, huzursuz olduk.
Onca yanan ağaçlar namına üzüldük, geleceğimiz karardı resmen.
Biz dışarıdan üzülürken ağaçlar ne hissetti acaba?
Onlar da duygu var mıydı?
Acı çekmişler miydi?
Bulduğum bu yazıyı okuyunca daha iyi anlaşılacak sanırım.
1966 yılında, Amerika’nın tanınmış yalan makinesi uzmanı Clee Backster, güvenlik görevlilerine poligraf aygıtının kullanımı için eğitimini verdiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi.
Sonra sırf eğlence olsun diye, yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi.
Yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, “Belki bitki de su dökünce seviniyordur” diye alaylı alaylı güldü.
Bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi, oysa yukarı doğru bir hareket bekliyordu Backster.
Yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi.
Sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti.
Bitki çılgınca galvanometrenin ibresini tavan yaptırdı.
İnanamadı Backster.
“Nasıl yani?” dedi kendi kendine, “Bitki düşüncelerimi mi okudu?”
İnsanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık.
Deneyler deneyleri kovaladı.
Bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya.
Kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler.
Hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu.
Hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu.
Bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi kadın içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti, hiç birinden tepki gelmiyordu.
Sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü.
O kadın havaalanından uçağa binip gittikten 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar.
Kadın botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı Backster, kadını görünce bitkilerin korkudan bayıldıklarını.
Bir deney tasarladı.
6 yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yapmak üzere farklı görevler verdi.
Görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı.
Ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladı (galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor Backster).
Bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var.
Ve Amerika’da bazı adli vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı.
Bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu çünkü yalan nedir bilmiyorlardı.
Bu çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından bilim insanları konu üzerinde çalışmalara başladılar.
Sonuçlar akıl almazdı.
Koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor.
120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyor.
İnsanların düşüncelerini okuyabiliyor, kötülük yapanları hafızasına kaydedebiliyor.
Aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyor.
Kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar bile ediyor.
Yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşıyor.
Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahip.
Her biri doğanın bir parçası.
Belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olursa bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını bile anlatabilirler.
Avatar filminin esin kaynağı da bu çalışmalar ve elde edilen sonuçları.
Bilelim ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranılırsa, bütün bitkiler bunu hissediyor.
Hani “Kirazlı, Kaz Dağı değil” diyorlar ya, emin olun Kirazlı’da kesilen bir ağacın acısını sadece Kaz Dağlarında değil, Munzur’daki, Kuzey Ormanlarındaki, Salda’daki, Toroslardaki ağaçlar da hissediyor.
Bir gün biz de hissedeceğiz...
Şimdi ateş yakarken bir daha düşünmek lazım olacakları.
Sadece yanıp geçmekle kalmıyor, yakıp geçiyor alevler ruhumuzu…
ON YUMURTA KAÇ ÖĞRETMEN EDER?
Nilgün Turan anlatıyor:
Daha ilkokuldayım.
Evde telefon çaldı.
Koştum, açtım.
Babamın okul arkadaşı Kerim amca.
O da babam gibi öğretmen.
Çocukluğumuzun öğretmenleri işte…
İki söz arasında hemen birkaç soru, her fırsatta öğretmenliği yaşıyor ve yapıyor. Telefonda hemen sınav başladı...
-“Zafer, İstiklâl Marşımızı kim bestelemiştir?”
-“Zafer, Konya’nın plakası kaç?”
Hepsini yanıtlıyorum.
Ardından o zaman bana çok garip gelen bir soru geliyor:
-“Zafer, On yumurta kaç öğretmen eder?”
.
Şaşırıyorum.
-“O nasıl soru Kerim Amca?”
Kerim Amca telefonda uzun uzun gülüyor. “Bak” diyor. “Okulun akıllısı Zafer. Yanıtını bilmediğin bir soru buldum işte. Şimdi telefonu babana ver. Sonra da babana sor. O sana yanıtını verir.”
Babamla Kerim Amcamın telefon görüşmesi bitince, babama soruyorum:
-“Baba, Kerim Amcam sordu. On yumurta kaç öğretmen eder?”
Babam da gülmeye başlıyor.
Ardından, gülerek başlayan ama bittiğinde ikimizin de gözyaşlarıyla yıkanan aşağıdaki öyküyü anlatıyor:
Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin yaklaşık yirmi kilometre güneyinde yan yana iki orman köyü vardır.
Boşnakköy ve Armutlu.
Her iki köyde de hayat zor, insanları yoksuldur.
1950 yılının güneşli bir Temmuz sabahında, bu iki köyün en çalışkan iki öğrencisi Ali ve Kerim, birkaç yıl içinde öğretmen okullarına dönüşecek olan Köy Enstitüsü sınavına katılmak için ilçe merkezine yola çıkarlar.
Tabii yürüyerek.
Ali’nin elinde küçük bir sepet ve sepetin içinde on tane yumurta var.
Evde para olmadığından, annesi ilçede satıp, sınav için lâzım olacak kalem, silgi gibi ihtiyaçları alması için bu on yumurtayı, biraz kendi evinden, biraz da komşulardan toplayarak Ali’ye vermiş.
Kerim’in ailesi daha da fakir olduğundan, Kerim’de o da yok.
Yaklaşık yirmi kilometre yolu yürüyerek ilçe merkezine ulaşıp, hemen bir bakkala giriyor ve on yumurtayı satarak bir kalem ve bir silgi alıyorlar.
Kalemi de, silgiyi de ikiye bölerek paylaşıyor ve sınava giriyorlar.
İkisi de başarmıştır.
Ancak bilmedikleri bir şey var.
Sınav iki gün.
Bu iki küçük köylü çocuk, sınava girip akşama köylerine dönmeyi düşünürken, şimdi Hükümet Konağı’nın önünde, neredeyse ağlamaklı geceyi nerede geçireceklerini bilmeden, bir aşağı, bir yukarı yürümekte…
Cadde üzerindeki evlerden birinde, bu iki köylü çocuğa merakla bakan bir kadın onları eve çağırır.
Durumu öğrenince onları doyurur.
Akşama eşi de işten gelir ve çocukları o gece misafir ederler.
İkinci gün de sınav başarılıdır.
Birkaç ay sonra Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsüne kayıt ve ardından şanla şerefle geçen otuz yılı aşkın öğretmenlik yaşamı…
Babam, öykünün sonun şöyle bağladı:
Bak oğlum, köyden on yumurtayla çıkan iki çocuğun öğretmen, subay, mühendis, milletvekili hatta cumhurbaşkanı olabildiği yönetime Cumhuriyet denir.
TAŞ DOĞURSAYDIM
Eşinin kışkırtmalarıyla, bin bir eziyet edici sözler ve tavırlarla da evden gönderemediği annesini, en sonunda akıl hastanesine, yatırıp malını mülkünü de üstüne geçirmeyi planlanmıştı...
Prosedürleri tamamladıktan sonra, akıl hastanesinin ambulansı belirmişti kapıda...
Yaşlı kadını apar topar aldılar ve istemsiz çırpınışlarına da aldırmadan ambulansa götürmeye çalışırlarken, oğlu kapının önündeki taştan merdiven basamağında oturup, olanları izliyordu...
Annesinin yaşlı gözleriyle kendisine bakıp bir şeyler diyecek olduğunu hissedince, “Anladım... Seni doğuracağıma taş doğursaydım diyeceksin değil mi?” diye söylenmişti oğlu...
Umursamazcasına sırıtarak...
Yaşlı kadının gözyaşları yanaklarına indi o an ve oğlunun beynine Yıldırım gibi çakacak ve yaptıklarına pişman ettirecek şu cümleler döküldü dudağından;
“Hayır onu demeyecektim... Taşa oturma kuzum... Karnın ağrır…”