İnsan olarak ders almayı pek beceremiyoruz sanki.
Neden?
Çünkü gerek görmüyoruz.
Sorarsanız her b.ku biliyoruz da ondan.
En son yaşadığımız yangına bakın.
Dardanos’un alt kısmında başlayan yangın için Güzelyalı’da oturan bir vatandaş “Bana ne! Dardanos yanıyor” diyebilir mi?
Yangın, 3-4 kilometre uzakta bulunan kendi yerleşim yerine anında ulaşarak orayı yerle bir edeceğini bilir.
Ülke bizim.
Kimsenin “Bana ne!” deme şansı yok.
Facianın dönüp dolaşıp kendi başına geleceğini unutmasın.
Elbette Güzelyalı’da oturan hiç kimse “Bana ne!” demedi, haberi duyan her vatandaş gibi hepsinin yüreği yandı.
Dikkat ederseniz “Vatandaş” diyorum.
“Hain” demiyorum.
Yapılacak iş;
“Bundan ders çıkarmak!”
Daha dün istatistikleri yayımladım.
Yangınların çıkış nedeni olarak İnsan faktörü birinci sırada.
Her ne şekilde olursa olsun yangına sebebiyet veren herkes bana göre haindir.
Dikkat etmediği için, yeterli önlemini almadığı için.
Veya “Terör sebebi, arsa açma bahanesi, maden sahası elde etmek” gibi sebeplerle kasıtlı olarak yaktığı için.
Ülke olarak uyanık olmalıyız.
Bize yangın olarak geri dönecek her bölgeden geçerken dikkat etmeli, şüpheli durumları ihbar etmeliyiz.
Yangınları çıkaranları kısa sürede yakalatıp, cezalarını hukuk önünde verdirmeliyiz.
Sadece İzmir’de 100 yangınla boğuşmuş itfaiyeciler.
Çanakkale’de 2 gün arayla korkunç yangınlar yaşandı.
Yazık değil mi bu vatana?
Bu yangınların hepsinin “Tesadüf olması” mümkün değil.
Belki mümkün ama kimse bizi inandıramıyor.
Çünkü inanıyoruz ki bu ülkenin haini çok.
Dünyada haini bu kadar çok başka bir ülke de yoktur sanırım…
LAN!
Güneş sistemi olarak Samanyolu Galaksisi içindeyiz malum.
Bu galakside dönüp duruyoruz topluca.
Bizim güneş (gezegenleri dahil) bu galaksinin etrafında dönerek ve bir tur atması tam 250 milyon yıl sürüyor.
Sistemi şöyle bir hayal edin.
250 milyon yıl.
Bizim geçtiğimiz yerden geçecek sülalemiz bile olmayabilir yani.
Peki bu Samanyolu'nun genişliği ne kadar?
Yaklaşık 100.000 ışık yılı.
Kalınlığı ise 1.000 ışık yılı.
Güneş sistemimiz, galaksinin merkezine yaklaşık 26.000 ışık yılı uzaklıkta.
Bu bilgiler hala aklınıza yatmadıysa bir de şuna bakın:
Güneş'imiz (yıldızımız) Samanyolu'ndaki 200 milyar yıldızdan sadece biri tanesi.
Yaklaşık 200 milyar yıldız ve bu yıldızların bilmem kaç katı gezegeni var.
Kabaca bir hesap yapmışlar, galaksimizde 3,2 trilyon kadar gezegen olabileceğini tahmin etmişler.
Ne kadar?
3.2 trilyon.
Buraya kadar tamam.
Şimdi sorun bakalım bu uzay dediğimiz boşlukta kaç Galaksi var.
Dikkat!
“Yıldız veya gezegen” demiyorum,
“Galaksi” diyorum.
Hani içinde 200 milyar yıldız barındırandan.
Kaç tane biliyor musunuz?
Gözlemlenebilir evrende yaklaşık 2 trilyon Galaksi bulunuyor.
Öyleyse 200 trilyon çarpı 200 milyar dersek,
İşte bu işlem sonucu kadar yıldız var uzayda.
Bu yıldızları gezegenleri var.
Biz dünya olarak, bu sayısı baş döndüren evrende bir zerre bile değiliz.
Bu olmayan zerrenin içinde bir insanız.
Değil mi?
İşte bu muhteşem evreni yaratan, yöneten bir tanrı olduğuna göre,
Bir AKP milletvekili 2015 yılında şunu demişti.
Aklıma geldi birden.
Demişti ki:
“Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan bir lider var…”
Lan!
Ağzımdan çıktı özür dierim…
NOKTA!
Bazılarımız hariç kimse yaşlanmaktan korkmaz.
Sebebi ise yapılacak bir şey yoktur.
Her canlı doğacak, büyüyecek, yaşlanacak ve ölecektir.
Tanrının en sevgili kulları olarak bilinen peygamberler bile ahirete göç etmişlerdir.
Dedikleri gibi “Her canlı ölümü tadacaktır…”
Ancak yaşlanmak, insan için olumsuzluklar barındırır.
Kimse nasıl yaşlanacağını bilemez.
Tabi hayatı boyunca yediği hurmalar, yaşlanınca gelir tırmalar o ayrı.
Sen kendine dikkat etmezsen, vücudunu hırpalarsan, zararlı şeylerden zevk adına geri durmazsan yaşlanmak senin için azap olacaktır.
Sosyal medyadan size bir yazı buldum.
Dediklerimi anlatıyor.
Zamanın geçmesinden korkmuyorum.
Kırışıklıklar beni incitmez, sarkmış ten beni utandırmaz. Gümüş saçlarım bana ölümü değil, yaşamış olduğum tarihi hatırlatır.
Daha yavaş yürümekten ya da bir detayı unutmaktan korkmam ama başka bir şeyden korkarım: Yük olmaktan.
Yaşlılığım, başkalarının sabrı pahasına sürsün istemem.
Kendime yardım etmek, sevdiklerimin yüzlerini kırıştıran, omuzlarını ağırlaştıran bir zorunluluğa dönüşmesin isterim.
Ellerimin, yıllardır hissettiğim utançtan daha fazla titrediğini fark etmek istemem.
Yolumun son düzlüğünü onurlu bir şekilde geçmek isterim.
Günlerim, taze çekilmiş kahve kokusu ve pencereye vuran yağmur sesiyle dolsun.
Özgürlüğüm -çok değer vererek kazandığım özgürlüğüm- mutlak bir bağımlılığın esiri olmasın.
Yaşlılığım bana ait kalsın.
Bedenim ağrısa da gülmeye devam edeyim, hafızam tökezlese de öğrenmeyi sürdüreyim, gücüm azalsa da sevmekten vazgeçmeyeyim.
Yaşlanmaktan korkmuyorum.
Sadece kaderin beni, varlığımın sevgimden ağır bastığı bir köşeye hapsetmesinden korkuyorum.
Çünkü son nefesim geldiğinde, canlı gitmek istiyorum…
ve asla bir yük olarak değil.
İşte bu kadar.
Nokta…
TEMİZLİK
Şu temizlik işine el atmamız lazım.
Ülkece hem de.
Bir kampanya mı yapılır, bir mecburiyet mi koyulur?
Bilemedim.
Dardanos’tayken her gün temizlik yapardık kumsalda.
Kimi tırmıkla temizler, kimi de eline geçirdiği eldivenle toplardı çöpler, izmaritleri.
İnsanın ruhu dinleniyor zaten.
Kaldırımda kocaman bir poşet görüyorum.
Bizim oradaki marketten kaçmış belli.
Herkes üzerinden atlıyor, kimse ellemiyor.
Bazıları ayağıyla kenara itiyor da alıp çöpe atmak aklına gelmiyor.
Bırakın temizlemeyi, pazara gelip bizim evin önüne park eden vatandaş elindeki çöpü bile kaldırıma terbiyesizce bırakıp gidiyor.
Utanmıyor, sıkılmıyor.
Hâlbuki çöp bidonu 30 metre ileride.
Zaten apartman altındaki zincir marketimizin çöpü yetiyor, bir de insanların duyarsızca pisletesi insanın canını sıkıyor.
Sonunda balkona kamera koyup, çöp atanları kayda alıp ihbar edeceğim.
Olacağı bu.
Madem eğitemiyoruz…
Ne demiş Ziya Paşa “Terkib-i Bend” adlı eserinde:
“Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”
Bizim zamanımızda temizlik kolu filan vardı.
İlkokuldayken “Temizlik” öğretilirdi.
Dinimizin ilk adımı bile “Temizlik imandan gelir” şeklindedir.
Ortalığı b.k götürdüğüne göre bu işlerde yanlış yaptığımız yerler var.
Tüm bu anlattıklarımın üzerine şu yazıyı gördüm.
İçim açıldı.
“Böyle insan kaldı mı?” Diye sordum kendi kendime.
Haber şöyleydi:
“Sarı Poşetli Kız” olarak bilinen, fotoğrafta gördüğünüz 24 yaşındaki pırıl pırıl gencimiz Ceren Baştürk, İstanbul’da okuyan bir üniversite öğrencisi.
Ceren, eline aldığı sarı poşetlerle Kasımpaşa, Eminönü ve Şişhane’nin pek çok bölgesini dolaşıyor ve esnaflardan plastik ve teneke şişeleri topluyor.
Peki bunları ne mi yapıyor?
Ceren, topladığı tüm atıkları belediyenin koymuş olduğu mamatiklere atıyor ve karşılığında mama alıyor.
O mamaları da sokakta yaşayan hayvanlara veriyor.
Artık birçok esnaf Ceren’e vermek için atıklarını biriktiriyor.
Yaz kış demeden aylardır bunu yapan Ceren’in örnek alınası bu davranışını destekliyor, farkındalık yaratmak için paylaşıyor ve kendisini alkışlıyoruz!
İşte bu kadar.
Çöp olmaktan kurtardığı atıkları değerlendirip, hayvanlara çare oluyor.
Bizler de acaba; “Sokaktan topladığı çöpleri getirenlerle ilgili bir şey mi yapsak?”
Ne dersiniz?
BACA SÜPÜRGECİSİ ÇOCUKLAR
Baca temizleme tarihinde korkunç bir dönem olduğunu biliyor muydunuz? İngiltere’de yaklaşık 200 yıl boyunca çocuklar baca temizliğinde kullanıldı ve bu kurum dolu bacaların içinde tırmanmaya zorlanan bu küçüklerin yaşamları kâbus gibiymiş...
Küçük çocukların kullanılmaya başlaması 2 Eylül 1666. tarihinde yaşanan Londra Yangınından sonra olmuş...
Büyük bir hasardan sonra yangın söndürülmüş fakat ardından bir daha olmaması için şehir bina yönetmenliği yeniden düzenlenmiş...
Şömineler dar bacalarla inşa edilmek zorunda kalmış.
Ama sonrasında bacalar, kullanımdan sonra tıkanıklıkları gidermek gerekiyormuş.
Bacaları temizlemek için küçük çocukları kullanmış.
Küçük çocuklar, yoksulluk çeken anne ve babasından, “Çırak” olarak satın alınmışlar kısaca onlar bir köleymiş aslında…
Baca süpürgesi olarak kullanılmışlar.
Bu çocuklar maalesef sadece orta yaşa kadar yaşayabilmişler.
Sadece 18 inç (yaklaşık 45 cm) genişliğinde bacalardan geçecek olan bu çocuklar, daha sonra bu bacaları süpürmeleri gerekiyormuş.
Bazen ustaları ellerindeki süpürgeyi ateşleyerek bacaya sokarlarmış.
Baca temizliği için ideal yaş 6’ymış.
Ancak bazen 4 yaşında çocuklarda kullanılmış...
Sırtını, dirseğini, dizlerini kullanarak bacayı süpüren bu çocuklar zirveye ulaşınca aşağı kayar, ustası için kurumları toplarmış.
Bu kurumları satıp para kazanırmış ustaları.
Ya çocuklar?
Yaptıkları bu ağır işten para alamazmış...
Bu işi yapmanın çocuklar üzerinde sağlık etkileri çok yıkıcı olmuş.
Kemikleri tam gelişmeden şekil bozuklukları oluşmuş, en önemlisi akciğerleri hastalanmış, gözleri iltihaplanmış…
Endüstriyel kanserin ilk kaydedilen biçimi baca temizlemelerinde ortaya çıkmış zaten.
Tüm bunların dışında bacaya sıkışan çocuklarda, ölüm vakaları olmuş…
İHTİYAÇTAN TEBESÜM
Hayvanat bahçesinin önünden geçerken durdu ve “Neden olmasın” deyip, oraya da müracaat etti.
Olacak ya; bahçenin gözdesi goril önceki gece ölmüştü ve bunu müşterilerden bu günlük gizlemeyi başarmışlardı.
“Yeni gorilimiz gelene kadar, onun postunu giyip goril taklidi yapabilir misin?” diye sordular.
Delikanlı önce “Şaka herhalde?” diye düşündü, ama hayır adamlar gerçekten ümitsiz görünüyorlardı.
“Parada anlaşırsak yaparım” dedi. Anlaşmaları uzun sürmedi.
Ertesi sabah geldi, hazırlanmış postu giydi, gorilin kafesine girdi ve o güne kadar seyrettiği belgesellerden aklında kaldığı kadarıyla goril gibi davranmaya başladı:
Ara sıra homurdanıyor, göğsünü yumrukluyor, dört ayak üzerinde yürüyor, bir dala sıçrıyor, sallanıyor, seyircilerin attığı meyveleri yiyordu
Birkaç gün sonra işine öyle adapte olmuştu ki, daha yüksek dallara bile tırmanıyor, daldan dala atlayabiliyordu.
Ama son atladığı dalı tutamadı, kafesini yan kafesten ayıran kafesin üzerine düştü, yıpranmış kafes teli yırtıldı ve kendini yan kafesin içinde buldu.
Bu aslanın kafesiydi.
“İmdat!” diye bağırdı ama kendi sesini kendi bile duymadı.
Korkudan sesi kısılmıştı.
Tekrar bağırdı.
Eh! Hiç olmazsa kendisi duymuştu.
Önce neler olduğunu anlayamayan aslan yavaşça yattığı yerden kalktı, delikanlıya doğru ağır adımlarla yaklaştı.
Seyirciler çığlık çığlığa idi.
Bir çocuk sanki goril anlayacakmış gibi (!) “Tırman! Kafese tırman!” diye bağırdı.
Ama korkudan gorilin eli kolu da felç olmuştu.
Goril şaşırıp “İmdaaat!” diye bağırmaya başladı.
Aslan geldi, önce pençesini gorilin göğsüne dayadı, sonra başını gorilin kulağına yaklaştırdı ve fısıldadı:
“Kapa şu çeneni! Beni de işimden edeceksin…!”