Gün geçmiyor ki bir skandalla karşılaşmayalım.
En son diploma konusu gündemdeyken, şimdi de “Gizli olan tüm bilgilere erişim” ile ilgili haber yapıldı.
Ve sonunda şu haberi okuduk:
“Ankara 28. Ağır Ceza Mahkemesi’nde kabul edilen iddianamede şüpheli Muhammet Eşitmez, devlete ait verilere yönelik ilk sızmanın 2009 ve 2015 yıllarında YSK’da olabileceğini öne sürdü.”
Bir zamanlar Türkiye’de şu tartışma vardı:
Yapılan seçimde, “Ülkede her üç kişiden biri AKP’ye oy verdi” sonucu çıkmıştı.
Herkes sokakta birbirine “Sen mi verdin?” diye sorar ve hiç kimse “Ben AKP’ye oy verdim” demezdi.
Bunun üzerine şu denirdi: “Kim veriyor bu oyları AKP’ye”
Bu haber neticesinde insan şu YSK haberlerini okuyunca düşünmeden edemiyor:
“Acaba mı?”
Daha neler var iddianamelerde neler?
ÖSYM ve Belediye sistemlerine ait bütün verilere erişmişler.
Ayrıca:
*Kullanılan farklı yöntemler ile Sağlık Bakanlığına ait Halk Sağlığı Yönetim Sistemine erişim sağlayıp talepte bulunan kişileri COVID-19 hastalığına yakalanmış veya HASTA kişiler ile temaslı göstermişler.
*Sağlık raporu ve e-reçete üzerinden ilaç reçetesi düzenlemişler.
*Milli Eğitim Bakanlığı E-Okul sistemine erişim sağlayarak not bilgisi değiştirme vb. işlemler yapmışlar.
*Pol-Net sistemine giriş yaparak GBT sorgulamaları yapmışlar.
*Bazı sigorta şirketlerine erişim sağlayarak sigorta ve kasko poliçeleri düzenlemişler.
*Araç plaka sorgu işlemi yapmışlar.
*İçişleri Bakanlığı Nüfus işlemlerine erişim sağlayarak kişileri ölü olarak sistem kayıtlarını kapatmışlar.
*Adres değişikliği veya aile kütüğü sorgu işlemleri vb. yapmışlar.
*CİMER sistemine erişim sağlayarak başvuruları ve bilgileri takip etmişler.
*Yüksek Öğretim Kurumu üniversite sistemlerine erişerek kişilere ait kişisel bilgi, fotoğraf, telefon ve adres gibi verilere erişim sağlamışlar.
*Belediye sistemlerine erişim sağlayarak evlendirme işlemleri yapmışlar.
*İsim ve soy isimden T.C numarası, GS numarası, araç bilgisi, tapu bilgisi, işyeri bilgisi gibi bütün kişisel verilere erişmişler. *Talep eden kişilere bu sistemlerden elde ettikleri kişisel verileri checker (hicheek checkworld, jitemcheck, wicheck, axenta, jigcheck, lars vs.) olarak adlandırılan çözücü/tarayıcı özellikte kurulan illegal siteler üzerinden üye kayıtları açıp, üyelik türüne göre belirli sayıda sorgu hakkı tanımlamışlar ve bu suretle kişisel verileri satarak gelir elde etmişler.
2021 yılında ve daha öncesinde suçların işlendiği belirtilen iddianameye göre şüpheli H.A.’nın cep telefonunda yapılan incelemede “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ve Bakanların” isim, soyisim ve TC kimlik numaralarının yer aldığı kişisel verileri başkasına gönderdiği tespit edilmiş.
Dijitale geçiş süreci iyi de, alakasız kişilerin ellerine geçince neler oluyor görüyoruz.
İşin en korkunç tarafı ise şu:
Bu bilgilere yoldan geçen birileri ulaşıyor da, başka ülkelerin istihbarat birimleri ulaşamıyor mu acaba?
O halde şunu diyebiliriz:
“İçimizi, dışımızı biliyorlar desenize…”
MUSKA
Çok anlamlı bir yazı buldum.
Size aktarmasam olmazdı tabi.
Çakırcalı Mehmet Efe bir gün kızanları ile bir yolu tutmuş.
Derken Kızanlar, imam kıyafeti ile yaklaşan iki kişiyi yakalayıp efeye getirmişler.
Efeyi gören imamlar tir tir titriyormuş.
Efe sormuş: “Siz kimsiniz? Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?”
İmamlardan daha uyanık görüneni hemen cevap vermiş: “Biz Akhisarlıyız, İmamız. Karşı köylere gidip ramazanda imamlık yaptık. Şimdi geri dönüyoruz efem.”
Efe tekrar sormuş: “Siz gerçek imam mısınız, yoksa kılık değiştiren casus mu?”
Uyanık imam bakmış ki pabuç pahalı, başlamış anlatmaya:
“Biz gerçek imamız. Ben şurada şu kadar yıl, burada bu kadar yıl eğitim gördüm. Çok bilgili ve iyi bir imamım. Hatta size bir muska yazarım, üzerinizde taşırsanız size kurşun işlemez.”
Çakırcalı adama bakıp, “Yaz o zaman...” demiş.
Adam hemen heybesinden kâğıt kalem çıkarmış.
Kâğıda Arap harfleri ile bir şeyler yazmış.
Muska şeklinde katlayıp efeye uzatmış.
Efe, “Bana vermene gerek yok, cebine koy ve şu ağacın yanına geç. Bakalım muska dediğin gibi kurşundan koruyacak mı?” demiş.
Adamın dizlerinin bağı çözülmüş.
Yalvarmış, yakarmış ama Çakırcalı Efe dinlememiş.
Kızanlar adamı tutup 50 metre ötedeki ağacın altına götürmüş.
Efe silahını doğrultup nişan almış ve ateş etmiş.
Tabi adam kanlar içinde yere yığılmış.
Bunun üzerine Efe, diğer imama sormuş: “Bunun muskası işe yaramadı. Senin eğitimin nasıl?”
Adam bağırmış, “Ne eğitimi Efem? Ben şu adamın yanında dolaşmaktan başka bir şey yapmadım. Ne öğrendimse ona bakıp öğrendim. Ama bana muska yazmayı öğretmedi” demiş.
Bu olay canını kurtaran imamın Akhisar'a varınca anlattığı, güvenlik güçleri ve halktan tanıdıkları sayesinde kayda geçmiş.
Yani uydurma değil.
Şimdi bu yazıyı aktaran Osman Çalışkan
Şu yorumu yapmış sonlarda:
“Çakırcalı ve kızanlarının sık sık gelip geçtiği bir yerde yaşayan ve hatta yaptırdığı çeşmeden su içen biri olarak şunu teklif ediyorum.
‘Tekbir getirirseniz yangın söner’ diyen efendileri, çıkacak ilk orman yangınında götürüp yangının ortasına bıraksınlar.
Dedikleri doğruysa Tekbir çekip yangını söndürürler, yok yalansa ülkemiz bunlardan kurtulmuş olur…”
KEHANET
Sosyal psikolog Leon Festinger’ın 1956'da apokaliptik bir tarikata dair When Prophecy Fails “Kehanet Boşa Çıktığında” isimli klasikleşmiş çalışmasında keşfettiği gibi, tarikatların en öne çıkan özelliği;
“Birbiriyle çelişen kanıtlarla karşılaştıklarında bile temel varsayımları doğrulama becerileridir.”
Festinger, “Muhafızlar” adı verilen uzaylıların temas kurduğu ve liderliğini banliyöde yaşayan bir ev hanımı olan Dorothy Martin’in yaptığı bir “Tarikatı” incelemişti.
Uzaylılar, “Dünyanın 21 Aralık 1954’te sona ereceğini” Dorothy'e haber vermişlerdi.
Psikolog Festinger, “Kehanet boşa çıkıp da dünya sona ermediğinde ne olacağını” görmek istiyordu.
(İnsanlığın 22 Aralık'tan sonra da var olmaya devam edeceğinden bayağı emindi).
21 Aralık yaklaştıkça tarikat üyeleri;
İşlerinden istifa etti,
Eşlerini terk etti ve
Motorlu araçlarını geride bıraktı.
21 Aralık geldi geçti, fakat dünya havaya uçmadı.
Festinger işte bundan sonra şaşırtıcı bir şeyin farkına vardı.
21 Aralık sonrasında da tarikat üyeleri Uzaylılara ve Dorothy'nin kâhinlik güçlerine inanmaya devam ediyordu.
Bu nasıl olabilirdi ki?
Çünkü mevcut çelişkili kanıtlar (yani dünyanın yerinde durması) tarikat üyelerinin çarpık anlatısıyla bütünleşmişti: “Tarikatın inanılmaz iyi kalpliliği sayesinde insanlık Melhâme-i Kübra’dan (Armageddon) kurtulmuştu”
“Muhafızlar” medeniyetin yaşamasına müsaade ederek, Dorothy’yi ve onun müritlerini layıkıyla ödüllendirmişti.
Boşa çıkan kehanet, tarikatı parçalayacağına daha da güçlendirmişti.
MATEMATİK
Matematik profesörü Ali Nesin’in, köşe yazarı Abbas Güçlü’ye yazdığı mektup yayımlandı ben de sizleri mahrum etmek istemedim doğrusu bu güzel anlatımdan.
Şöyle başlamış;
Sayın Abbas Güçlü...
Ve devam etmiş;
Bugünkü yazınızda şöyle bir pasaj vardı: Gelelim hemen her öğrencinin belalısı durumundaki Matematik dersine. İlkokuldan üniversiteyi bitirinceye kadar Matematik ile aram hiç iyi olmadı. İkmale bile kalmadan hep geçer not aldım ama her defasında öğretmenlerime şu soruyu sordum...
“Matematiğin bana ne yararı var?”
Onlar da ısrarla, her defasında, “Büyüğünce anlarsın” dediler.
Yaşımız kemale erdi ama ben hâlâ onca matematik dersini, sınıf geçmenin ötesinde niye aldığımı hala anlayabilmiş değilim...
Abbas Bey, çok haklısınız, matematik bir şeye yaramaz, çünkü matematik çok şeye yarar…
O kadar çok şeye yarar ki neye yaradığını söylemek imkânsızdır.
Marangozluk, masa, iskemle, dolap yapmaya yarar, ama matematik her şeye yarar!
İnsanoğlu, bu dünyayı, bu doğayı, bu evreni anlamanın mantık ve matematikten başka bir yolunu bulamadı bugüne kadar.
Doğarken kendimizi içinde bulduğumuz dünya da, daha sonra kendi yarattığımız dünya da matematikle anlaşılır.
İçinde belli bir düzen olan, belli bir denge olan her yapı matematikle anlaşılır.
Bunun başka bir yolu yok...
Matematiğin yetmediği yerde felsefeye, inanca, ilkelere başvurulur.
Ama matematiğin yettiği yerde başka bir şeye başvurana yobaz denir.
Matematik, içinde yaşadığımız evrenin zihinsel bir modeli olma iddiasındadır.
Örneğin bir binanın Richter ölçeğinde kaç derece depreme dayanıklı olacağını binayı sallayarak değil, bir iki alan çalışması yaptıktan sonra masa başında, kalem kâğıtla, hesap kitapla, yani matematikle anlarız...
Teknolojiyi, sanayiyi geçtim, ticarette, siyasette, insan ilişkilerinde, sporda ve hatta sanatta, kısaca muhakemenin ve dengenin olabileceği her yerde mantık ve matematikle karar veririz.
Sanat ve felsefe de, aynen matematik gibi, tek bir şeye değil, her şeye yarar.
O kadar her şeye yararlar ki, yararları o kadar geniş bir alana yayılır ki, “Hah işte şu işe yaradı” diyemezsiniz.
Mesela sanattan anlamak, Picasso’yu, Klee’yi bilmek, Dostoyevski’yi okumuş olmak, Brahms’ı dinlemek bugüne kadar ne işinize yaradı...
Hiçbir işinize yaramadı tabii, ama her şeye yaradı, bu sayede bambaşka bir insan oldunuz. Zaten aksi halde o köşede biraz zor kalem oynatırdınız...
Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde, eğer bir uğraş dalının doğrudan ve anında bir yararı yoksa o uğraş dalı hor görülür, küçümsenir, aşağılanır.
Bu yüzden hiçbir şeye yaramayan sanatın, felsefenin ve matematiğin köylerini kurduk.
Oysa içine saplandığımız orta gelir tuzağının yegâne çıkış yolu, daha fazla matematikle, daha fazla bilimle mümkündür.
Matematikte tek bir doğru vardır.
Bu sayede matematikte kavga döğüş olmaz, tartışma olur, fikir teatisi olur, ikna çabası olur.
Siz hiç karşısındakinin bacağını ısıran, rakibine uçan tekme atan matematikçi gördünüz mü?
Ben de görmedim.
Peki ya siyasetçi gördünüz mü?
Emin olun ki o siyasetçi matematik bilmiyordu...
Matematik hiçbir işe yaramasa doğruyu bulmanın ne demek olduğunu öğretir, doğruya nasıl ulaşılacağını gösterir, doğruya ulaşmanın zorluğunu fark ettirir.
Zihinsel olan matematiği gerçek hayatla karşılaştırınca, hayatta doğrunun ne kadar muğlak olduğunu, hayatta doğruya ulaşmanın ne kadar zor olduğunu, hatta bazen mutlak doğrunun olmadığını anlarız.
Böylece karşı düşüncelere daha açık oluruz, ikna etmenin ve diğerini dinlemenin önemini anlarız.
Abbas Bey, matematik sadece hesap kitap değildir, doğru öğretildiğinde bir demokrasi dersidir de...
KARGA KARINCA ARAR
İlk bakışta garip gelebilir ama doğruymuş.
Parazitlerden dolayı hasta olduklarını veya rahatsız olduklarını fark ettiklerinde kargaların şaşırtıcı içgüdüsel davranışları varmış meğer.
Hemen karıncaların olduğu bölgenin ortasına inip, bir süre kanatlarını açarak hareketsiz bir şekilde kalırlarmış.
Karıncaların vücutlarına tırmanmasına izin verirlermiş.
Bu tuhaf ayinin hayati bir işlevi varmış elbette.
Karıncaların, antimikrobiyal ve antiparazit etkisine sahip doğal bir madde olan formik asit salgıladığı malum.
Karıncalar tarafından “İşgale uğrayan” karga, çoğunlukla cildini ve tüylerini etkileyen mantarlar, bakteriler ve parazitlerle karıncalar vasıtasıyla savaşır, (tedavi edici bir banyo gibi) doğal bir tedavi görürmüş.
Bu fenomen, bilimde “Anting” olarak bilinir ve sadece kargaların başına gelmezmiş.
Birçok kuş bu stratejiyi kendi kendini tedavi etmenin bir yolu olarak kullanırmış aslında.
Bu işlem, hayvanların etraflarındaki doğal kaynakları insan müdahalesi olmadan nasıl sağlıklı kalabileceğinin gerçek bir örneği olarak görülürmüş.
Doğanın yaşayan bir eczane gibi çalıştığının güzel bir hatırlatması olarak önümüzdedir.
Doğa, canlıların kendi kendine ulaşmayı bildiği çözümlerle dolu olduğunun da kanıtı.
Bu davranışın ardındaki içgüdü sadece zekâ değil aynı zamanda türlerin yaşadıkları ortama uyum sağlama yeteneğini de gösteriyor bize…
Vatandaş olarak bizler de sıkıntılara düştüğümüz zaman, atalarımızın bizlere canlarını feda ederek sundukları demokrasiye sarılarak kurtulabiliriz.
Etrafımızı saran parazitleri, mantarları, bakterileri sadece ve sadece “Demokrasi panzehri” ile savuşturabiliriz.
Doğal olarak bunu bilmemiz bizim için yeterlidir.
Başka çözüm yolları bize uzaktır…