Levent Kırca:
BÜYÜK SANATÇI
Anlatıyor:
Babam, İsviçre’de akademide bir profesördü.
Heykeltıraş ve ressam.
Hiçbir zaman bir baba-oğul ilişkimiz olmadı.
35 sene sonra kapımıza geldiğinde, annem Cüneyt Gökçer geldi zannetmiş.
Geldi, beni uyandırdı ve “Cüneyt Hocan geldi” dedi.
Gördüğün gibi annem de yabancılaşmış!
Annem olayın farkına sonra vardı.
Bizi tanıştırdı, “Oğlum, bu senin baban” dedi.
Tokalaştık.
Babam da “Sarılmayacak mısın?” dedi. Dedim ki, “Valla hiç içimden gelmiyor. Çünkü siz benim için herhangi bir adamsınız şu anda!”
Sanatçı genlerim babamdan.
Makyaj yapmalarım, heykele merakım filan hep ondan gelmiş.
Kırca sözlerine şöyle devam ediyor:
Bir ayakta durabilsem, çıkıp oyun da oynarım ama ayakta duramıyorum.
Yürüyemiyorum.
Şu koltuğa gidip orada oturuyorum, sonra yatıyorum.
Genelde de yatıyorum.
Ama bunlar normal.
Birileri ölecek, birileri yaşayacak.
Ölmek zorundasın ki, başkaları doğsun.
Hayatın diyalektiği bu.
Ben yapacağımı yapmışım.
Yaşadığım sürece de mücadele ederim.
Yaşarsam, bir-iki oyun daha koyarım.
Ama tiyatromu güzel yaptım, onu görmeni istiyorum.
Hemen alt katta.
Oraya bir okul da yaptık.
Ücretsiz bir okul.
250 öğrencimiz var.
Gençlerle bildiklerimi paylaşmak istiyordum.
Öğrencilerimi filmde de oynattım.
Ama filmi dağıtmıyor kimse.
Elimizde donumuz, torbamız dolaşıyoruz kapı kapı.
Tiyatrom benden sonra da devam etsin istiyorum.
Bülent Demir’e devrediyorum, çok sağlam çocuktur Bülent.
Başından itibaren beni hiç yalnız bırakmayan kişidir.
“Jübile yapar mısın?” diye soruyorlar. Yapmam, prensip olarak bana aykırı. Zenginlerden bilet karşılığı para toplamak istemem ama tiyatromuza bağış yapmak isteyen olursa da başımızın üstünde yeri var. İsteyen istediği katkıda bulunabilir.
Mesela bir işadamı dostum, biraz maddi yardımda bulundu, buradan teşekkür ediyorum kendisine.
İsmini verirsem vurur beni, keşke verebilsem.
Onun ve Aslı’nın sayesinde ustaların paralarını filan ödeyebildim.
O iş adamı arkadaşım aradığında da, bir güzel ağladım.
İnsanlar size iyilik yapınca ağlıyorsunuz.
Zeki Alasya o kadar telaşla öldü ki, dört günde içinde öldü çocuk.
Şu benim yaşadığım şeyleri yaşayamadı, gözlemleyemedi.
Bunları ancak ölüm döşeğinden gözlemlersin.
Bu bile Allah’ın bir lütfu.
Etrafına bakabiliyorsun, sevgiyi görüyorsun.
Kırca sözlerini şöyle tamamlıyor:
Seneler evvel bir arkadaşım çok ağır kanserdi.
Hastaneye ziyaretine gittim.
Hiç unutamam, pencereyi açtı ve gökyüzüne bağırdı, “Neden ben?” diye. Sesimi çıkarmamıştım ama yadırgamıştım.
“Neden ben?” demek, bana bencillik gibi geliyor, kibir gibi geliyor.
18 yaşında çocuk da şehit düşüyor, var mı bunun açıklaması?
Yok.
Neden o ölüyor da başkaları ölmüyor?
Yok bunların açıklaması.
Kemoterapiye, sosyal sigortalar hastanesinde, herkesle birlikte giriyorum, küçücük çocuklar görüyorum.
Onlar acı çekerken benim şikâyet etmem, “Ölmek istemiyorum. Gitmeyeceğim, kazık çakacağım!” diye tutturmam ayıp değil mi?
Bu son olaylar çok sarstı beni, her an ağlayabilirim.
Bu vatanın evladına şehit olarak gelen ölüm, bana kanser olarak gelmiş çok mu?
Yanlış anlama, bu politik bir konuşma değil.
Bunları ölüm döşeğinde söylüyorum sana...
Nurlarda uyu Levent Kırca
OLACAK İŞ DEĞİL!
Bu bir film sahnesi değil gerçekten yaşanmış hikaye.
26 yaşındaki Çinli serbest dalgıç Yang Yun, Çin'in kuzeydoğusundaki Harbin'de bir apne dalışı etkinliğinde arkadaşı ile derinliklere iniyormuş.
Soğuk buzlu sular birçok Beluga Balinasına ev sahipliği yaparmış.
Yang rekor kırmak için dibe doğru dalarken, dondurucu soğuklardan bacaklarına aniden kramp girmiş ve felç geçirip yüzemez hale gelmiş.
Batarken ve dehşete kapılmış bir halde, boğulmaya çok yakın olduğunu anlamış.
Sonra, olağanüstü bir şey olmuş.
Aniden, güçlü bir şey kuvvetle onu yukarı itmeye başlamış.
Bu Balina Mila'ymış meğer.
Yang'ın tehlikede olduğunu hisseden Beluga Balinası, ağzını dalgıcın bacağına nazikçe dolamış ve onu yüzeye doğru yukarıya çekmiş.
Yang daha sonra The Telegraph'a, konuşurken, "Mutlaka ölürdüm" diyerek eklemiş:
"Ama aniden beni yukarı iten inanılmaz bir kuvvet hissettim."
Şaşkına dönen organizatörler, ilk başlangıçta ona inanmamış fakat o baygın halde iken arkadaşının çektiği bu fotoğraf olayı doğrulamış.
O olay tüm dünyada viral olmuş.
Beluga Balinaları zekâları, empati yetenekleri ve insanlarla etkileşim kurma konusundaki benzersiz yetenekleriyle ünlüymüş meğer.
Duygularını yüz hareketleriyle ifade edebilen az sayıdaki balina türünden biriymiş.
Bu hareketleri genellikle "Gülümseme" olarak tanımlanırmış.
Mila'nın, Yang Yun'u içgüdüsel olarak kurtarması, şanslı bir andan çok daha fazlası olduğu kabul edilmiş.
Bu olay, insanlar ve canlılar arasında var olabilecek olağanüstü bağların güçlü bir hatırlatıcısı olarak tarihteki yerini almış elbet.
ATLAS GELİYOR
Geçen Pazar ayrıntılarını yazdığım "Atlas" adlı (ben diyeyim "Yıldızlararası cisim", siz deyin "Meteor", başkası "Uzay aracı" desin) nihayetinde bir şey yaklaşıyor dünyamıza.
Harvard Üniversitesi’nden ünlü astrofizikçi Avi Loeb, astronomi dünyasını heyecanlandıran ve aynı zamanda endişelendiren cesur bir iddia ortaya attı.
Ona göre, Güneş Sistemi’ne doğru saatte yaklaşık 216.000 km hızla ilerleyen yıldızlararası cisim 3I/ATLAS’ın doğal olma ihtimali neredeyse sıfır.
Loeb, bu ihtimali %0,00 olarak veriyor.
Cismin boyutları, Manhattan Adası ile karşılaştırılabilecek ölçekte ve geliş yönü doğrudan Samanyolu Galaksisi’nin merkezi istikameti.
Bu durum, bilim dünyasında ciddi tartışmalara yol açtı.
Bazı bilim insanları, bunun Arthur C. Clarke’ın efsanevi romanına atıfla “Gerçek hayattaki Rama ile Randevu” olabileceğini düşünüyor.
Peki, bu gelen kim?
Yapay Bir Ziyaretçi mi?
Loeb, 3I/ATLAS’ın doğal bir göktaşı ya da kuyruklu yıldız olmaktan çok, "Yapay bir nesne" olabileceğini öne sürüyor.
Hatta iddialarını bir adım ileri taşıyarak, bu cismin Dünya’nın ilk radyo sinyallerine yanıt olarak yıllar önce fırlatılmış bir "Yıldızlararası sonda" olabileceğini dile getiriyor.
En çarpıcı nokta ise:
Mevcut teknolojimizle 3I/ATLAS’ı yakalamamızın mümkün olmaması. Roketlerimiz bu hızda ilerleyen bir hedefe erişemiyor.
Dahası, böyle bir durumda insanlığın ilk temas anını nasıl yöneteceğine dair küresel bir protokol da bulunmuyor.
Şu an için 3I/ATLAS, Venüs, Mars ve Jüpiter’in yörüngelerinin yakınından sessizce geçiyor.
Ancak bu geçiş, belki de insanlığın hazırlıksız yakalandığı bir kozmik buluşmanın ilk adımı olabilir.
KÜFELİK
Çok eskiden İstanbul'daki meyhaneler, sarhoşların geceleri evlerine götürülmesi için para ödermiş.
Bu fotoğraf 1960'larda çekilmiş.
20. yüzyılın başında, İstanbul'un hâlâ Osmanlı İmparatorluğu'nun kalıntılarıyla dolu olduğu dönemde, ilginç ve şaşırtıcı derecede şefkatli bir meslek varmış:
Küfeciler.
Küfeciler, gündüzleri genellikle hamal olarak çalışır, geceleri ise rolleri değiştirmiş.
Meyhanelerde sarhoş müşterileri sırtlarına bağladıkları büyük sepetlerle evlerine taşımakla görevlendirilirlermiş.
"Küfe" adı verilen büyük hasır sepetlerin ağırlığı altında iki büklüm olmuş bir şekilde, dar sokaklarda ve kalabalıklarda dolaşırken gömlekleri ter içinde, şehrin hareketli pazar ve çarşılarında mal taşırlarmış bu küfeciler.
Bu hizmet, yürüyemeyecek kadar sarhoş olan eğlence düşkünlerinin güvenli bir şekilde geri dönmesini sağlıyor ve ayrıca barların müşterilerinin sağlığı konusunda endişelenmeden zamanında kapanmasına olanak tanıyormuş.
İlginçtir ki Küfecilerin ücreti, genellikle taşıdıkları kişiler tarafından değil meyhaneler tarafından ödenirmiş.
Bu durum ihtiyacı olanlar için ücretsiz bir hizmet haline gelmiş.
"Küfeci" uygulaması büyük ölçüde ortadan kalkmış olsa da, sarhoşlukla ilgili kamu güvenliği endişelerini gidermek için yaratıcı bir çözüm olarak tarihte yerini almış.
Meyhane ve barların hareketli semtlerinde özellikle Beyoğlu'ndaki mekânların dışındaki "Küfeciler", ayakta duramayacak kadar sarhoş müşterilerini sessizce beklermiş.
Birisi uyuşukluktan yere yığıldığında, "Küfeci" onlarla alay etmez veya onları terk etmezmiş.
Hemen adamı dikkatlice kaldırır, uyku tulumu gibi sepete yerleştirir ve titrek gaz lambalarıyla aydınlatılmış sokaklarda evine taşırlarmış.
Bu uygulamadan, sepet içinde taşınmak zorunda kalacak kadar sarhoş birini tanımlamak için kullanılan "Küfelik" terimi doğmuş.
Günümüzde "Küfelik" olmak için, içip içip sarhoş olmaya gerek yok.
İktidarımız sayesinde hergün, her saat yeni olaylarla karşılaştığımızdan ve hangisini takip edeceğimizi şaşırdığımızdan sarhoştan beter olduk.
Aslında şimdilerde olsaydı bu "Küfeciler" bize çok lazım olacaktı.
Zira memleketin çoğu "Küfelik" oldu bile…
TANRILAR!
Sokrates bir gün pazardan dönerken mabedin önünde bir öğrencisiyle karşılaşır.
Öğrencisi;
-"Hocam, neden siz de herkes gibi mabede gelmiyorsunuz? Herkes sizi dinsiz diye suçluyor" der.
Sokrates hayatında hiç mabede gitmemiştir.
Biraz düşündükten sonra öğrencisine;
"Siz orada ne yapıyorsunuz?" diye sorar.
Öğrencisi de;
"Dua ediyoruz. Tanrılardan dileklerde bulunuyor, günahlarımızı affetmesi için yalvarıyoruz" diye cevap verir.
Bunun üzerine Sokrates gerekçesini açıklar;
"İşte ben de bunun için gelmiyorum. Benim Tanrılara akıl verecek halim yok. Ne yapacaklarını benden daha iyi bilmeleri gerekir."
GAK-GUK
Denizli'de araştırma yapmak için kamp kuran bir grup üniversite öğrencisi, kamp yakınına tüneyen bir Denizli horozunun sabahın erken saatlerinde yüksek sesle ötmesinden çok rahatsız olmuşlar...
Sabahın köründe ortaya çıkan horoz önce dikleniyor, sonra dakikalarca ötüyormuş...
Tabii ekipte ne uyku ne de huzur bırakmıyormuş...
Sonunda sabırlar tükenmiş...
Susturmak için başlamışlar horozu kovalamaya...
Horoz önde, gençler peşinde...
Mahalle arasına dalmışlar...
Kovalamacayı gören, fakat bir anlam veremeyen yaşlı dede seslenmiş:
"Hey! Evlatlar!.. Bu zavallı horozu niye ürkütüp durursunuz?"
"Dede! Sabahın köründe ötmeye başlıyor, kampı ayağa kaldırıyor. O yüzden başını keseceğiz!"
"Yazıktır evladım yapmayın gari!" demiş ihtiyar, "Bırakın bana, onun sesini kesiveririm gari bir daha da rahatsız edivermez sizi..."
Gençler bunun üzerine kovalamayı bırakmışlar.
Ertesi sabah, hafif "Gak-guk" sesleri dışında horozdan kayda değer hiçbir ses çıkmadığını görünce de şaşırıp dedeye koşmuşlar:
"Yahu dede, ne yaptın da bu horozun sesini kestin?"
İhtiyar gülmüş:
"Gıçına zeytinyağı sürüverdim. Horoz gabarıp ötmeye yelteniverdiğinde gerisi tutmayıveriyor ki kuvvet alıversin... Ancak "Gak-guk" edebiliyor..."
Hikâyeyi yazan bir de yorum yapıvermiş peşinden:
"Arkan sağlamsa istediğin kadar kabarır, diklenir, sözünü dinletirsin. Arkan bir gevşemeye görsün, ancak "Gak-guk" eder durursun..."
İNSAN
“Üç çeşit insan vardır. Birincisi ekmek gibidir, her gün aranır. İkincisi ilaç gibidir, lazım olunca aranır. Üçüncüsü mikrop gibidir, aramaya gerek yok, o sizi bulur...”
Anton Çehov