Başka ülkelere bakıyorum da, “Bizim ki kadar sahtekârlık var mı?” diye çözemiyorum.
Her gün yazımı yazmadan haberleri kolaçan ediyorum ve çoğu sahtekârlık (hırsızlık, gasp) ve cinayet (kavga).
Son günlerde “Diploma sahtekârlığı” çıktı ortaya.
Ama ne çıkma!
Gazeteci sosyal medyadaki hesabından anlatıyor:
“… Yıldız Teknik Üniversitesi’nde ölmüş veyahut da artık okumayı bırakmış kişilerin mezuniyet bilgileri siliniyor.
Yerine başka isimler ekleniyor ve sanki gerçekmiş gibi mezun oldukları görülüyor.
Notları, ortalamaları, transkriptleri filan her şeyi var.
Ve bu adamlar üzerine diploma çıkarılıyor. Mezunmuş gibi.
Bu adamlar e-devlet onaylı ve ardından bununla ilgili ‘Aslı gibidir’ belgesi alıp işlere giriyorlar…”
Ne güzel değil mi?
Bedavadan mezun olmak, işe girmek!
Sahtekârlık ise diz boyu;
Misal;
İddianameye göre;
ÖSYM’ye girip notları yükseltişler.
Engelli raporu alabilmek için sağlık raporu üretmişler.
Zabıta olabilmesi için, güvenlikçi olabilmek için belge üretmişler.
Silah alabilmek için, ruhsat alabilmek için belge üretmişler.
Halk eğitim Merkezlerine girip sertifika üretmişler.
Lise mezunu yapmışlar insanları.
İtiraf eden kişi:
“Biz KPSS’ye LGS’ye müdahale ettik.
Yabancı Dil Sınavına iyi dil bilen kişileri soktuk” diyor.
Kim diyor?
Adı sosyal medyada acıka açık yazılan G.G. diyor.
Yaptık diyor.
İtiraf ediyor.
İçişleri Bakanlığı hareket geçiyor ve operasyonlar düzenliyor, sonuçta;
37 tutuklama gerçekleşiyor.
Çalışmalar sonucunda;
57 adet sahte diploma,
108 adet sahte sürücü belgesi,
4 adet sahte lise mezuniyeti saptanıyor.
Örneklere devam edelim:
Adana Seyhan'da 29 yaşında ortaokul mezunu olan M.Y.
Madde bağımlısı, torbacı ve firari. Uyuşturucu suçundan aranıyor.
Bu adam şu çete sayesinde ne oluyor biliyor musunuz?
Sıkı durun:
“Narkotik Başkomiseri…”
Nasıl mı yapıyorlar?
Sahte E-imzayla sisteme giriyorlar. Emniyet Genel Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Başkanlığında Başkomiser olan bir ismin sahte kimliklerini alıyorlar, çıkartıyorlar ve sonuç…
Bizim bağımlı M.Y. komiser oluyor…
Şimdi gelelim ehliyetlere.
Gazeteci anlatıyor:
“Ehliyet sınavına girenlerin notları yükseltilmiş.”
12 puan alanın notu 70 yapılmış.
8 puan alanın da.
Yahu nasıl bir insafsızlık bu?
Adam ismini bile yazıp 50 alacağı sınavda nasıl 8 alır?
Bu adam nasıl biridir?
Haydi o aldı diyelim.
Buna nasıl 70 puan verilip de ehliyet almasına hak kazandırılır?
Yazıktır, günahtır.
Resmen trafiğe canlı bomba sokmakla eş değer.
Bizim zamanımızda trafikte bariz hata yapana; “Beşiktaş’tan mı aldın ehliyeti?” denirdi.
O vakitler Trafik Şube Beşiktaş’taydı.
Rüşvetle sınava bile girmeden ehliyet verildiği söylenirdi.
Lafı meşhurdu yani.
O vakitler ehliyet almak gerçekten zordu.
Hele ilk seferde almanın mümkünatı yoktu.
Ben ilk seferde hatasız tamamlamıştım parkuru.
Ama vermediler.
Üçüncü de ancak alabilmiştim.
Mezarlık yanındaki Arnavut kaldırımlı yolda yapılırdı imtihan.
Yokuş yukarı başlardık, arabayı milim kaçırmadan geriye.
Sonra 1-2-3-4 vitesle 50 metre sonrasında da 4-3-2-1 şeklinde motor freni ile kısa mesafede durmamız istenirdi.
Daracık ve etrafı kaldırım taşıyla yükseltilmiş alana park etmemiz istenirdi.
Resmen cehennem azabıydı bizimki.
Ama becerirdik.
Zira araba cambazı olmuştuk çalışmaktan.
Şu anda aynı sınav yapısın, yemin ederim mevcut ehliyetlerin yüzde 80’i geri alınır.
İddiaya da varım.
Biz trafikte kendimizi yırtarken meğer aramızda 8 puanlık vatandaşlar fink atıyormuş da haberimiz yokmuş.
Sonuçta Sahtekârlık içimize işlemişken şunu hatırlatmakta yara var;
Allah’tan Müslüman bir ülkeyiz.
Yoksa halimiz nice olurmuş…
Bu arada reklam yapayım:
Youtube kanalında “Onlar” adlı kanalda bu anlattıklarımın tamamını ve detaylarını dinleyebilirsiniz…
Not: Bu arada Dezenformasyon merkezi “400 Diploma Sahte haberini” yalanlamış.
Bunu da belirteyim.
EUDOKİA'NUN SUNAĞI
Knidos, M.S. 172 yılı.
Gün batımında rüzgârın taşıdığı kekik ve deniz kokusuna, bir de çekiç sesleri karışıyordu.
Tapınak terasında genç bir heykeltıraş, mermer bloğun üzerinde harf harf bir yazıyı oyuyordu.
“Tanrıça Demeter adına… Artemis’in rahibesi Eudokia başkanlığında…”
Yazının başında duran yaşlı kadın, elindeki bastonu hafifçe yere vurdu.
Üzerinde mor yünden dokunmuş başlıklı bir pelerin, boynunda ise küçük bir demeter figürü taşıyordu.
O Eudokia’ydı.
Knidos’un bilge kadını.
Başrahibe.
İçten içe neşeliydi, ama göstermezdi.
Bugün, 37 kadının yıllardır ördüğü birlik tamamlanıyordu.
Yazıt mermerine sadece isimler değil, bir araya gelmiş kadın emeğinin kutsanması kazınıyordu.
Bazıları duldu, bazıları hiç evlenmemişti.
Bazıları tüccar, bazıları zeytinlik sahibi.
Hepsi de bu sunağın yapılması için bir şeyler vermişti.
Biri altın bileziğini, biri son şarap küfesini, biri sessizce, ekmekten artan undan yaptığı kurban hamurunu.
Genç kızlar başlarını eğmiş, sunağın önünde bekliyordu.
Onlar da yakında Thiasos’a (Birlik) katılacaklardı.
Bir arınma töreni yapılacak, ardından adları yeni bir levhaya yazılacaktı.
Eudokia, onları süzdü.
Bakışları bir kıza takıldı, küçük Theano.
Annesi geçen yaz ölmüştü.
O günden beri her ay tapınağa gelip mermerleri siler, ayinlerden sonra ortalığı toparlardı.
Hiç şikâyet etmemişti.
Hiç çağrılmamıştı.
Ve hiç birine kendini ait hissetmemişti.
Eudokia başını eğdi, sonra heykeltıraşa döndü ve “Bir satır daha ekle” diyerek devam etti konuşmasına:
“Ve Theano... Hiçbir aidat ödemeden, hiçbir bağış yapmadan, yalnızca sadakatiyle bu birlik içinde yer aldı.”
Heykeltıraş duraksadı.
“Rahibe, böyle bir şey olmaz. Bu gelenek dışı...”
“Eudokia bastonunu yere bir kez daha vurdu.”
“Gelenekte bir gün doğdu. Bugün değişebilir.”
Gün sonunda yazıt tamamlandı.
Kadınlar ellerini onun üzerine koydu.
Kimisi ağladı, kimisi dua etti.
Sunağın arkasındaki o taş, hala orada bir yerde…
Güneşin açısına göre, bazı sabahlar “Theano” ismi belli belirsiz ışır.
Belki de Eudokia hala konuşur o taşlarda.
“Kadın dayanışması, yazıtla değil, yürekle kazınır.”
69 ÇOCUĞU VAR
1707'de doğan ve 1782’de vefat eden Valentina Vassilyeva, Guinness Dünya Rekorları tarafından tanınan “Tarihin en çok çocuğu olan kadını” unvanına sahiptir.
Rusya'nın Shuya kentinden bir köylü olan Feodor Vassilyev'in ilk karısıydı.
Çift, doğum kontrolünün olmadığı ve çocuk sahibi olmanın kadınlar için hem dini bir görev hem de toplumsal bir beklenti olarak görüldüğü bir dönemde yaşadı.
Valentina hayatı boyunca şaşırtıcı bir şekilde 27 kez doğum yaptı.
Bunun sonucunda;
16 ikiz,
7 üçüz ve
4 dördüz olmak üzere,
Toplam 69 çocuk dünyaya getirdi.
Bu olağanüstü başarı neredeyse inanılmaz gelse de, Guinness Rekorlar Kitabı tarafından dikkatlice belgelendi ve resmen tanındı.
Böylece Valentina'nın hikâyesi, tarihin en sıra dışı insan doğurganlık örneklerinden biri olarak öne çıktı.
YAZAR OLACAK ÇOCUK
Sunay Akın’ın sosyal medyadan aldığım bu güzel hikâyesini sizlerle paylaşmadan edemedim.
Afyon’da “Kudret” adlı yerel gazeteyi çıkarmakta olan Cüneyt Mollaoğlu, 1950 yılının Mayıs ayında bir trene binerek Eskişehir’e doğru yola çıkar...
Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri çalışan bir trenin kompartımanında, Cüneyt Bey’in yanına Kütahya Garı’nda bir kız çocuğu oturur.
Cüneyt Bey cebinden gazetesini çıkarır, okumaya başlar; kız çocuğunun gözü de gazete sayfalarındadır…
Akrabası sinirlenerek dirseğiyle dürter, “Evladım ayıptır başkasının gazetesi okunmaz, yapma etme…”
Ama çocuk gazeteyi okumaya devam eder, üstelik bununla da kalmaz, Cüneyt Bey’e dönüp “Siz bitirdikten sonra gazetenizi ben okuyabilir miyim?” diye de sorar.
Çocuğa refakat eden akrabası çok bozulur bu duruma, kızın kulağına eğilip, “Sen ne terbiyesiz bir kızsın, tanımadığın bir adamın gazetesi alınır mı?” der. Konuşulanları duyan Cüneyt Bey gülümseyerek gazetesini çocuğa verir ve ardından “Okumayı seviyor musun?” diye sorar.
Tarlalar arasından akıp giden trende bir sohbet başlar, gazeteci ve kız çocuğu arasında.
Cüneyt Bey anlar ki yol arkadaşı, okumayı çok seven, kitaplara ilgi duyan bir çocuktur.
Sohbet esnasında çocuk ona masallar yazdığını söyler, bu daha da hoşuna gider Cüneyt Bey’in.
“Peki” der, “yazdığın masallardan birini bana gönderir misin? Eğer uygun görürsem gazetede basarım. Ama masalını mutlaka daktiloyla yazıp göndermen gerekir.”
Bu sözler çok heyecanlandırır kız çocuğunu, masalının bir gazetede basıldığı düşüncesi günlerce süsler hayallerini…
Ama daktilo, ulaşılması zor bir araçtır o günlerde; her yerde bulunmaz, ancak devlet dairelerinde, okullarda vardır.
Kız çocuğu, “Nereden, nasıl daktilo bulacağım?” diye düşünürken bir gün Kütahya'da, adliye önünde çalışmakta olan arzuhalcileri görür.
Arzuhalciler, okuma yazma bilmeyen insanların devlet dairelerindeki işlerine dilekçe yazan, daktiloyla geçinen emekçi insanlardır.
Küçük kız arzuhalcilerin yanına gider ve “Benim bir masalım var, el yazısı, onu size getirsem bana daktiloda yazar mısınız?” diye sorar.
“Tamam” der arzuhalci, “ama 2 lira alırım.”
2 lira o zaman büyük bir para, hele ki bir çocuk için.
Ama kararlıdır kız çocuğu; haftalar boyunca harçlıklarını saklar, almak istediği karamelaları, bisküvileri yemez, içmek istediği gazozları içmez ve o parayı biriktirip yazdığı hikâyeyi arzuhalciye daktilo ettirerek gazeteye gönderir.
Yayımlanan ilk öyküsü budur…
Ki yıllar sonra bu ülkenin çocuk edebiyatının en ünlü, en saygın ismi olacaktır.
O kız çocuğunun adı, çok sevilen kitaplarının kapağında “Gülten Dayıoğlu” yazmaktadır.Gülten Dayıoğlu, “Kudret” gazetesinde yayımlanan ilk öyküsünü kaybeder. Gazeteye başvurup arşivinden öyküsünü bulmak ister ancak gazete binasının yandığını öğrenir.
Ne gariptir ki Dayıoğlu, gazetede yayımlanan ilk öyküsünde bir baca temizleyicisini anlatmıştır.
Gülten Dayıoğlu ailesiyle beraber İstanbul'a gelir ve ortaokula başlar.
Türkçe öğretmeni onun edebiyata olan ilgisini kısa sürede keşfeder.
Bir gün, Türkçe dersindeyken müfettiş gelir sınıfa.
Öğretmen ders anlatırken müfettiş, Gülten Dayıoğlu'nun yanına oturur.
Ders bittiğinde, sınıftaki çocuklar teneffüse çıkarken, öğretmen Gülten Dayıoğlu'nu müfettişle tanıştırmak için durdurur.
“Biliyor musunuz Müfettiş Bey, bu çocuk edebiyatla çok ilgili ve inanıyorum ki ileride çok büyük bir yazar olacak.”
Müfettiş, çocuğa bakar ve şöyle söyler: “Madem edebiyatı bu kadar seviyor, o zaman bu çocuğu kütüphanede görevlendirelim.”
Gülten Dayıoğlu o müfettiş sayesinde kütüphanede görevlendirilir ve raflardaki kitapları tek tek okumaya başlar.
O gün derse giren müfettiş, Reşat Nuri Güntekin'dir.
Sunay Akın