“Beyaz kardeşlerimiz bizi uygarlaştırmak için gelmeden önce, hiç hapishanemiz yoktu.
Bu yüzden aramızdan serseri de çıkmazdı.
Hapishane yoksa serseri de yoktur. Kapılarımızın kilidi de olmazdı bu yüzden, hırsızlar da bulunmazdı.
Eğer aramızdan biri; at, çadır ya da battaniye edinemeyecek kadar yoksul ise, bu durumda bütün ihtiyaçları kendisine hediye edilirdi.
Özel mülkiyete çok büyük önem verecek kadar uygarlaşmamıştık.
Para nedir bilmiyorduk.
Bu yüzden bir insanın değeri, serveti ile ölçülmezdi.
Yazılı hiç bir yasamız, dolayısı ile avukatlarımız ve politikacılarımız da yoktu.
Bu yüzden birbirimizi aldatmak ve kazıklamak durumunda da kalmazdık.
Demek ki Beyaz Adam gelmeden önce çok berbat durumdaymışız.
Bilmem ki, Beyaz Adamın uygar bir toplum için son derece gerekli olduğunu söylediği bu temel şeyler olmadan binlerce yıl hayatta kalmayı nasıl başarabildik?”
Reis John Fire Lame Deer
NASİPSE GELİR
Uzak yola gidecek olan bir kervancı bir gün, şehrin ünlü semer ustalarından birinin dükkânına gider.
Usta namaz kılmak üzere camiye gittiğinden, dükkânda genç bir çırak bulunmaktadır.
Kervancı, “Uzak yola gideceğini, develerinden birinin semersiz olduğunu, kaça olursa olsun, hemen iyi bir semer istediğini” anlatır.
Semerci çırağı hazırda yapılmış iyi bir semer bulunmadığını, sipariş üzerine kervancıya semer yapabileceklerini söyler.
Gelgelelim kervancının işi aceledir.
Adam bu sırada dükkânın tavanında asılı eski bir semeri görür ve eski de olsa, semeri yenisinin fiyatına satın alacağını, çünkü devenin boş gitmesini istemediğini söyler.
Çırak, kârlı bir satış yaptığını düşünerek, eski semeri kervancıya verir.
Gelgelelim, göğsünü kabartarak anlattığı bu alışveriş yaşlı ustayı hiç sevindirmez.
Meğer adamcağız, kırk yıldır kazandığı paralardan artırdıklarını, bu eski semerin içinde saklarmış.
Zavallı çırak, çok üzülür, Semeri aramak için yollara düşer.
Ustanın: “Oğul gel gitme beyhude, Semerkant’a, Buhara’ya bulur elbet seni bir gün, nasip araya araya.” demesine aldırmaz, semerin arkasında birkaç ay dolaşır, sonunda bulamadan geri döner.
Ustası, çırağın geldiğine sevinir, onu teselli eder ve şunları söyler.
“Nasip ise gelir Hint’ten Yemen’den nasip değil ise, ne gelir elden?”
Altı ay kadar sonra, bir gün kervancı dükkâna gelir çırak, adamı hemen tanır. Ustasına da söyler.
Kervancı der ki: “Oğul, bu semeri senden alıp gittim ama da aklıma takıldı, ‘Ustasının haberi olmadan çocuk bunu sattı ya ustası gelince kızar, darılırsa?’ diye üzüldüm. Alın semeri aynen geri veriyorum, bana yeni bir semer yapın.”
EVLERİNİN ÖNÜ ELMA AĞACI
Yeni Zelanda'da, herkesin ücretsiz olarak taze yiyecek toplayabilmesi için kaldırımlar ve parklar gibi kamusal alanlara bilerek meyve ağaçları dikiliyormuş.
Auckland, Nelson ve Waiheke Adası gibi şehirlerde kaldırımlar, parklar ve setler dahil olmak üzere kamusal alanlara bilinçli olarak meyve ağaçları dikiliyor, böylece herkes ücretsiz olarak taze ürün toplayabiliyormuş.
OurAuckland'a göre, bu ağaçlar arasında yerel belediyelerin ve topluluk vakıflarının desteğiyle yetiştirilen elma, erik, feijoa, incir ve hatta muz varmış.
Bu hareket, sakinleri halka açık ağaçlardan ve bahçelerden yiyecek toplamaya teşvik eden daha geniş kapsamlı bir kentsel yiyecek toplama hareketinin parçası olarak görülüyormuş.
Urban Foraging NZ'ye göre, insanların mahallelerindeki meyve ve kuruyemiş ağaçlarını bulmalarına, yenilerini eklemelerine ve mevsimsel güncellemeleri paylaşmalarına olanak tanıyan etkileşimli bir harita bile mevcutmuş.
Sadece Waiheke Adası, “Meyve Ağaçlarımızı Sevin” projesi kapsamında yaklaşık 1.000 meyve ağacı dikti ve yerel halk bu ağaçlara bakmak için “Ağaç koruyucuları” olarak görev yapmış.
Bu girişim, yalnızca gıda dayanıklılığını ve sürdürülebilirliğini teşvik etmekle kalmamış, aynı zamanda bir topluluk duygusu ve ortak sorumluluğu da geliştirmiş.
Okudunuz değil mi?
İçiniz açıldı ve “Dünyada ne güzel şeyler oluyor” diye düşündünüz muhakkak.
Dönüp bize baktım.
Eskiden bizler de böyleydik ama şimdi ne hale geldik?
Bir acayip toplum olduk sanki.
Bu aktardığım yazıya sosyal medyada rastlayınca aklıma ne geldi biliyor musunuz?
Ki muhakkak sizin de aklınıza geldi.
“Sokaklarda meyve ağaçları varmış” şeklinde okuyunca, “bizde olsa bir gecede birileri toplayıp satar bunları” dedim içimden.
Yalan mı?
Fakirlik artık diz boyu olduğundan,
Memlekette hak, hukuk kalmadığından itibarsızlıktan beslenenler cesaretlenip, bu ağaçları kökünden bile söküp rahatça götürebilirler.
Bırakın hayata geçirmelerini, insanın bunların yapılmasını bile düşünmesi, halkına bunu yakıştırması kadar kötü bir şey var mı acaba?
Topluma bir de bu gözden bakın.
Ne hale geldik?
Yazık bu millete.
Yazık bu devlete…
Derken bu haber takıldı gözüme.
Bizim haberciler de bir âlem doğrusu.
Haberi okudukça dedim; “Bu ne?” dedim içimden.
Bunca harami ortada dolaşırken, iştah açıcı haberi ayrıntılarıyla yayımlamak da neyin nesi?
Haber şu:
İstanbul Kartal’da telefonda kendilerini polis olarak tanıtan 2 şahıs, 63 yaşındaki kadını dolandırmışlar.
Tamam.
Her gün yaşadığımız olay.
Polisin, Jandarmanın her gün uyarmasına rağmen, mesajlar göndermesine rağmen, ve hatta saha çalışmaları yapmasına rağmen hala bu dolandırıcılara kanıp, servetini kaybeden dolu.
Şimdi haberin ayrıntısına bakalım:
Dolandırıcılar yaşlı kadının;
137 adet Cumhuriyet altını,
2 adet burma bilezik,
1 adet beşi bir yerde altın ve zinciri,
1 adet Reşat altın,
1 adet yarım altın ve zinciri,
173,1 gram ons ibareli altın,
1092 adet 200 TL banknot,
17 adet 100 Amerikan doları,
3 adet 100 TL,
3 adet 50 TL,
2 adet 10 TL para ve ziynet eşyasını, kapısından teslim alarak kayıplara karıştı.
Haber şöyle bitiyor:
“Ancak şüpheliler, polis ekiplerinin dikkati sayesinde yol denetimi sırasında yakalandı ve çalınanlar, sahibine iade edildi.”
Maşallah Merkez bankasında yok bu servet!
Kadının bu serveti belli ki evdeymiş ve kapıdan teslim etmiş.
Şimdi bu haberi duyan birileri sizce harekete geçmemiş midir?
Evde tutulan bu servet birilerinin iştahını kabartmamış mıdır?
İnşallah birileri ön ayak olur da yaşlı kadın, sahip olduğu bu serveti bir banka kasasında filan saklar.
Yoksa yakında başka bir habere konu olabilir.
ÜZERİNE DÜŞEN!
Eski bir Kızılderili efsanesine göre;
“Bir gün ormanda büyük bir yangın çıkmış.”
Yangın çok güçlü olduğu için bütün hayvanlar korkuyla her yere kaçışmış.
Ormandan kaçan bir jaguar, aniden başının üzerinden geçen bir sinekkuşu görmüş.
O da ne?
Bu kuş ters yönde uçuyormuş, tam da ateşin içine doğru!
Birkaç dakika sonra, kuşu tekrar görmüş, bu sefer de kuş ters yöne doğru uçuyormuş.
Kuşun bu tuhaf ve aceleyle gidiş gelişlerini izleyen jaguar, kuşa sormuş:
“Ne yapıyorsun sinek kuşu?”
“Gök gürültüsünden geçiyorum ve göle gidiyorum” diye cevap vermiş kuş, “Gagamla suyu içip, yangını söndürmek için suyu ateşe atıyorum.”
Jaguar çok gülmüş.
“Aklını mı kaçırdın? Bu büyük yangını o küçücük gaganla kendi başına söndürebileceğine gerçekten inanıyor musun?”
“Hayır” demiş sinek kuşu, “Yapamayacağımı biliyorum. Ama orman benim evim. Beni hep güvenle, sevgiyle tuttu, beni ve ailemi korudu. Bunun için ona çok minnettarım. Ben ormanın bir parçasıyım ve orman benim bir parçam.
Yangını söndüremeyeceğimi biliyorum ama üzerime düşeni yapmalıyım.”
O anda orman ruhları, sinek kuşunun bu sözlerini duymuşlar.
Kuşun ormana olan sevgisi kalplerine dokunmuş.
Ve o büyük yangını durduran bir şimşek fırtınası göndermişler.
Kızılderili büyükanneler ara sıra bu masalı torunlarına anlatır ve şöyle bitirirlermiş:
“Mucizeleri hayatına çekmek ister misin? O zaman sadece kalbinle üzerine düşeni yap.”
MEVZUATA UYGUN
Bir bürokrat, görevli olarak şehirden kasabaya giderken yolda sulak ama bataklık bir yerde mola vermiş.
Nasıl olmuşsa ayağı kayıp bataklığa düşmüş:
“İmdat, Boğuluyorum. Kurtarın beni!” diye bağırmaya başlamış.
O sırada yakınlardan geçen bir köylü, sesini duyup yaklaşmış.
Bürokrat: “Bataklığa düştüm. Kurtar beni!” diye bağırmış.
Köylü: “Geçmiş olsun” demiş.
Ama kurtarmak için hiç gayret göstermemiş.
Hani neredeyse dönüp gidecek.
Bürokrat paniklemiş ister istemez;
“Lütfen, bir dal uzat. Kurtar beni!” diye yalvarmış…
Köylü: “Olmaz sen şu anda hazine toprakları üzerindesin. Hazine malından bir şey almak suçtur…”
Bürokrat: “Sen, dalga mı geçiyorsun? Ölüyorum! Kurtar beni!” diye bağırmış ağzına dolan çamurlarla.
Köylü hiç istifini bozmadan cevap vermiş: “Ben Hazine'den mal alıp suçlu duruma düşemem. Fakat seni böyle bırakacak değilim. Gidip muhtara haber vereceğim. O kaymakama, kaymakam da valiyi arar mutlaka. Mal müdürüne talimat verilir. Şayet, hazine arazisi değilse. İtfaiyeye talimat verir ve seni kurtarırlar...”
Bürokrat: “Yahu... Bunlar oluncaya kadar ben ölürüm.”
Köylü gülmüş: “Ben ölmezsin demiyorum ki... Bizim devletle bir işimiz olsa Siz de bu yolları önermiyor musunuz? Biz de oradan oraya gide gide ölüyoruz adeta... Zaten sen de ölsen, en azından mevzuata uygun ölmüş olursun!..”
EĞER
*Eğer sen bir silah tutarsan ve ben bir silah tutarsam yasa hakkında konuşabiliriz.
*Eğer sen bir bıçak tutarsan ve ben bir bıçak tutarsam kurallar hakkında konuşabiliriz.
*Eğer ikimiz de eli boş gelirsek, akıl ve mantık üzerine konuşabiliriz.
*Eğer senin elinde silah, benim elimde sadece bıçak varsa, o zaman gerçek senin elindedir.
*Eğer senin elinde silah var ve benim hiçbir şeyim yoksa senin tuttuğun şey sadece bir silah değil benim hayatımdır.
Hukuk, kural ve ahlak kavramları, ancak eşitlik üzerine kurulduğunda anlam taşır.
Bu dünyanın acı gerçeği şudur:
*Para konuştuğunda, gerçek susar.
Güç konuştuğunda ise, para bile üç adım geri atar.
*Kuralları koyanlar, genellikle onları ilk bozanlardır.
*Kurallar, zayıflar için zincir, güçlüler için araçtır.
*Bu dünyada, iyi olan her şey yok edilmelidir, çünkü iyilik isyana yol açar, isyan ise düzeni tehdit eder.
*Merhamet yoktur.
Adalet yoktur.
Sadece egemen olma arzusu vardır ve düşenlerin sessizliği.
*Gerçeklik, benim neye “Gerçek” dediğimdir.
*Ahlak, mağlup olanların silahıdır.
*Ve sonunda, her şey ya bükülür ya da kırılır.