Bir kamyonun çarpmasıyla yaralanmış olan çiftçi Mehmet amca, kazadan sorumlu tuttuğu taşıma şirketine dava açmış.

Mahkeme salonunda şirketin avukatı ile Mehmet Amca karşı karşıya gelmişler.

Avukat sormuş:

“Ama siz kazadan sonra gelen polis memuruna, ‘Ben çok iyiyim’ demediniz mi?”

Anlatayım ağam;

“Ben bizim eşeği gasabada satışa götürmek üzere gamyonetime bindirmiştim ki...”

Avukat sözünü keserek:

“Bırakın ayrıntıları Memet Bey, siz sadece soruma yanıt verin: Siz, kazadan hemen sonra gelen Polis memuruna ‘Ben çok iyiyim’ dediniz mi, demediniz mi?” diye sormuş.

“İşte anlatıyom ya Avukat bey” diyerek anlatmaya devam eder Mehmet amca:

“Eşeği gamyonete yüklemiş, yola çıkmıştım ki...”

Avukat tekrar adamın sözünü kesmiş ve Hâkime dönerek demiş ki:

“Sayın hâkim, size olayın tam olarak nasıl gerçekleştiğini davacının kendi ifadesi ile almaya çalışıyorum ama soruma yanıt vermiyor. Bu bey, kazadan hemen sonra olay yerine ulaşan polis memuruna ifadesinde ‘Çok iyi’ olduğunu söylemiş.

Kayıtlara geçmiş. Şimdi, aradan kaç hafta sonra müvekkilime dava açıyor. Ben bu davada, bu şahsın mahkemeyi yanıltmaya çalıştığına inanıyorum. Lütfen, sadece soruya yanıt vermesini söyler misiniz?”

Yargıç çiftçinin hikâyesiyle ilgilenir gibiymiş:

“Eşek hakkında söyleyeceklerini merak ettim aslında; Bırakalım da anlatsın...”

Mehmet amca yargıca teşekkür ederek devam etmiş anlatmaya:

“İşte dediğim gibi, sayın Hakimim, tam eşeğimi gamyonetime bindirmiş şehre doğru gidiyodum ki, bu şirkete ait gucuman bir kamyon, ‘DUR’ tabelasına aldırmadan üzerime sürdü ve bize çarptı.

Ben yolun bi yanına fırladım, Garagaçan bi yana...

Nasıl kötüyüm, nasıl kötü, anlatamam... Gıpırdanamıyom sancıdan...

Öte yanda Garagaçan bir anırıyo, bir anırıyokine, ortalık inliyo.

Derkene bi pulis memuru geliveedi… Garagaçanın sesini duymasile önce ona dooru getti, eğildi, bahtı, tabancasına davrandı, alnının göbeenden Garagaçanımı vurmasın mı?

Soonacııma, yolun garşı tarafına geçti, bana dooru geldi, dedikine:

‘Eşeğin hali berbattı, vurmak zorunda galdım, sen nassın?’ dedi. Ne deseydim hâkimim, siz deyiverin Allah aşkına…”

TÜRKİYE

Turistlerin değerlendirmesiyle yapılan bir ankette Türkiye, dünyanın en güzel ülkeleri arasında 3. sırada yer almış.

Doğal güzellikleri, tarihi mirası ve kültürel zenginlikleriyle öne çıkan Türkiye, 91.25 puan alarak bu prestijli sıralamada üst sıralarda kendine yer bulmuş.

İşte o ankette ilk 10’a giren ülkeler ve aldıkları puanlar:

 1. Japonya – 92.04 puan

 2. Portekiz – 91.37 puan

 3. Türkiye – 91.25 puan

 4. İtalya – 90.99 puan

 5. İspanya – 90.81 puan

 6. Tayland – 90.79 puan

 7. Vietnam – 90.59 puan

 8. Yeni Zelanda – 90.41 puan

 9. İrlanda – 90.30 puan

 10. Yunanistan – 90.25 puan

Sıralama, turistlerin ülkelere yönelik genel izlenimleri ve estetik beğenilerine göre şekillenmiş.

Türkiye’nin bu başarıyı elde etmesinin, turizm açısından da büyük bir motivasyon kaynağı olduğu kesin.

Şu kadarcık bir anket ile ülkemizin ne kadar değerli olduğunu ankete katılan turistler bile anlamışken, hala bizim anlamamış olmamız ne acı değil mi?

YAHYA EFENDİ VE TERZİ KUSTO

Sosyal medyadan bulduğum yazıları aktarmaya devam ediyorum.

O kadar güzeller ki, üzerine bir şey yazmak, ilave etmek ayıbıma gidiyor.

O sebeple olduğu gibi aktarıyorum size.

Terzi Kusto bir gün, yeni diktiği elbiseyi sahibi Yahya Efendi üzerinde prova ederken Yahya Efendi:

“Kusto Usta! Elbisenin yenisi mi iyidir, eskisi mi? Ne dersin” demiş.

Terzi Kusto:

“Bu ne sözdür Hazretim? Her şeyin yenisi iyi olur elbet tabii. Niye sordunuz anlayamamışım?” diye cevap verince,

Yahya Efendi, gülümseyerek:

“Anlamışsın anlamışsın da, anlamamış gibi yapıyorsun. Bazıları aynı şeyin hep eskisinde ısrar ederler nedense. Sözgelimi sen… Senin de eskimiş giysilerin ama hala yenilemiyorsun. Terzi kendi söküğünü dikemezmiş, senin söküğünü de biz dikelim, ne dersin?” demiş.

Bu çok zarif, çok manidar soru karşısında Terzi Kusto şöyle bir kaykılarak, heykel gibi donup düşündükten sonra:

“Anlamışım Hazretim, anlamışım, umarım geç kalmamışım” demiş.

Yahya Efendi.

“Niye geç kalacaksın?” diye sorunca,

Terzi Kusto:

“Çürüyen giysi yama tutmaz Hazretim” demiş.

Yahya Efendi de:

“Sana yamadan söz eden kim… Yeniden söz ediyorum ben sana yeniden.”

O sırada provasını tamamlayan Terzi Kusto:

“Tamam, Hazretim, elbiseniz bana göre tamam. Sizin bir şikâyetiniz var mı?”

Yahya Efendi:

“Cebi yok mu bu elbisenin Kusto Usta?” diye sormuş.

Terzi Kusto:

“Aaaa! Olmaz mı Hazretim. Var elbet fakat dikişlerini sökmeyi unutmuşum” diyerek, cep ağızlarının dikişlerini sökünce, cebin içinden bir kese altın çıkmış.

Bu duruma çok şaşıran Kusto, ne diyeceğini, ne edeceğini bilmez bir halde kıvranırken, Yahya Efendi:

“Ne kıvranıp duruyorsun Kusto Usta? O altınlar senin. Sana ait” demiş.

Terzi Kusto:

“Hayır, Hazretim, ben koymadım onları oraya” deyince,

Yahya Efendi.

“Elbette sen koymadın Kusto Usta. Bize ait hiçbir şey yok ki zaten. Her şey onun. Senin hazineni bizim cebimize koymuş, onu sen bizim elimizden alacaksın demekki” diyerek elindeki keseyi Kusto'nun eline sıkıştırırken şunu ilave etmiş:

“Gönül ceplerinin dikişlerini söktüğün zaman, asıl hazineyi orada bulacaksın” deyince,

Kusto:

“Tamam, Hazretim tamam. Ben de oldum Müslüman. Ama para için değildir. Gönlümün cepleri açıldı şu an” diyerek Yahya Efendi'nin ellerine kapanmış.

BESAME MUCHO

Tarihteki en ünlü aşk şarkısını yazdı, henüz ilk öpücüğünü bile almadan.

Ve yıllar boyunca tüm dünya, bu şarkının bir erkek tarafından yazıldığını sandı.

Consuelo Velázquez Torres, 21 Ağustos 1916’da Meksika’nın Jalisco eyaletindeki Ciudad Guzmán’da doğdu.

Bu çocuk dâhiydi.

Dört yaşında kulaktan duymayla, piyano çalmaya başladı.

Altı yaşında ilk resitalini verdi.

Güzel Sanatlar Konservatuvarı’nda eğitim aldı.

Klasik müzikte parlak bir piyanist olarak, en seçkin akademik çevrelerde onu parlak bir gelecek bekliyordu.

Ama ona ölümsüzlüğü getiren şey şöhret değil, aşktı.

1940 yılında, henüz 24 yaşındayken bir bolero besteledi: “Bésame mucho.”

Bir opera sahnesinden etkilenip duygularına kapılarak yazdı bu şarkıyı… Henüz kimseyi öpmemiş olmasına rağmen.

Şarkıyı tam adıyla imzaladı; ama birçok ülkede “Consuelo” isminin erkek ismi olduğu sanıldı.

Ve böylece dünya, bu romantik başyapıtı yanlışlıkla İspanyol ve erkek bir besteciye atfetti.

Oysa gerçek bambaşkaydı.

“Bésame mucho” küresel bir fenomene dönüştü;

Beatles, Frank Sinatra, Luis Miguel, Andrea Bocelli, Cesária Évora, Nat King Cole gibi dev isimler tarafından yorumlandı.

Bugün hâlâ dünyanın en çok çevrilen ve seslendirilen Meksika şarkısıdır.

Ama Consuelo’nun mirası bununla sınırlı kalmadı.

Onlarca eser besteledi,

Kongre’de görev yaptı,

Sanatçı hakları için azimle mücadele etti.

Hem de tamamı erkek egemen bir ortamda, sessiz bir zarafetle.

Şöhretine rağmen, gözlerden uzak sade bir yaşamı seçti.

Ailesine ve piyanosuna adanmış bir hayattı onunkisi.

Consuelo Velázquez, 22 Ocak 2005’te, 88 yaşında hayata veda etti.

Ona sırrı sorulduğunda ise sadece şöyle diyordu:

 “Hiçbir zaman bohem olmadım. Ben romantiktim. Ve ruhumla çalardım.”

EMNİYET KEMERİ

Resimdeki: Nils Bohlin.

1959 yılında basit bir fikirle dünyayı değiştiren Volvo mühendisi.

Üç noktalı emniyet kemerini icat etti.

Bu icat öyle etkili bir tasarımdı ki tüm araçlarda küresel standart haline geldi.

Volvo bunun patentini almıştı.

Aslında büyük kazanç sağlayabilirdi.

Ama onlar farklı bir seçim yaptılar.

Patentini tüm otomobil üreticilerine açtılar, hem de ücretsiz…

Neden?

Çünkü onların deyimiyle:

“Bu icat, kazanç için değil, hayat kurtaran bir araç olarak çok değerli.”

Bu karar sayesinde bir milyondan fazla hayatın kurtarıldığı tahmin ediliyor.

Bütün kahramanlar pelerin giymez. Bazıları laboratuvar önlüğü giyer.

KİTAP

“Üstat, o kadar çok kitap okudum ki… Ama çoğunu unuttum. Öyleyse, okumak ne işe yarar?” diye sordu meraklı bir öğrenci.

Üstat cevap vermedi.

Sadece sessizce ona baktı.

Birkaç gün geçti.

Nehrin kenarında oturuyorlardı.

Aniden yaşlı üstat dedi ki:

“Susadım. Bana biraz su getir, ama yerde duran o eski süzgeci kullan.”

Öğrenci şaşkınlıkla ona baktı.

Bu mantıksız bir emirdi.

Delik deşik bir süzgeçle nasıl su getirilirdi ki?

Ama yaşlı adama itaatsizlik etmeye cesaret edemedi.

Süzgeci aldı ve denedi.

Bir kez.

Sonra bir kez daha.

Ve tekrar…

Koştu, doldurdu, yolda suyun hepsini kaybetti.

Daha hızlı gitmeye çalıştı.

Parmaklarıyla delikleri kapatmaya çalıştı.

Süzgecin açısını değiştirdi.

Hiçbir şey işe yaramadı.

Bir damla su bile kalmadı.

Bitkin ve umutsuz, üstadın ayağına geri döndü:

-“Üzgünüm. Başaramadım. İmkânsızdı…”

Üstat ona şefkatle baktı ve dedi ki:

-“Başarısız olmadın. Süzgece bak.”

Öğrenci gözlerini kaldırdı.

Ve gördü:

O kirli, eski, kararmış süzgeç şimdi parlıyordu.

Su, defalarca içinden geçerken onu temizlemişti.

Ve üstat ekledi:

-“Okumak budur işte. Okuduklarının hepsini hatırlamamış olman önemli değil.

Bilginin hafızandan, süzgeçten akan su gibi akıp gitmesi önemli değil. Çünkü okurken zihnin arınıyor. Ruhun yenileniyor.

Düşüncelerin aydınlanıyor. Ve farkında olmasan bile, içten bir dönüşüm yaşıyorsun.”

GERİ KALMAK?

Türkçe kitap basan ilk kişi olan İbrahim Müteferrika 1731 yılında yazdığı kitapta Osmanlı’nın neden geri kaldığını şu maddelerle anlatmış:

-Rüşvet.

-Memuriyette adam kayırma.

-Bilim adamlarına tahammülsüzlük.

 -Orduda disiplinsizlik.

-İsraf.

-Dış dünyadan habersizlik…