Bayram dönüşü Bozcaada ile ilgili bir yazıda okunan ezandan bahsetmiştim.
Önceleri anlamamıştım ne okunuyor diye.
Sonra fark ettim ki ezanmış.
Her imam güzel ezan okuyacak diye bir şey var mı bilemem.
Ama bazı şeyleri de zorlamamak lazım.
Kayınpeder rahmetli olmadan önce imam ricasıyla ezan okurdu bilirim.
Ama adabı, üslubu vardı.
Makamı vardı.
Dinlettirirdi.
Bundan çok önce bizim mahalle camisinden bir ezan okunurdu, aman yarabbi…
Hatta yazmıştım bile ve demiştim ki;
“O kadar güzel okuyor ki, yolda yürüyen birisi o ezanı duyunca gidip namaz kılar…”
Hatta o kişi öylesine güzel “Sala” verirdi ki, “İnanın ölesi geliyor” diye espri yapardım.
Ezanın tarihçesi ise şöyleymiş:
Medine’ye hicretten sonra Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanıp düzenli olarak cemaatle namaz kılınmaya başlanınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) vakitlerin girdiğini duyurmak için ne yapılabileceğini arkadaşlarıyla görüşmüş.
O esnada Hz. Peygamber’e vahiyle ve içlerinde Hz. Ömer (r.a.) ve Abdullah b. Zeyd’in (r.a.) de bulunduğu bazı sahâbîlere rüyalarında bugünkü ezanın şekli öğretilmiştir.
Ezân, İslâm’ın şiârı (sembolü) olup, müekked bir sünnettir.
Ezân aracılığıyla halka hem namaz vaktinin girdiği ilan edilmekte, hem de Allah’ın eşsiz büyüklüğü, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisi olduğu ve namazın kurtuluş yolu olduğu ilan edilmektedir.
İmam Muhammed, “Bir belde halkı tümüyle ezânı terk ederlerse onlarla savaşırım.” demiştir.
Namaz vaktini cemaate duyurmak için önceleri yalnızca “Namaza, namaza!” ifâdeleri söylenirdi.
Allâh Resûlü, halkı namaza dâvet şeklinin nasıl olması gerektiği hususunu ashabıyla istişare ediyordu.
Bâzısı; “Namaz vakti geldiği zaman bir sancak dikelim, Müslümanlar onu gördüklerinde birbirlerine haber versinler.” dedi.
Yahudi borusu çalınması teklif edildi, “Bu, Yahudilerin âdetidir” denildi.
Çan çalınmasından bahsedildi. “O da Hıristiyanların işidir” denildi.
Resûlullâh’ın derdiyle dertlenen, O’nun kaygısı ile kaygılanan Abdullâh bin Zeyd Resûlullâh’ın yanına giderek:
-“Ben uyku ile uyanıklık arasında iken biri gelip bana ezânı öğretti” dedi.
Hz. Ömer de aynı rüyâyı görmüştü.
Bunun üzerine Allâh Resûlü:
-“Ey Bilâl! Kalk ve Abdullâh bin Zeyd’in söylediklerini tatbîk et!” buyurdu.
Bilâl (r.a.) de Abdullâh’ın söylediklerini aynen tatbîk etti ve ezân okudu.
Ezân, artık meşrû kılınmıştı.
İnsanlar câmiye, cemaate çağrılmaya başlandı.
Bilâl-i Habeşî, ilk ezanı okuduğu zaman Medine’nin bir ucundan diğer bir ucuna bu yüce dâvet ulaştı.
Ezan sadâsıyla semalar yankılandı.
Mü’minler, büyük bir neş’e içinde mescide koştular.
İşte ezanın tarihçesi böyle anlatılmış diyanet sayfasında.
Bir zamanlar “Ezanın Türkçe” okunması konusunda tartışmalar yaşanmış.
O konu da şöyle:
Yakın tarihimizde uzun süre tartışmalara neden olmuş, günümüzde bile siyasi tartışmalara kaynaklık eden konulardan bir tanesi ezanın Türkçe okunması uygulamasıdır.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda adımlar atılırken "Dinde reform" olarak adlandırılabilecek birtakım uygulamalara da tanık olundu.
Türkçe ezan da bu uygulamalar çerçevesinde atılan önemli adımlardan birisiydi.
Bu uygulama üzerinde yapılan tartışmaların sadece yasağın uygulandığı 1932-1950 yılları arasında değil, günümüze kadar sürüp gelmesi konuyu incelenmeye değer kılmaktadır.
Ancak Türkçe ezan konusu Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkmış bir konu olmayıp, bu uygulamaya ait düşüncenin kökenlerinin, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde yaşanan dinin millileştirilmesi ve ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi tartışmalarına kadar uzandığı görülmektedir.
Konu özellikle Ali Suavi ve Ziya
Gökalp tarafından dile getirilmiştir.
Uluslaşma programındaki dil ve din bağlantısının belki de en meşhur ifadesini Ziya Gökalp'in 1918 yılında Yeni Hayat dergisinde yayınlanan Vatan adlı şiirinde bulmak mümkündür:
Bir ülke ki, camiinde
Türkçe ezan okunur.
Köylü anlar manasını
namazdaki duanın...
Bir ülke ki, mektebinde
Türkçe Kur'an okunur.
Küçük, büyük herkes bilir
buyruğunu Hüdâ'nın...
Ey Türk oğlu,
işte senin orasıdır vatanın!.
(Dergipark.org.tr’den alıntı)
Şahsi fikrim olarak ezanın Türkçe okunması yerine artık evrenselleşmiş olan Arapça haliyle okunması daha uygun sanki.
Zira başka başka memleketlere gittiğinizde kendi dillerinde okunan bir ezanı duyunca anlamamak ta söz konusu.
Ama evrensel hale gelmiş Arapça hali ile okunması ez azından ezanda dil birliğini sağlamış olacaktır.
Ancak ibadet konusunda dilin Arapça değil, ülkelerin kendi dillerinde yapması taraftarıyım.
O başka.
Bir başka sorun ise camilerden yapılan ezan yayını ile ilgili.
Birçok şikâyete mazhar olan ses yüksekliği, ezana olan saygısızlığı da beraberinde getiriyor.
Kabul edilebilir değerde ezanın okunmasına saygı derecesinde itiraz edecek yoktur sanırım.
Ama kulak çınlatacak derecede desibeli yüksek bir ezan her zaman sıkıntılara yol açacaktır.
Artık iletişim çağında olduğumuzdan, koldaki saat, televizyon, tablet, mobil telefon gibi cihazlarla kolaylıkla namaz saatlerinin öğrenilebilmesi neticesinde artık ezanın hoparlör ile değil, nostaljik olarak minarelerden çıplak sesle okunması kararının alınması zamanı geldi bence.
Aşırı ses ile zorlama bir çağrıya meydan vermemek adına, çıplak ses en iyisidir diye düşünüyorum.
Ayrıca mahalle aralarında okunan mevlitlerin de 7 mahalleden duyulacak şekilde hoparlörler ile değil, çıplak ses ile okunmasının da zamanı geldi sanırım.
Din ile meşgul olunan bu hallerde, etrafta çalışan insanlar, hasta insanlar ve çoluk çocuk ta düşünülmelidir.
Dinimizin temelinde insanın huzuru vardır.
Her ne şekilde olursa olsun, yapılan ibadet bile olsa huzursuzluk yaratıyorsa, anlamı kalmayacaktır…
13. CUMA
Bugün ayın 13’ü.
Ve günlerden Cuma.
Size ne hatırlatıyor bilmem ama bana 13. Cuma filmini hatırlattı.
13. Cuma, filminde minimal senaryosu dönemine göre bir hayli ilerici efektleriyle günümüzün bir çok sinema otoritesine göre "Kült statüsünde" bir yapım olarak, s,nema tarihine geçti.
Filmde ana mekan, Camp Crystal Lake'tir...
Burası, on yıllar önce esrarengiz cinayetlerin yaşandığı, terkedilmiş bir gençlik kampıdır.
Gözünü budaktan sakınmayan cesur bir girişimci kampı tekrar hizmete açmaya karar vererek yakışıklı delikanlılar ve güzel genç kızlardan oluşan bir kadroyu işe alır. Bir yağmur fırtınası kampı dünyanın geri kalanından soyutladığında korkunç ölümler başlar.
Gençler sırayla, korkunç derecede yaratıcı şekilde cinayete kurban gitmektedir.
Ama korkunun aslı nedir?
Araştırdım.
Cuma, Batı dünyasında özellikle uğursuzluk ve kötü şansla ilişkilendirilen bir gün olarak bilinir.
13 sayısının uğursuz olarak kabul edilmesinin kökeni antik dönemlere kadar uzanır. Bu duruma özel olarak verilen isim ise triskaidekafobidir; yani 13 sayısından duyulan mantıksız korku.
Norse (İskandinav) mitolojisinde, tanrıların verdiği bir akşam yemeğinde 12 tanrı davetlidir.
Ancak 13. konuk olan Loki, davetsiz gelir ve tanrılar arasında huzursuzluk çıkarır.
Loki’nin gelişi, sevilen tanrı Balder’in ölümüne neden olur.
Hristiyanlıkta, İsa’nın Son Akşam Yemeği’nde 12 havari bulunur ve 13. kişi olarak İsa da masadadır.
Yemekten kısa süre sonra İsa çarmıha gerilir. Bazı kaynaklar, ihanet eden Yahuda’nın masadaki 13. kişi olduğunu iddia eder.
Babilliler, sayı sistemlerinde 12’yi "Tamlık" sembolü olarak görürlerdi (12 ay, 12 saat, 12 burç vs.). Bu durumda 13 sayısı sistemin dışına taşan bir “Fazlalık”, düzen bozucu olarak görülmüştür.
Bugünkü anlamda hafta günleri sisteminin ortaya çıkmasıyla birlikte, Cuma günü bazı kültürlerde olumsuz anlamlar kazanmış. Özellikle Hristiyanlık etkisiyle bu olumsuzluk daha da pekişmiş.
Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinin bir Cuma günü olduğuna inanılır.
Bu da Hristiyanlıkta Cuma gününü uğursuzlaştırmıştır.
Orta Çağ’da, infazlar genellikle Cuma günü yapılırdı. Bu da halkın gözünde Cuma gününe bir karanlık havası katmıştır.
Gemilerin denize ilk kez Cuma günü açılmasının uğursuzluk getireceğine dair denizcilik efsaneleri de mevcuttur.
Not: İslam dünyasında ise Cuma günü kutsal kabul edilir. Bu nedenle 13. Cuma inancı kültürel bağlamda daha çok Batı kökenlidir.
13 sayısı ile Cuma gününün birleşimi, yani “13. Cuma”, özellikle 19. yüzyıldan itibaren uğursuzlukla anılmaya başlanmıştır.
1907 yılında Thomas W. Lawson’ın yazdığı "Friday, the Thirteenth" adlı roman, Wall Street manipülasyonları üzerinden uğursuz bir 13. Cuma günü anlatır. Kitap, o dönemde bu batıl inancın kitleler arasında yayılmasına katkı sağlar.
Cuma hâlâ birçok kişi için uğursuz bir gün olarak kabul edilmektedir. Hatta bu günlerde bazı insanlar:
Seyahat etmeyi erteler,
Ameliyat gibi önemli işlemleri planlamaz,
İş anlaşmalarından kaçınır.
Bazı oteller ve hastanelerde 13 numaralı oda yoktur.
Bazı binalarda 13. kat atlanır (12'den sonra 14 gelir).
Bazı havayolları 13 numaralı koltuk sırasını kullanmaz.
Psikologlara göre, 13. Cuma inancı kitle psikolojisinin bir örneğidir. İnsanlar kötü bir olay yaşadıklarında, bunu tarihe bağlamaya eğilimlidir.
13. Cuma, bu eğilim için uygun bir semboldür. Batıl inançlar, insanlara belirsizlik karşısında kontrol duygusu verir. Ancak bu durum, özellikle kararları etkilediğinde bireysel zararlara yol açabilir.
Cuma'nın uğursuzluğu, tarihsel, kültürel ve psikolojik unsurların birleşiminden doğan bir batıl inanç olduğu konusunda birleşilir.
Bilimsel açıdan bu tarihin diğer günlerden daha kötü ya da tehlikeli olduğuna dair bir kanıt yoktur.
Yine de, bu inancın popülerliği, kültürlerarası etkileşimle güçlenmiş ve zamanla modern folklorun bir parçası hâline gelmiş…
Zaten biz Müslümanlara göre Cuma kutsal gün, düşünecekse diğerleri düşünsün…
ÖDEV YARDIMI
Her öğleden sonra, 68 yaşındaki Kathy evinin verandasına iki katlanır sandalye ve küçük bir kara tahta yerleştirirdi.
Yağmur da yağsa, güneş de açsa, tebeşirle şunu yazardı:
“Ödev yardımı. Ücretsiz. Her yaş için.”
Cedar Hills adlı huzurlu kasabada, bazı komşular onun emekliliğini boşa harcadığını fısıldardı.
“Şimdiki çocukların özel öğretmeni var… iPad’i var” diye söylenirdi güllerini sularken Bayan Jenny.
Ama Kathy’nin bir nedeni vardı.
Geçen yıl vefat eden eşi, eski bir okul müdürüydü ve ona en sevdiği sözü miras bırakmıştı:
“Eğitilmeyen bir zihin, ardına kadar açık bırakılmış bir kapıdır.”
Bu kapıdan ilk geçen kişi, dokuz yaşındaki Manny oldu.
Babası işini kaybettikten sonra üç hafta okula gidememişti.
“Kesirleri hiç anlamıyorum” diye homurdandı, bir çakıl taşına tekme atarken.
Kathy ona bir kurabiye uzattı, tahtaya bir pizza çizdi ve yumuşak bir sesle dedi ki:
“Bunu dilimleyelim. Şimdi sıra sende.”
Gün batarken Manny’nin yüzünde kocaman bir gülümseme vardı:
“Aaa, demek böyle oluyormuş!”
Söz kulaktan kulağa yayıldı.
Gece hastanede çalışan bekâr bir anne, kızı Lily’yi Kathy’ye bıraktı.
Çekingen bir genç olan Jake, ilk başta “Not almak için” yaklaştı ama kalıp şiiri keşfetti.
Zamanla Kathy’nin verandası, uyumsuz sandalyelerin, buruşmuş ders kitaplarının, kahkahaların ve paylaşımın neşeli bir yamalı bohçasına dönüştü.
Emekli mühendisler cebir öğretmeye başladı, eski bir kütüphaneci yüksek sesle hikâye okudu, hatta Manny’nin babası bile iş görüşmeleri için Excel öğrenmeye geri döndü.
Sonra bir gün, bir mektup geldi:
“İHTAR! Yetkisiz eğitim faaliyeti.”
Belediye meclisi “Güvenlik riski”nden söz ediyordu.
Kendi oğlu bile bırakması için yalvardı:
“Ceza yersin anne, lütfen!”
Ama ertesi sabah, otuzdan fazla çocuk ve veli çimlerin üstünde toplandı, ellerinde pankartlarla:
“Büyümek için ona ihtiyacımız var!”
“İyilikte, ne kötülük var?”
Yerel bir muhabir, Jake’in yazdığı bir şiiri okuduğu anı kayda aldı:
“Onun verandası bizim kalemiz. Kara tahtası kalkanımız.”
Belediye geri adım attı.
Yani… Kısmen.
“Eski gençlik merkezini kullanabilirsiniz. Ama bütçe yok. Kendiniz tadilat yapacaksınız.”
Herkes kolları sıvadı.
Gönüllüler harabe binayı baştan yarattı.
Gençler kitap resimleriyle duvarları boyadı, marangozlar atık tahtalarla sıralar yaptı, bir büyükanne yumuşacık minderler ördü.
Bu mekâna şu ismi verdiler:
“Açık Kapı Merkezi.”
Öğretmenler malzeme bağışladı.
Veliler atıştırmalıklar getirebilmek için vardiyalarını değiştirdi.
Geçen hafta, Lily ulusal bir kompozisyon yarışmasını kazandı.
Yazısının konusu şuydu:
“Dünyamın kapılarını açan kadın.”
Bugün hâlâ, Kathy bazen verandasına oturur, elinde bir fincan çayla.
Kara tahtada şu yazar:
“Bilgi bir tohumdur. Onu her yere ek.”