Gece yarısı tuvalete kalkan bir adam lavaboya giderken evin içinde birini görmüş ve bu kişiye yumruk atmış.

Meğerse gördüğü aynadaki yansımasıymış.

Yumruğu aynaya gelince kesilen eli kanamaya başlamış.

Gürültüye eşi uyanmış ve eşinin elini görünce koşmuş alkollü pamuk yapıp eşinin yarasına basmış.

Adamın açık, kanayan yarası alkolle daha da acımış ve adam sinirlenerek tuvalete atmış pamuğu.

Sonra sıkıştığı için tuvalete oturmuş, bu arada da bir sigara yakmış.

Kibritini de tuvalete atınca poposu alkollü pamuktan tutuşmuş.

Can havliyle fırlayınca kafasını banyodaki dolaba çarpmış kafası da kanamaya başlamış.

Adamı yüzükoyun yatıran eşi 112 sağlık servisini aramış.

Gelen 112 ekibi karşılarında eli kesik, poposu yanık, kafası kanayan bir adamı görünce şaşkın bir şekilde adamı apartman dairesinden indirirken merdivenlerde olayın oluşunu sormuşlar.

Olayları anlatan hastayı dinleyince gülme krizine girip sedyeyi ve adamı düşürmüşler.

Yeni bir 112 getirmişler ki böylece adamı hastaneye götürmüşler.

Adamı ziyaret eden yakınlarına eşi hastanede "Sakın nasıl olduğunu sormayın" diye sıkı sıkı tembih ediyormuş...

FARKLI YAKLAŞIMLAR

FARKLI SONUÇLAR

Dr. Ruskin, Amerikan Tıp Birliği dergisinde yayınlanan aşağıdaki yazısında, “Gülünç bir yanlış anlamanın kişide nasıl tümüyle farklı bir yaklaşım duygusu oluşturabileceğini” anlatmaktadır.

Paul Ruskin, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken onlara şu olayı okudu:

Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor.

Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor.

Zaman, yer ya da kişi kavramı yok.

Yalnız nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğin de tepki veriyor.

Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba harcıyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor.

Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor.

Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor.

Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde.

Yürümüyor.

Uykusu sürekli düzensiz.

Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor.

Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir neden yokken sinirleniyor.

Bir gelip onu yatıştırana dek de feryat Figan bağırıyor.

Bu olayı okuduktan sonra, Ruskin öğrencilerine böyle birinin bakımına üstlenmek isteyip istemediklerini sordu.

Öğrenciler bunu yapamayacaklarının söylediler.

Ruskin, “Kendisinin bunun büyük bir zevkle yaptığını ve onlarında yapması gerektiğini” söyleyince öğrenciler şaşırdılar.

Daha sonra Ruskin hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başladı.

Fotoğraftaki, hasta değil doktorun altı aylık kızıydı.

BAKIŞ AÇISI

Amerika’da bir adam lotodan bir milyon dolar kazanıyor.

Arabasına giderken bir kadın önüne atlıyor ve: “Kızının çok ağır, ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve beş yüz bin dolar bulamazsa yarın kızının öleceğini” söylüyor.

Adam hiç düşünmeden parasının beş yüz bin dolarını veriyor.

Ertesi gün bu olaya şahit olan biri, adama “O parayı verdiği bayanın bir dolandırıcı olduğunu ve onu kandırdığını” söylüyor.

(Adam gerçekten de kandırılmış)

Bu konuşmanın sonunda adam sadece gülüyor.

Bu duruma adam oldukça şaşırıyor.

-“Nasıl olur, kadın seni kandırdı, hiç mi üzülmedin?”

Barmenin aldığı cevap ilginçtir:

-“Benim sevincim yarın ölecek bir kızın olmaması!”

PASİF ŞAH

Satranç oyununda Şah koruma altındadır.

O sanki bir köşede korkudan sinmiş bir şekilde olanlara bakan, titrek adımlarla birer birer ilerleyen, arada sırada ''Haydi ne zaman ROK yapacaksanız yapın'' diye inleyen bir insan görünüşü verir.

Halbuki vezir, satranç tahtasını oradan oraya dolaşarak, atlayarak, zıplayarak, rakibi yıpratarak, son derece de etkin bir şekilde hareket etmektedir.

Bu taşın bizdeki adı vezir (bakan gibi bir şey) olduğu için bu hareketlilik normal görülebilir ama Batı ülkelerinin bu taşa kraliçe anlamında ''QUEEN'' adını verdiklerini düşünürseniz ortaya tuhaf bir durum çıkar.

Hele satrancın tarihinin 7. Yüzyıl’dan öncesine gittiği göz önüne alınırsa, o zamanlar daima ordularının başında savaşa giden krallara, şahlara satrançta niçin böyle pasif bir rol verilmiştir, anlaşılmaz...

Satrancın ilk olarak 6. yüzyıl içinde Hindular tarafından oynanmaya başlanıldığı, daha doğrusu Hinduların ''CHATURUNGA'' (şaturanga) isimli oyunundan geliştiği ileri sürülüyor. ''CHATURUNGA'' sözcüğü Sanskritçe'de ''DÖRT KOL'', ''DÖRT KOLLU ORDU'' veya ''DÖRT SİLAH'' anlamına gelmektedir.

O zamanki Hint ordusu dört bölümden oluşuyordu.

Filler, savaş arabaları, süvariler ve piyade.

Bugün bu dört kola, Fil, Kale, At ve Piyon diyoruz.

Avrupa savaşlarında fil kullanılmadığı için bu taşa ''PİSKOPOS'' (bishop) adı verilmiştir.

Bizdeki ''AT'' Arapça'da süvari, Avrupa'da ise ''ŞÖVALYE'' olarak adlandırılmıştır. Yani medeniyetler satranç terimlerinde kendilerine göre bazı değişiklikler yapmışlardır.

Şaturanga, Hindistan'dan önce İran'a geçti ve geçerken ismi ''ŞATRANG'' oldu. Arap orduları onu 1000 yıl kadar önce, fethettikleri İspanya üzerinden Avrupa'ya getirdiler. Araplar oyuna ''ŞATRANJ'' veya ''AL-ŞAH-MAT'' (şah ölü) ismini verdiler. Ancak şah oyunda hiçbir zaman ölmez, diğer taşlar gibi oyun tahtasının dışına çıkartılamaz. Vatanı olan karelerde kımıldayamaz hale gelince esir düşer.

Satranç ismi Türkçe'ye Arapça'dan girmiştir.

İlk oynanış şeklinde bugünkü hareket kabiliyetindeki bir vezir veya kraliçe yoktu. Gerçi Şah’ın yanında Araplar tarafından akıllı adam diye isimlendirilen bir taş vardı ama hareket imkanı çok kısıtlıydı. Sadece bir kere o da çapraz olmak koşuluyla ilerleyebiliyordu.

Asırdan asıra, ülkeden ülkeye satranç oyunu gittikçe gelişti ve bazı değişikliklere uğradı. Avrupa'ya ulaştığında vezir'in ismi ''KRALİÇE'' oldu ama hareket imkânı hala kısıtlıydı.

Bununla belki o yıllarda Avrupa'da yaşayan güçlü kraliçelerin, krallarının daima yanında olup onları kollamaları şeklinde sosyal bir bağlantı kurulabilirdi.

Bu şekli ile satranç oyunu çok yavaş oynanabildiğinden oyunu süratlendirmek için kraliçe (vezir) ve filin güçleri, yani hareket imkanları arttırıldı, etkinlik sahaları genişletildi. Bir başka kural değişikliği ile satranç tahtasının karşı kenarına varabilen bir piyonun kraliçe (vezir) olabilmesi imkânı tanındı.

Bu, çok çağdaş ve demokratik bir değişimdi. Taşların en güçsüzü ve alçak gönüllüsü ''PİYADE'', işlerinde sebat eder ve başarı ile ilerlerse en güçlü taş olabiliyor, hatta karşı tarafın şahını mat ederek en son sözü söyleyebiliyordu.

Avrupa'da gün geçtikçe gelişen demokrasi, yıkılan krallıklar satranca da yansıyordu...

Şah artık örneği çok az kalmış, güçsüz monarşik hükümdarlar gibi köşesinden pek çıkamıyordu.

Gerçeği oyunda iken, ikinci bir kraliçenin ortaya çıkması ise başlangıçta oyuncuların kafasını karıştırdı ama hangi şah bir yerine iki kraliçesinin olmasını istemez ki...

DİLENCİLİĞİN ÜÇ KURALI

Bağdat'ta Abbas Oş adında meşhur bir dilenci varmış.

Sefilin biri bu dilencinin şöhretinden istifade etmek için onu kollamaya başlamış.

Derken bir Ramazan günü hamama girdiğini gördüğü Abbas'ın peşinden dalmış içeri ve kurna başında yanına geçip şöyle demiş:

-“Efendi! Ben dilenciliğe başlamaya karar verdim. Bu asil sanatın püf noktalarını benden esirgemeyin lüften! Şu mübarek geceler hürmetine bana bunları öğretin!”

Abbas, adamın sözlerinden mest olmuş ve anlatmaya başlamış:

-“Peki, öğreteyim. Dilenciliğin 3 temel kuralı vardır. İyi dinle kulağına küpe yap. Bir, her nerede olursa olsun istemelisin. İki, kimden olursa olsun istemelisin. Üç, her ne olursa olsun istemelisin.”

Yeni yetme dilenci oracıkta Abbas'ın elini öperek demiş ki:

-“Ustam! Ben fakirim. Allah rızası için bir şey!”

Abbas şaşırmış.

-“Yahu burası hamam! Burada dilencilik olur mu?”

-“Ama siz ‘nerede olursa olsun isteyin’ dediniz.”

- “yi de ben de senin gibi fakirim.”

-“Ama siz kimden olursa olsun iste demediniz mi?”

-“Hayda! Hamamda ben sana ne vereyim? Elbisem dışarıda. Tasım, tarağım ve usturamdan başka bi şeyim yok.”

Yeni yetme dilenci

-"Siz her ne olursa olsun iste dememiş miydiniz?" demiş ve tası tarağı toplayıp gitmiş.

Dilencilerin piri Abbas da arkasından bakakalmış

BUGÜN MÜ KÜÇÜK KUŞ?

Mori Schwartz, hayat dolu bir üniversite profesörü…

1994'te vücudunda bir gariplik hissetmiş. 60'lık vücudu artık dans derslerini kaldıramayacak kadar bitkinleşmiş.

Doktora gittiğinde yakında öleceği haberini almış: Hastalık Mori’yi tekerlekli sandalyeye bağlamış.

Dersleri bırakmış, evdeki bakıcının kollarında bebekliğe yeniden dönmüş.

Kucaklanıp kaldırılır, başkası tarafından yıkanır, poposu pudralanır olmuş.

Düşünmüş o zaman:

“Kendimi bırakıp yok olmayı mı bekleyeyim, yoksa kalan zamanımı en iyi şekilde değerlendireyim mi?”

Sonunda ölümünden utanmamaya ve yaşamla ölüm arasındaki son köprünün bütün ayrıntılarını anlatmaya karar vermiş.

Hayattaki son dersi, “kendi ölümü” olacakmış.

Önce sevdiklerini toplayıp, onlara bir “canlı cenaze töreni” düzenlemiş.

Bizim ancak ölenlerin ardından yaptığımız sevgi konuşmalarını hayattayken dinleme ve gönlünce cevap verme şansını yaratmış.

ABC televizyonunun ünlü haber sunucusu Ted Koppel’ın programına konuk olunca üne kavuşmuş. Dünyanın dört bir yanından mektup yazan, röportaja gelen insanlar ona “son yolculuk”u sormaya başlamışlar.

Mori’nin bu sorulara verdiği yanıtlar Türkçede de yayımlandı.

(Mitch Albom, “Öğretmenim Mori’yle Salı Buluşmaları”

Boyner Y. 1997) Birbirinden ilginç o yanıtlardan benim akılda kalan ders şu oldu:

“Herkes öleceğini bilir, ama kimse buna inanmak istemez. Oysa öleceğimize inansak, bazı şeyleri farklı yapardık.

İnsan ölmeyi öğrenince yaşamayı da öğrenmiş oluyor.”

Her sabah omuzundaki küçük kuşa sor:

“O gün, bugün mü? Hazır mıyım? Olmak istediğim insan mıyım? Kariyer, iyi maaş, araba ve ev taksitleri… Hayattan istediğim şey bu mu?”

“Şuraya uzanmış yavaş yavaş ölürken rahatlıkla söyleyebilirim ki, istediğin kadar güce ya da paraya sahip ol, yaşamı satın alamazsın.”

Mori diyor ki: “Son bir 24 saatin olsa ne yapmak isterdin?”

Cevabı şu: “Sabah kalkar, jimnastiğimi yapar, ardından çörek ve çayla kahvaltı eder, yüzmeye giderdim. Sonra arkadaşlarımı evde güzel bir öğle yemeğine davet eder, onlara ne kadar değer verdiğimi anlatırdım. Ardından ağaçlıklı bir bahçede yürüyüp renkleri, kuşları seyreder, doğayı içime çekerdim. Akşam sevdiklerimle bir restorana gidip yemek yer ve en güzel kızlarla tükeninceye dek dans ederdim. Ardından eve gelir mükemmel bir uyku çekerdim.”

Sizin bunları yapacak vaktiniz var.

Bütün yapmanız gereken arada bir omuzunuza bir bakış atıp sormak:

“Bugün mü küçük kuş, bugün mü?”

KUŞLAR VE ADA

Tanınmış gezgin Thomas Cook, bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu’nun ıssız bir yerinde, çığlıklar atan milyonlarca kuşun havada daireler çizerek uçtuğunu gördü.

Kulakları sağır edecek denli yüksek sesle çığlıklar atan kuşların kimileri yoruldukça, kendilerini okyanusun dev dalgaları arasına atıyorlardı.

Onlar bu son hareketleriyle yaşamlarına son veriyorlar, kendilerini okyanusun dalgalarına bırakırken, çaresizlikten ölüme teslim oluyorlardı.

Bu olaya yalnızca Thomas Cook değil, o bölgede ki balıkçılarda yıllardır tanık olmuşlardı.

Kuş bilimcileri ise, yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfediyorlar, fakat onların, birbirleri peşisıra kendilerini ölümün kucağına atmalarının nedenini bir türlü çözemiyorlardı.

Gerçek, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında anlaşıldı.

Bu trajik olayın yaşandığı yerde bir zamanlar bir ada vardı.

Göçmen kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu ada, bir deprem sonunda, okyanusa gömülmüştü.

İnsanların, yok olduğunun bile ayırdına varamadıkları ada, göç yollarının ortasında kuşlar için vazgeçilmez “dinlenme” durağıydı.

Kuşlar binlerce yıllık kalıtımsal alışkanlıklarıyla adanın yerini bilmekteydiler ve yıpratıcı, uzun yolculuklarının ortasında, biraz dinlenebilmek ve toparlanabilmek için, yine binlerce yıllık kalıtımsal güdüleriyle, okyanusun ortasındaki adaya geliyorlardı ama…

Olması gereken yerde adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına bırakmak zorunda kalıyorlardı.

Söz kendini toparlamaktan açılmışken soralım. Sizin hiç “kendinizi toparlayacağınız” bir adanız oldumu? Yaşamın uzun “göç yolları”nda acaba, sizin de bir yudum taze soluk alabileceğiniz, yolunuzun kalan bölümüne dinç olarak devam etmenizi sağlayabileceğiniz bir adaya sahip olabildiniz mi?

Bir gün yerinde bulamadığınızda ise, ona ille de ulaşmak ve sığınmak için başınız dönercesine, dengeniz bozulurcasına çırpınıp kanat çırptığınız bir ada yaratabildiniz mi yaşamınızda kendinize?

Her şeyi sınırsızca paylaşabildiğiniz bir dost, yola birlikte çıkacak denli güven duyduğunuz bir arkadaş, size her zaman huzur verecek bir eş, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiğiniz bir amaç edinebildiniz mi?

Şöyle daha bir iyi bakın çevrenize…

Size gelen, size sığınan…

Sizin gittiğiniz, sizin sığındığınız…

Sizin bulduğunuz dostlarınızı bir düşünüverin.

Sonra da bir gerçeği görüverin gözlerinizle:

Sizin durup, soluklandığınız ve kendinizi toparlayabildiğiniz kaç adanız var çevrenizde ve…

Durup, sığınmak ve kendilerini toparlayabilmek gereksinimi duyan kaç dostunuz için siz bir adasınız?