Gündemi takip ederken benim görmediğim, kaçırdığım bir dolu olay oluyor elbet.
Bu sebeple yorumcuları, haberleri sıkı sıkı takibe alıyorum.
Kendi düşüncelerimi onlarınki ile karşılaştırıyorum. Daha geniş çapta düşünmeye çalışıyorum. Ufkumu genişletiyorum.
İşte o yorumculardan biri de Levent Gültekin. Belki içinizde de takip edeniniz vardır.
Şöyle başlıyor sözüne:
“Kendini yenmek en soylu zaferdir çünkü dış düşmanı yenen güçlüdür ama içindekini yenen yenilmezdir…”
Aristoteles
Konu şuydu:
“Dem Parti partinin MHP ziyareti çerçevesinde en çok tartışılan konu MHP lideri ve diğer çalışma arkadaşlarının odanın kapısında (el pençe durur şekilde) saygılı bir şekilde durarak DEM Parti heyetini beklemesi.”
Bu durum “Ülkücüler ve Milliyetçiler arasında” bayağı bir tartışma konusu oldu.
Gültekin diyor ki:
“Tablo açısından insanlarda büyük bir şaşkınlık oldu. Bu gayet anlaşılır bir şaşkınlıktı. Çünkü 40 yıllık söylenmiş sözler, hafızalardan silinmeyen o en ağır hakaretler, “Vatandaşlıktan atılsın’ cümleleri, maaşları kesilsin. vergi ödeme yapılmasın, meclisten atılsın, hepsi hapse atılsın” çerçevesinde oluşturulan o düşmanlık duygusu, bir anda gerekçesi açıklanmadan böyle bir şeye dönüşünce; insanlar haklı olarak bir tartışma yaşıyor, yapıyorlar.”
“… AK Parti ile Dem Parti arasındaki görüşme ziyaretinde bu sefer de AK Partililer Dem Parti'yi uzun süre kapıda beklediler…”
“… görünen o ki siyasetin yeni yükselen yıldızı Dem Parti. Cumhur İttifakı'nın el üstünde tuttuğu bir partner, bir yeni ittifak ortağı gibi davranıyorlar…”
Devlet Bahçeli yeni bir “Milli
Kimlikten” bahsediyor.
Gültekin anlatıyor:
“… ne anlıyorum şöyle anlatayım. Türkiye kurulmadan yani Osmanlı ile beraber Türk'ün dünyada bir tanımı vardı. Türk denildiğinde, ‘Müslüman’ akla gelirdi. Dünyanın batının herhangi bir yerinde bir başörtülü bir çarşaflı bir sakallı bir insan görüldüğünde, doğal olarak ‘Bu
Türk’ derdi. Mesela Arnavutlara ‘Türk’ denirdi.”
“… geçmişte Müslüman kimliğiyle irtibatlı bir Türk tanımı vardı. Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber Atatürk'ün ortaya koyduğu yeni bir tanım oldu. Atatürk dedi ki Cumhuriyetle beraber (aslında Atatürk dedi ki derken Cumhuriyetin temel felsefesi bağlamında söylüyorum) ‘Öyle sadece Müslüman olmaz bu ülkede, gayrimüslimler de var. Farklı dinlerden insanlar da var. Biz bu Türklüğün tanımını değiştiriyoruz, ne koyuyoruz? ‘Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür…’ Bence bu olağanüstü bir tanımdı.”
Gültekin devam ediyor anlatımına:
“… bir ülkedeki bütün kimliklerin üzerinde bir şapka, hem bir tek bir millet yaratma o milleti bir ırka dayandırmama o milleti bir inanca bir mezhebe dayandırmama.
Neye dayandırıyor?
Sadece tek bir bağı var; O, bu ülkenin vatandaşı olmak…”
“… bu ülkenin vatandaşı olmak ne demek?
Bu ülkenin kültürüyle yoğrulmuş olmak…”
“Cumhuriyet felsefesi; ‘Burada büyüdün damak tadın burada şekillendi, bütün kültürün, müzik zevkin, aklına gelecek bir insanda oluşabilecek her türlü kültürel birikimin burada şekillendi.
Onlara Türk diyoruz’ dedi.”
“… Fakat bu Türkiye'de bu hiçbir zaman uygulanmadı. Özellikle milliyetçilerin eliyle bu bağlam değiştirildi dediler ki ‘Hayır Türkiye Cumhuriyeti'nde vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür, evet doğru olabilir ama Türklük bir ırktır, orta Asya'dan gelmiş bir ırkın adıdır. Bizim Orta Asya'da Türkmenler, Azerbaycan’da Irak'ta Suriye'de işte dünyanın çeşitli yerlerinde ırktaşlarımız vardır. Türklük bir ırkın adıdır.”
“… bunun sonunda büyük bir ayrışma oldu.”
“… doğal olarak diğer milletler diğer farklı kökenden olanlar, kendilerini ayrıştırma durumunda veyahut dışlanmış hissetme durumunda kaldılar. O dışlanmışlık terörü beraberinde getirdi…”
“Devlet Bey de o yaklaşımın en önemli temsilcilerinden biriydi. Devlet Bey aslında Türk kimliğini, Türkiye'nin üzerindeki Türk şapkasını paramparça edenlerden biriydi…”
“… MHP o şapkayı darmadağın etti ve şimdi dağıttığı şapkanın adını koymak istiyor. ‘Terörsüz Türkiye’ dediğimiz yeni verilen rol itibariyle diyorlar ki: ‘Şapka yırttık… Bizim 40 yıllık politikamızla Atatürk'ün yüklediği bir anlam vardı Türklüğe. Onu paramparça ettik, artık yeni durumun da bir adını koymamız lazım o da nedir? Yeni bir milli kimlik…”
“… eskiden dikkat edin Devlet Bey ‘Kürt Kökenliler’ derdi. Artık “Kürtler” diyor.”
“… bu ülkenin evladı olmak, ırklardan bağımsız bir şeydir Türklük’. Bir addır bu, adın altında kimlikler olabilir. Kürtler olabilir, Araplar olabilir, Çerkezler olabilir…”
“… Mesela bir insanın annesi diyelim, Türk (sizin tabirlerinizde). Babası Kürt. Sonra o annesi Türk, babası Kürk olan bir çocuk gidiyor bir Arap ile evleniyor. Onun çocuğuna biz ne diyeceğiz?”
“… ‘Halkların kardeşliği’ gibi bir saçma sapan dil var. Burada halklar yok, burada tek halk var. 86 milyon bu ülkenin evladı. Onun tanımını şapka olarak Cumhuriyet felsefesi koymuştu…”
“… o günden bugüne bütün uygulayıcılar o şapkayı darmadağın ettiler. Bugün önümüze bir ırk olarak çıkardılar, şimdi o 50 yıllık 70 yıllık yanlış politikasının ceremesi bir duvar gibi Türkiye’nin önünde duruyor. ‘Bunu nasıl kaldırabiliriz’ çalışmasını yapıyorlar…”
Daha çok uzun olan bu yorum paketi, devam ediyor.
Ama konuyu dağıtmadan bir yorum da ben yapmak istiyorum.
Tüm bunlar bir anayasa girişimi.
Belli.
Ancak bu iktidarın ve ortaklarının kendi başlarına bir Anayasa dayatmasının, karşı çıktıkları vesayet Anayasası ile bir farkı olmayacak gibi.
Toplumun büyük bir kesimi bunu kabullenmeyecek.
Tıpkı 1982 Anayasası gibi.
Peki “Barış” sloganı ile yola çıkanlar bunu nasıl karşılayacaklar.
Sadece Milletvekili transferi ile bu işin çözüleceğini sanmıyorlardır umarım.
Gelelim DEM Parti’ye.
Bu barış sürecince PKK sözcüsü gibi davranıyor.
Ama ortam yumuşadığından kimse de ses çıkarmıyor.
Eyvallah.
Ama DEM’in yayımladığı şu bildiriyi okuyunca “Barış”ın sadece bir kelimede kalacağı muhakkak.
Buyurun okuyun ve siz karar verin.
Özellikle son maddeye:
İşte haber şöyle verilmiş:
“7 maddelik bildiri
DEM Parti, 25-26 Mayıs tarihlerinde düzenlediği Demokratik Yerel Yönetimler Ara Dönem Toplantısı’na ilişkin bir bildirge yayımladı.
Talepler şöyle sıralandı:
1- Tüm kayyumlar geri çekilsin.
Seçilmişler görevlerine iade edilsin.
2- Belediyeler Kanunu’nun ilgili maddelerinde düzenleme yapılsın, kayyum atamaları son bulsun.
3- Eş başkanlık tanımı, Belediyeler Kanunu’nda da yer alsın.
4- Merkezi idarenin, yerel yönetimler üzerindeki idari ve mali vesayeti bitsin.
5- Temsili demokrasiyi aşarak halkın doğrudan karar süreçlerine dâhil olduğu; mahalle meclisleri, kent konseyleri, köy komünleri yasal olarak güvence altına alınsın.
6- Bu kurumların yetkisini kısıtlayan yasa maddelerinin gözden geçirilsin.
7- Türkiye’nin, özerlik şartına koyduğu çekinceler kaldırılsın.
Anayasayı değiştirmek için DEM Parti’nin oyuna ihtiyaç duyan iktidar, koltuğu da kaybetmemek adına böyle bir taviz verir mi?
Bunu özellikle MHP Lideri Devlet Bahçeli’ye sormak lazım.
KURAN OKUMA
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’a soruyorlar:
“Hocam, Kur’an’ı güzel okuma yarışması yapıyorlar ve kazanana da ödül veriyorlar Siz ne düşünüyorsunuz?”
Kendisi şu şekilde cevaplıyor.
Bu konuda Kur’an-ı Kerim bu anlamda güzel okunsun diye indirilmiş bir kitap değildir.
Güzel okuma yarışması dedikleri musikili bir şekilde okuyorlar, yani tecvitle bir takım makamlarla okuyorlar.
Okuyan da bir şey anlamıyor dinleyen de bir şey anlamıyor.
Bu Muhammed Aleyhisselam'dan 3 veya 4 asır sonra ortaya çıkarılmış bir uygulamadır.
Kur'an'ı Allah-u Teâla Arap diliyle indirmiştir.
Araplar için, Arap olmayanlar da kendi dilleriyle okurlarsa okumuş olurlar.
Onu da Allah-u Teâla İbrahim 4. ayetinde öyle bildiriyor.
Kendi dilimizi okumadan okumuş olmayız.
Peki kendi dilimizi okurken mesela şöyle diyelim; Hac suresinin 36. ayeti ‘Sizin içinde bedence gelişimini tamamlamış olanların’ (Türkçe makamla okur)
Böyle bir şey okusam?
Bak gülmeye başladınız.
Bu ne ya böyle bir şey okunur mu?
Kur’an’ı musiki aleti haline getirmişlerdir ki kimse bir şey anlamasın.
Araplar da anlamasın.
Peki siz hangi kitabı musikili okuyorsunuz?
Kur’an okuma yarışması değil, Kur'an'ı anlama yarışması düzenlesinler.
Okuma yarışmasını bıraksınlar. Ya bu ne böyle yani?”
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır kimdir?
Ortak hedefini, “Din ve bilim dengesini kurarak yeni bir çağ, denge çağını başlatmak”,
Ortak görevini ise, “Allah’ın indirdiği kitapları, Allah'ın yarattığı kitapla, yani varlıklar âleminde geçerli kanunlarla birlikte okumak” diye belirlemiş kişidir.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, Türk ilahiyatçısı, akademisyen, yazar ve dinî alanda önemli bir isim olarak bilinir.
1956 yılında Konya'da doğmuş olan Bayındır, özellikle İslam hukuku, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi alanlarda önemli çalışmalara imza atmış.
Aynı zamanda çeşitli dini konularda toplumun bilinçlenmesine katkı sağlayan konferanslar ve seminerler vermektedir.
Bayındır, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, aynı üniversitede akademik çalışmalarına devam etmiş ve çeşitli ilahiyat bölümlerinde dersler vermiş. Çalışmalarında genellikle İslam hukukunun güncel meselelerine dair yenilikçi yaklaşımlar geliştirmiş.
Ayrıca, halk arasında yaygın olan dini inanışların ve uygulamaların doğru anlaşılmasına yönelik açıklamalarda bulunmuş, özellikle Sünni İslam anlayışı çerçevesinde önemli görüşler ortaya koymuş.
Prof. Dr. Bayındır, aynı zamanda çeşitli eserlerin yazarıdır ve bu eserlerde İslam'ın temel öğretilerini çağdaş bir bakış açısıyla ele almış.
Ayrıca, sosyal medya üzerinden de dini meseleler hakkında bilgi paylaşarak geniş kitlelere ulaşmış.
Bayındır, İslam’ın evrensel mesajlarını ve dini değerleri, çağdaş dünyanın ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlamaya çalışmış bir ilahiyatçı...
Bu alandaki en önemli çalışmalarından biri, özellikle modern dünyada dinin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiği konusunda yaptığı derinlemesine araştırmalardır.
Bu sebeple, Türkiye’deki İslami düşünce dünyasında önemli bir figür olarak kabul ediliyor.
Bayındır sosyal medyada yaptığı bir sunumda;
İslam'a dair doğru bilinen yanlışlar, dini metinlerin tahrif edilmesi gibi konuları ele alıyor.
Yahudilerin Tevrat'ı nasıl tahrif ettiğine dair örnekler veriyor.
“Münafıklar, inançlarını gizleyerek müminlerle birlikte olduklarını iddia ederler. Ancak Allah, onların gizlediklerini ve açıkça söylediklerini bilir, bu durum onları tehlikeye sokar” diyor.
“Doğru din, insanın doğal yapısına uygun olmalıdır.
Mekke'ye giren Muhammed Aleyhisselam, savaş hukuku gereği kimsenin malına dokunmamıştır.
Antlaşma yapanlara verilen süre içinde onlara zarar verilmemesi gerektiğini” vurgulamıştır.
“Dinde baskı ve zorlamanın yeri yoktur.
Allah, dinin doğal yapısının özgürlük ve hür irade üzerine kurulu olduğunu” belirtmektedir.
“Kur'an-ı Kerim, kadınlara boşanma hakkı tanırken mevcut aile hukukunun uygulanışında ciddi sorunlar bulunmaktadır.
Bu durum, kadınların haklarının ihlaline ve aile içindeki mutluluğun azalmasına yol açmaktadır.”
“Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'in geldiği ve diğer peygamberlere verilen kitapların öneminin vurgulandığı bir tartışma yapılıyor.
Bu bağlamda, İslam'ın öğretilerinin diğer dinlerle karşılaştırması yapılıyor.
İnsanlara doğru dini bilgiyi anlatmak zorundayız. Doğru bilgiyi vermek, inançları sorgulamak yerine, bireylerin kendisine bırakılmalıdır.”
“Silikon Vadisi ve Stockholm Üniversitesi arasındaki tartışmalar, günümüzün gerçekleriyle yüzleşme konusunu gündeme getiriyor.
Bu durum, bilimsel çalışmaların önemini vurguluyor.
İnsanların menfaatlerini ön planda tutması, gerçekleri kabul etmemelerine neden oluyor.
Bu, bireylerin toplumda dışlanma korkusuyla hareket etmesine yol açıyor.
Kur'an'ın anlaşılmasında, geleneksel yorumlarla modern sorunlar arasında bir uyum sağlamak gerektiği vurgulanıyor.
Bu, toplumun ihtiyaçlarına yönelik çözümler geliştirmeyi gerektiriyor” şeklinde açıklamaları var.
Çok daha geniş bilgi istiyorsanız sosyal medyadan kendisini takip edebilirsiniz.
PAPAZ PİLAV YER Mİ?
Bu deyimin hikâyesi şöyleymiş.
Hristiyanlar perhiz günlerinde hayvani gıdalar yemeyerek sadece sebze, meyve, nohut, bulgur ve pirinç gibi baklagillerle beslenirlermiş.
Yine bu perhiz günlerinin olduğu bir zamanda Papaz Simon Efendi'nin eşi yatalak olduğu için, ona zengin bir Hristiyan kişi destek oluyormuş.
Bu zengin Hristiyan kişi hizmetçisi ile her gün papaza, pirinç lapası, nohutlu pilav, bulgurlu pilav, mercimek, meyve gibi yiyecekler gönderiyormuş.
Gel zaman git zaman perhiz günleri sona ermiş ve bu zengin Hristiyan, Papaz'ı evine yemeğe çağırmış.
Donatılmış sofraya oturan Simon Efendi ilk olarak etleri yemeye başlamış.
Bunun üzerine saf hizmetçi şaşırarak, “Muhterem Peder dinimizin yasak ettiği yemeklerden de yiyor” deyivermiş.
Bu ikaza sinirlenen ev sahibi ise hizmetçisini azarlamış ve papazın neden et yememesi gerektiğini sormuş.
Hizmetçi de “Perhiz günlerinde Hristiyanlara, din adamlarına ise her gün et yemenin yasak olduğunu” söylemiş.
Bu cevap karşısında iyice sinirlenen zengin ev Sahibi:
“Ne münasebet kızım! Papaz her gün pilav yiyecek değil ya! Perhizden çıktıkartık, Papaz da bizimle birlikte her şeyden yiyecek” demiş.
Ve böylece gündelik hayatımızda sürekli kullandığımız “Papaz her gün pilav yemez” deyimi de ortaya çıkmış.