İLİM VE FEN

“Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alâkasız yaşayamayız.

Aksine yükselmiş, ilerlemiş, medenî bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız.

Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur.

İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız.

İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.”

AKIL VE GERÇEK

“Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi güç olur; belki de hiç olmaz.

İlerlemede geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı, akla ve gerçeklere uygun olarak göremez.

Hayat felsefesini geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur.”

DEĞİŞİM

“Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum.

Benim manevî mirasım ilim ve akıldır.

Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz (ödün) vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir.

Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor.

Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”

MİRAS

“Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır.

Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilim rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”

ATATÜRK

Mithat Cemal Kuntay aktarımı

O günlerde, soyadı kanunu çıkacaktı. Bir akşam yemeğinde Gazi; “Atatürk adını alacağım” dedi.

İtiraz ettiler:

-“Memleket, dünya, tarih ‘Gazi Mustafa Kemal’i tanıyor. Ona nasıl dokunulur?”

Atatürk şöyle yanıtladı:

-“En tanınmış Türkler, yabancı isimler taşıyorlar. İbni Sina gibi, Elbiruni

gibi... Bu yabancı isimlerin karşısında, bunların Türk olduklarını kanıtlamamız gerekiyor ve kanıtlamak için de uğraşıp duruyoruz. Buna son vereceğim ve bu işe kendi adımla başlıyorum!”

Ve Gazi Mustafa Kemal o gece Atatürk’tü. Ertesi gün kanun bu değişikliği onayladı. Onun kanuna bu kadar nazı geçerdi.

GENÇLER

1937 yılında bir Eylül akşamı, on arkadaş iki sandala binerek Florya’da geziyorlardı. Bir aralık deniz köşkünden bir sandalın kendilerine doğru geldiğini fark ettiler. Herkes gürültüyü kesmişti.

Atamızın gür, aynı zamanda müşfik sesi duyuldu:

-“Çocuklar! Eğlentiniz çok hoşuma gitti. Aranızda bulunmayı arzu ettim.”

Gençler bu ani ziyaretten son derece memnun ve heyecanlı, derhâl

Ata’nın bizzat kullandığı sandalı aralarına alırlar.

Üç sandal mehtaba karşı yol alırken Ata:

-“Aferin çocuklar, Türk gençleri hem çalışmasını, hem eğlenmesini bilmelidir. Memleket sizindir. Çalışın ve eğlenin” der.

Gençler hep bir ağızdan bütün millet gibi kendilerinin de minnettar oldukları bu güzel vatanın güzelliklerinden onun sayesinde yararlandıklarını tekrar tekrar söyleyince, Atatürk yine:

-“Çocuklar, ben bu inkılâbı sizin babanızla, dayınızla, ananızla velhasıl bütün vatandaşlarınızla yaptım. Bu sizin hakkınız. Ancak, görüyorum ki, bana karşı güveniniz çok kuvvetli. Size bir soru soracağım: Kabiliyetsiz bir milletin başında bulunsaydım, bu inkılâbı yapabilir miydim?”

İçlerinden Sadi adında biri atılır:

-“Atam, siz kabiliyetsiz bir milletin başına gelemezdiniz. Çünkü, kabiliyetsiz milletten böyle şef çıkmaz!...”

Atatürk heyecanla ayağa kalkarak bu gencin elini sıkar ve:

-“Bunu söylemenizi bekliyordum” der.

Muzaffer Erendil

TEK ADAM

4 Şubat 1919 tarihinde Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat

(Ulunay) Mustafa Kemal Paşa ile Şişli’deki evinde bir görüşme yapar.

Refii Cevat bu görüşmeyi şöyle aktarır:

“Sorularımı bitirip veda etmek üzere ayağa kalktığımda dedi ki:

-“Biraz daha oturunuz lütfen.”

Oturdum.

Şöyle bir konuşma geçti aramızda:

-“Soracağınız sorular bitti mi?”

-“Bitti Paşam.”

-“Bu vatan içine düştüğü bu felâketten nasıl kurtarılır, istiklâline nasıl kavuşturulur? diye bir soru sormanızı beklerdim.”

-“Af buyurunuz Paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtulmasını en uzak ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir soru sormadım.”

-“Siz gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de cevabımı vereyim, fakat şartıyla.”

-“Zatıâlinizi dinliyorum Paşa hazretleri.”

-“Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bu gün herhangi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer de milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir.”

Heyecanlanmıştım.

Birinci Dünya Savaşı süresince gücümüzü öylesine tüketmiştik ki elimizde hiçbir şey kalmamıştı.

Harplerden sağ kalanların ise ayakta duracak hâlleri yoktu.

-“Nasıl olur Paşam?” diye yerimden fırladım.

Paşa sakindi:

-“Aklınızdan geçenleri tahmin ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimizde. Ama düşmanlarımız olan bu büyük devletlerin bir de iç yüzleri var.”

-“Nasıl Paşam?”

-“Anlatayım. Siz sanıyor musunuz ki, savaşı kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün sorunları çözmüşlerdir. Aralarındaki asıl rekabet şimdi başlayacaktır. Asırlarca birbirleriyle boğuşan Fransızlarla İngilizleri ortak düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet bıraktıkları yerden tekrar başlayacaktır. İtalya’nın da başı dertte. Onlar da her an bir iç karışıklık yaşayabilirler. Sonuçta, Anadolu’da başlayacak bir millî direnişle hiçbiri mücadele edecek durumda değildir. Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır.”

-“Paşam, millî direniş... Güzel, ama neyle? Hangi askerle, hangi silâhla, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız.”

-“Öyle görünür Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak lâzımdır. Çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir.

Eksik olan şey teşkilâttır. Bu teşkilât organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur.”

Mustafa Kemal’e veda ettim; matbaaya geldim.

Ne kafam almıştı ne mantığım.

Daha doğrusu anlattıkları bana deli saçması gibi gelmişti.

Matbaada arkadaşlar anlat diyorlardı; neler söyledi?

Anlattım:

“Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, orada teşkilât kurulur, vatan bağımsızlığına kavuşur, millet de özgürlüğüne kavuşurmuş, anladınız mı arkadaşlar?”

Bu deli değil, zırdeliymiş.

O günlerde, o şartlar içinde İstiklâl Mücadelesine atılıp Türkiye’yi kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü.

O günlerde böyle düşünen tek adam oydu; tek adam!”

KURTARABİLİRSİNİZ!

Anadolu’ya geçmek için hazırlıklarını tamamlayan Atatürk, Yıldız

Sarayı’na gitti.

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, onu çok küçük bir odada kabul etti.

Hemen hemen diz dize oturdular.

Padişahın sağında mini bir masa üzerinde güzel ciltlenmiş kalınca bir kitap, bir Osmanlı tarihi vardı.

Pencereden Boğaz, Boğaz’ın mavi sularında birbirine paralel dizilmiş ve toplarını saraya çevirmiş olan düşman savaş gemileri görünüyordu.

Padişah ona dedi ki:

-“Paşa, devletimize çok hizmet ettin; bunların hepsi artık bu kitaba geçmiştir!”

Elini Osmanlı Tarihi’ne koydu, bastı ve ilâve etti:

-“Tarihe geçti!...”

Sonra dedi ki:

-“Bunları unutunuz. Asıl bundan sonra yapacağınız hizmet şimdiye kadar yaptıklarınızdan mühim olacaktır. Paşa, isterseniz devleti kurtarabilirsiniz!”

Atatürk yanıtladı:

-“Bu yolda elimden geleni yapacağıma emin olmanızı rica ederim.”

Vahdettin:

-“Muvaffak olunuz!” diyerek ayağa kalktı.

Ziyaret sona ermişti.

Padişah, ondan düşmanların arzularını yerine getirmesini bekliyordu; elinde hiçbir kuvvet kalmamış olan devletin ancak böyle, düşmanların hoşuna giderek kurtulacağını sanıyordu.

Bilmiyordu ki, kuzuyu yemeğe karar vermiş olan kurt için bahane bulmak gayet kolaydır.

Atatürk de devleti kurtarmak istiyordu; Fakat düşmanlara yaranmakla değil, milletin bitmez tükenmez hürriyet ve istiklâl aşkını, cesaret ve fedakârlık duygularını harekete geçirerek...

İşte Türk milletini anlamamış bir adamla, anlamış adamın arasındaki fark...

CUMHURİYETİ ANLAMAK

Yıl 1936

ATATÜRK, Selânik günlerinde çocukluk arkadaşı olan Nuri Conker ile birlikte bir gün köşkten gizlice bir otomobille ayrılır.

Yolda, otomobilin tentesini de açtılar. Güzel bir eylül sonu akşamı; sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Hava ılıktı, görüntü güzeldi ve her şey düzeninde işliyordu.

Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Ama sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa vuruyordu. Atatürk şoföre: “Dur!” dedi.

İndiler.

Çift süren köylü yoldan uzak değildi köylüye seslendi:

-“Kolay gelsin ağa!...”

Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:

-“Eyvallah, eyvallah...”

-“Ateşin var mı, ateşin?”

-“Tiryakisin bey galiba? Tiryaki, tiryakinin hâlinden anlamalı...”

-“Eh... Kirbiti unutmuşuz da...”

Atatürk:

-“İşler nasıl ağa?” dedi. “Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?”

Köylü isteksiz isteksiz konuştu:

-“Tanrı’nın gücüne gitmesin ama bey, bu yıl yufkaydı mahsül. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarıda! (Parmağıyla gökyüzünü gösteriyordu) Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte...”

-“Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?”

-“Var olmasına var ya, hıdırellezde vergi memurları sattılar...”

-“Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin...”

Köylü güldü:

-“Muhtar başında deel miydi memurun a bey?”

Atatürk dudaklarını kemirerek konuştu:

-“Sen de kaymakama gitseydin!”

Köylü iyice güldü:

-“Sen de benle gönül mü eyleyon beyim, kaymakamın habarı olmadan bizim buralarda kuş bile uçmaz. Geçti o eski devirler. Şimcik Atatürk’ümüz var başımızda!”

Atatürk konuşmayı sürdürdü.

-“E peki İstanbul şuracıkta... Gideydin valiye anlataydın derdini... Onun işi

bu değil mi?”

-“Bırak şu sagari allâsen, biz onun buralardan çok gelip geçtiğini gördük.

Yakasına yapışsak, acep derdimizi duyurabilir miyiz?”

Köylünün konuşması da çok hoşuna gidiyordu, sordu:

-“Adın ne senin ağa?”

-“Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...”

-“Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun... Hadi, kaymakam şöyle, vali böyle diyelim, e peki bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?”

-“Bilmez olunur mu beyim!”

-“Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşkü’ne iniyor. Köşk de şuracıkta... Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Her hâlde çaresini bulurdu.”

-“Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyon galim. Ama bak şinci tutalım gittim vardım; beni o kapıya komazlar ya... Tutalım kodular koskoca İsmet Paşamıza göstertmezler ya! Tut ki gösterdiler, ya ona hâlimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı, hiç işitmez canım!”

-“E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Demin, Atatürk’ümüz var başımızda dedin ya... O da koca yaz şuracıkta oturup duruyor. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın hâlini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!...”

Köylü iyice keyiflenmiş, keh keh gülüyor, karşısındakinin bilmezliğine acımış gibi bakıyordu:

-“Sen ne diyon bey! Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek... Temin dedik ya, tut ki gördük, yiyip içmekten, işinden, gücünden başını kaldırıp bizim öküzümüzün arkasından mı seyirtecek?”

Atatürk köylünün omzuna elini koyarak:

-“Senden hoşlandım Halil Ağa” dedi. “Bir gün köyüne de gelir, bir ayranın içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!”

Dönüp arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurluyordu:

-“Meraklanma beyim, evellallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Devlet borcudur, ödenecek!... Ekime geç davranmışın gök rahmetini esirgemiş, dinler mi devlet baba? Helâl olsun!”

Otomobil hareket etti.

Bir süre gittiler, sonra Atatürk Nuri Conker’e; “Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!” dedi.

Döndüler.

Atatürk susuyor, düşünüyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.

-“Yahu çocuk, şu Halil Ağanın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor; hâlâ da “devlet baba” diyor. Ne mübarek millet bu millet!...”

Atatürk yavere:

-“Şimdi, İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa, bunların hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile Başvekil İsmet Paşayı bul, onlara da haber ver.”

Yaver odadan çıktı.

Atatürk Nuri Conker’e döndü:

-“Beri bak Nuri! Şimdi sen de bizim çıktığımız araba ile çıkıp o Halil

Ağayı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam falan dersin. Seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al gel buraya.”

O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yirmi beş kişi kadardılar.

Atatürk bir ara:

-“Bu akşam soframıza ‘Efendimiz gelecek’ Kendisine nasıl davranacağınızı görmek isterim!...”

Halil Ağa kapıdan görününce. Atatürk ayağa kalktı ve kalkması ile bütün sofra gür diye ayağa kalkıştılar.

Atatürk:

-“Hoş geldin Halil Ağa!” dedi.

Sonra masadakilere dönüp tanıttı.

-“İşte beklediğimiz efendimiz!”

Conker, Halil Ağayı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de ayrılan sandalyeye geçti.

Atatürk sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl çıktığını, Halil Ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisiyle konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra:

-“Efendimizin hâlini gördünüz beyler? Devlet size böyle davransa, ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında ‘Adam olmak’ bize düşüyor.”

Sofrada kesin bir sessizlik vardı.

Gözler Atatürk’e dönmüştü.

-“Halil Ağanın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağanın öküzünü satıyor. İkisi de bence bir... Böyle bir kanun yaptıysak, memleket çıkarlarına aykırıdır, nasıl yaparız? Eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa hükûmet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var, acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler! Biz cumhuriyeti süs olsun diye yapmadık; halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükûmetin müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar Halil Ağanın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek olduğunu elbette bilmeleri gerekli... Bunlar, size hiçbir şey söylemiyor, Halil

Ağanın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar! Ne demektir bu? Biz cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor!”