BİRAZ HİKÂYE

TİLKİ

Isırık kısaydı, ama acısı…

Günlerce dinmedi.

Genç bir tilki, ailesini korumaya çalışırken bir yılan tarafından ısırılmıştı.

Yaralı, titreyerek ve canı yanmış bir şekilde geri döndü;

Ateşle parlayan gözleriyle topallıyordu.

Ama sürüsü, onu iyileştirmek yerine dışladı:

“Hastalanmak istemiyoruz” dedi bazıları.

“Gitmesi daha iyi olur” diye fısıldadı diğerleri.

Böylece tilki uzaklaştı, yalnız ve kaybolmuş bir halde…

Yaradan dolayı değil, terk edilişten dolayı.

Zira ona en çok acı veren zehir değil, reddedilmekti.

Uzak bir mağarada sığındı.

Her gece yalnızlıktan titreyerek uyuyordu.

Zamanla, yaralı bacağını kaybetti.

Neredeyse hiç yemek yemedi.

Neredeyse hiç uyuyamadı.

Bazen onu ziyaret eden bir karga, tilki sürüsünün yanına döndü ve şöyle dedi:

“Tilki hâlâ yaşıyor. Ama yardıma ihtiyacı var. Artık avlanamıyor. Zayıf ve yalnız.”

Herkes onu dinledi.

Ve herkes bir bahane buldu.

“Yemek aramakla çok meşgulüm…”

“Yavrularımla ilgilenmeliyim…”

“Bu kadar uzağa gidemem…”

Karga döndü, kanatları boş.

Haftalar geçti.

Sonra bir gün, kimsenin duymak istemediği haberi getirdi:

“Tilki öldü.”

Sessizlik oldu.

Her şey durdu.

Avlananlar koşmayı bıraktı.

Uyuyanlar uyanıp pişmanlıkla sustu.

Yavrularını büyütenler başlarını eğdi.

Ve bir anda…

Herkes mağaraya doğru koşmaya başladı.

Ağlıyorlardı.

Adını haykırıyorlardı.

“Keşke daha önce gelseydik” diyorlardı.

Ama geldiklerinde, artık orada bir tilki yoktu.

Sadece titreyen bir pençeyle yazılmış bir not vardı:

“Bazen yaşarken, kimse yardım etmek için karşıdan karşıya geçmez…

Ama öldüğünde, sana ağlamak için dağları aşarlar.

Bir cenazede dökülen gözyaşlarının çoğu sevgiden değil, suçluluktandır.”

Susana Rangel

BİRAZ TARİH

APAÇİLER

"Apaçular" (düşmanlar) kerpiç halkları tarafından böyle adlandırılırmış.

Apaçiler kendilerini "Diné", "Halk" olarak tanırlarmış.

Yedi kabileye ayrılmışlar:

“Chiricahua, Jicarilla, Kiowa, Lipan, Mescalero, Coyotero ve Navajo.”

Hepsi ortak bir dilin lehçelerini konuşmuşlar, kıtanın kuzeyinde kökenlerini doğrulayan Atapascan köklerine sahiplermiş.

Yaşam biçimleri “toplayıcılık, avcılık ve yağmalamaya” dayanıyormuş.

“Puma ve çakal, kartal ve şahin, bizon ve ayıya” kutsal hayvanlar olarak taparlarmış.

Apaçiler çölün kıtlığında hayatta kalmayı başarmışlar, onu tam hızla ve gizlice geçmişler.

Savaş sanatında, bazen böcek ve sürüngen ponzonalarıyla dolu yay ve oklarıyla pusu kurmalarıyla öne çıkmışlar.

Mızrak ve hatta bıçaklarla savaşa girmekten korkmamışlar.

Bu şekilde komşuları Lakotalar ve Mohavlıların saygısını ve korkusunu kazanmışlar.

Apaçiler, çöl sınırında önce İspanyollar, sonrasında Meksikalılar ve Amerikalılar için en büyük tehditlerden biri haline gelmişler.

BİRAZ BİLGİ

Dünya'daki tüm suların bir anlığına çekildiğini hayal edin.

Aslında Dünya tam olarak bu resimdeki gibi gözükmezdi, çünkü Dünya, bir bowling topundan bile pürüzsüzdür.

Bu resimde derinlikler, farklar anlaşılabilsin diye abartılmış.

Gezegenimizde toplam okyanus hacminin 1.332 milyar metreküp olduğu hesaplanmakta.

Yani bütün suları alıp bir küp içerisine sığdıracak olsak, küpün bir kenarı 1100 kilometre olurdu.

Yani kabaca, Ankara ile Bitlis arasındaki mesafe kadar.

Durum bu işte…!

BİRAZ FIKRA

Adamın biri, Peugeot (Pejo) marka bir minibüs alır.

Sonraki gün yolcu taşımaya çıkar.

Minibüs tıklım tıklım, tutar kasabanın yolunu ve gittikçe hızlanır.

Yolculardan biri: “Kaptan yavaş... Bir yere çarpacağız!” der.

Şoför: “Sen Pejo'yu biliyor musun mu?” diye sorar.

Yolcu: “Hayır!” diye cevaplayınca,

Şoför: “O zaman susacaksın” der ve yola devam eder.

Minibüs hızlanmaya devam eder.

Yaşlı bir yolcu daha seslenir: “Oğlum ben hastayım, biraz yavaş!”

Şoför yine sorar: “Sen Pejo’yu biliyor musun mu?”

Amca ne bilsin...

“Hayır! Evladım ne anlarım ben Pejo’dan?” diye cevap verir.

Bunun üzerine şoför: “Madem bilmiyorsun o halde sus be amca!” der.

Bu kez bir kadın seslenir arka taraftan:

“Şoför be ben hamileyim! Lütfen biraz yavaş gider misiniz? Neredeyse çocuğumu düşüreceğim!”

Şoför yine sorar:

“Sen Pejo’yu biliyor musun?”

Kadın: “Ayol nereden bileyim?” diye cevaplar.

Şoför yine aynı cevabı verir.

Arkadan kızgın bir ses tonuyla bir genç seslenir:

“Yavaş git kardeşim, gençliğimizi yaşayamadan öldüreceksin bizi!”

Şoför biraz daha hiddetle sorar:

“Sen Pejo'yu biliyor musun?”

Genç: “Biliyorum lan, ne olacak?” diye cevap verince şoför bu sefer sevinçle sorar;

“O zaman çabuk söyle, bunun freni nerde?”

Fıkrayı yazan şöyle yorumlamış:

“Faiz, Döviz, Enflasyon aldı başını gidiyor. Frenin yerini bilen yok!”

BİRAZ DERS

Bir zamanlar Çin'de bir adam o kadar aç ve bitkin düşmüştü ki, dayanamayıp bir armut çalmış.

Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator'un karşısına çıkarmışlar.

Hırsız İmparator'u görünce ona şöyle demiş;

“Değerli efendim… Çok açtım dayanamadım çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affedersiniz size paha biçilemez bir armağanım olacak…”

İmparator dudak bükmüş;

“Senin gibi çulsuz birinde paha biçilemez ne olabilir ki?”

Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatır demiş ki:

“Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz…”

İmparator kahkaha atarak;

“Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni…” demiş.

Yoksul adam;

“Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım… Bu tohumu ancak, ömründe hiç çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür. Kralım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz…”

İmparator irkilmiş, suratını asmış, bir süre düşünmüş ve sonra hırçın bir sesle;

“Ben imparatorum bahçıvan değil, o tohumu vezire verin… Eksin de altın meyveleri görelim.” diye kükremiş.

Yoksul adam, tohumu vezire uzatınca vezir telaş içersin de İmparatora dönüp itiraz etmiş:

“Ben ekip-biçme işlerinde çok beceriksizim efendim, sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu haznedarbaşı eksin…”

Haznedarbaşı da hemen bir bahane bulmuş ve bu görevi başkasına devretmiş.

Orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohum ekme görevinden kaçınmışlar…

İmparator, bu durum karşısında bir süre düşünmüş, başı önündeki vezire, haznedara ve bütün görevlilere dik dik bakmış ve;

“Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim” demiş.

Cebinden bir altın çıkarıp yoksul adamın tutması için atmış.

Daha sonra da herkesin cebinden birer altın çıkarıp bu yoksul adama vermesini izlemiş.

Sonra da gülerek;

“Bas git buradan be adam, bugünlük bu ders hepimize yeter” demiş.

BİRAZ BİLGİ

1753 yılında Senegal’de doğdu.

Daha çocukken, ailesinden koparılarak köleleştirildi ve bir gemiyle Amerika’ya getirildi.

Ona Phillis adını verdiler.

Boston’da kendisini satın alan ailenin soyadı ise “Wheatley”di.

Böylece tarihe geçen adı oluştu:

Phillis Wheatley.

Küçük yaşta İngilizce öğrenmeye başladı.

Sadece birkaç yıl içinde, klasik edebiyatı, İncil’i ve şiiri o kadar iyi öğrendi ki, 13 yaşında kendi şiirlerini yazmaya başladı.

Fakat bir sorun vardı: Kimse onun bu şiirleri gerçekten yazdığına inanmıyordu.

Çünkü o bir siyah, bir kadın ve bir köleydi: Böyle biri şiir mi yazabilirdi?

20 yaşına geldiğinde, yazdığı şiirlerin gerçekten ona ait olup olmadığını “Kanıtlaması” istendi.

Boston’da, dönemin önde gelen 18 beyaz, eğitimli ve etkili erkeği -hepsi peruklar ve cüppeler içinde- karşısına oturdu.

Phillis’e Latin şair Vergilius’tan, İngiliz şair Milton’dan ve İncil’den bölümler okuttular. Onu sorguya çektiler.

Onun zekâsını ve bilgi birikimini ölçmeye çalıştılar.

Ve sonunda, istemeye istemeye de olsa gerçeği kabul ettiler:

Evet, bu şiirleri o yazmıştı.

Evet, o bir şairdi.

Evet, o bir kadındı, siyahtı, köleydi ama o aynı zamanda bir dahiydi.

1773 yılında, henüz 20 yaşındayken “Poems on Various Subjects, Religious and Moral” adlı şiir kitabı Londra’da yayımlandı.

Bu kitap, Amerika Birleşik Devletleri’nde yayımlanan ilk Afrikalı-Amerikalı yazar kitabı olarak tarihe geçti.

Phillis Wheatley, sadece edebiyat tarihine değil, insanlık onurunun ve direnişin tarihine de adını yazdırdı.

Phillis Wheatley, özgürlük sadece zincirlerin kırılması değil; kalemin konuşmasıdır.