“Gündem şaşırtma ustası” desem yerinde olur.
Çıraklık, kalfalık ve ustalık…
Bu işler sırayla oluyor.
Ama neyin çıraklığı,
Neyin kalfalığı,
Neyin ustalığı.
Usta var, ustacık var.
Ustanın yaptığı işin sonucunda;
Herkes mutlu olmalı.
Herkesin içine sinmeli.
Yoksa usta, aldığı parayı hak etmez bu mübarek Cuma gününde.
Dükkânı ele geçirmişsin, etraftaki tek usta sensin ama geleni, geçeni kandırıyorsun.
Olmaz…
Günahtır…
Yaptığın işin hayrını göreceksin, aldığın parayı helal kılacaksın.
Yoksa Allah katında hesap var.
Bu dünyada kandırabilirsin,
Ama diğer dünyada?
Ömür boyu ustalık yapılacak değil ya.
Sahip olunan koltuk, yüz yıllar boyu sürecek değil ya.
Gün gelir, huzur-u mahşere uzanır ruhlar.
İşte bir Kıssadan hisse.
Eski zalim Sisam krallarından birisi yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş.
İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden de çalıştırıyormuş.
O zavallı kölelerden biri, bir gün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala:
-“Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı hiçbir zaman içemeyeceksiniz ki!” deyivermiş.
Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış.
Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de dahil herkesin hemen toplanmasını emretmiş.
Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş.
Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış.
Şarap bardağını eline alarak:
-“Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiçbir zaman içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin?” diye sormuş.
Köle şöyle cevap vermiş:
-“Belli olmaz kralım. İçebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur… O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem!”
Köle daha sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş.
‘Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü’ söylemiş.
Bunu duyan Kral, elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış.
Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş, domuzla burun buruna gelince aralarında birden öldüresiye bir mücadele başlamış.
Sonunda yaban domuzu mızrak gibi azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş.
Kral bostanda, bardak masada kalmış.
Söylenen şu söz, bu yaşananları güzel bir şekilde ifade etmiş:
“Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den, Nasip değil ise ne gelir elden?”
Bu Kıssanın Hissesi şu:
“Hayatı çok hızlı koşmayın, nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi unutmayın.
Hayatın bir yarış değil, her saniyesinin tadı çıkarılması gereken güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın.
Ömür dediğin üç gündür, dün geldi geçti yarın meçhuldür.
O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür…”
Ustalık yapmak değil esas olan;
Ustalığı usta gibi yapmaktır maharet…
Gündemimiz “Ekonomi” olmalı.
İnsanlar aç.
Herkes rahat yaşamak istiyor.
Bu zengin topraklarda ürettikleriyle, yetiştirdikleriyle huzurlu olmak istiyor.
Onca yıldır ülkeyi tek başına yönetenler zevk-ü seyran içindeyken halk sürünmeye devam ediyor.
Yok İmamoğlu, Yok Anayasa, yok Apo…
Gündem hep başka.
Ekonomi nerede?
Ustalar sadece kendini değil,
Kendinden evvel kalfasını, çırağını, müşterisini, esnaf arkadaşlarını, mahalleyi, memleketini, ülkesini ve en sonunda ailesini düşünür.
“Ustalık kolay değil” demiştim ya?
Tam da bu işte…
USTALIK GEREKTİREN KAFAYA TAKMAMA SANATI
Mark Manson yazmış bu kitabı.
Şu an piyasada.
“Büyük Güç Büyük Sorumluluklar Getirir.” demiş.
Bundan sonrası kitabı yorumlayanda.
Doğru.
Ama bu sözün daha iyi bir akış açısı var ve gerçekten derin bir bakış açısı.
Tek yapmanız gereken sözlerin yerini değiştirmek: “Büyük sorumluluklar büyük güç getirir.”
“Her şeyi iyi tarafından görmek” gibi bir şey iyi gibi görünse de, gerçek şu ki hayat bazen berbattır ve yapabileceğiniz en sağlıklı şey de bunu kabul etmektir.
Negatif duyguları inkâr etmek, daha derin ve daha uzun ömürlü negatif duygulara ve duygusal bozukluğa neden olur.
Sürekli pozitif olmak hayatın sorunları için geçerli bir çözüm değil, bir inkâr biçimidir.
Doğru değerleri seçerseniz, bu sorunlar size zindelik, kuvvet ve şevk verir.
Dedemin zamanına dönersek, kendini çok kötü hissettiğinde şöyle düşünürdü;
“Bugün berbat bir günümdeyim. Ama n’apalım hayat böyle, ben samanları havalandırmaya devam etmeliyim.”
Ama ya şimdi?
Şimdi beş dakikalığına bile kendinizi çok kötü hissetseniz son derece mutlu ve harika hayatları varmış gibi sunan insanların 350 fotoğrafıyla bombardıman ediliyorsunuz, bu durumda hatanın sizde olduğunu hissetmemeniz imkânsız kuşkusuz.
Değmeyecek şeyleri kafaya takmamak çok önemlidir.
Dünyayı kurtaracak olan şey budur.
Dünyanın bazen berbat olduğunu ama bunun da doğal olduğunu kabul ederek yaşamak gerek.
Çünkü her zaman böyleydi ve her zaman da böyle olacak.
Sosyal medyada her gün milyonlarca kere paylaşılan “Nasıl Mutlu Olunur?” tarzı saçmalıklarda yanlış olan ve kimsenin fark etmediği şey şudur:
“Daha pozitif bir deneyimi arzu etmenin kendisi negatif bir deneyimdir.”
Ve de tam tersine, insanın negatif deneyimini kabul etmesinin kendisi pozitif bir deneyimdir.
Pokerde elinde korkunç kâğıtlar olan biri çok güzel eli olan birini yenebilir.
Elbette eli güzel olanın kazanma ihtimali daha büyüktür, ama sonunda kazanan her oyuncunun oyun süresinde yaptığı seçimlerle belirlenir.
Hayatı da aynı şekilde görüyorum. Hepimize dağıtılmış bir el var.
Bazılarının eli daha iyi.
Sadece kâğıtlara bakarak berbat durumda olduğumuzu söylemek kolaysa da, gerçek oyun o kâğıtlarla yapacağımız seçimlere, almaya karar verdiğimiz risklere ve birlikte yaşamayı seçtiğimiz sonuçlara bağlıdır.
İçinde bulundukları duruma göre sürekli en iyi seçimleri yapanlar tıpkı pokerde olduğu gibi hayatta da öne çıkarlar ve illa da eline en iyi kâğıtlar gelmiş olmaları gerekmez…
Mark Manson kimdir?
Amerikalı bir yazar, blog yazarı ve kişisel gelişim uzmanıdır. En çok, “Umursamazlık Sanatı” adlı kitabıyla tanınır.
Kitap; Hayatın zorluklarıyla başa çıkarken daha sağlıklı bir yaklaşım benimsemeyi, değerlerimizi doğru bir şekilde belirlemeyi ve olumsuzluklardan daha az etkilenmeyi anlatır.
Manson, aynı zamanda kişisel gelişim alanında yazdığı makalelerle de geniş bir takipçi kitlesine sahiptir.
Yazıları, geleneksel kişisel gelişim kitaplarının aksine daha doğrudan, bazen sert bir üslupla, okuyucuyu daha gerçekçi ve dürüst bir bakış açısına davet eder
ÇAY İÇME DE GÖR
Biz Türkler için çay vazgeçilmez bir adet, gelenek…
Sabah, öğle akşam içip dururuz.
Kahvehanelerimiz var ama kahveden çok çay içilir buralarda.
Misal bizim kahvede kahve bile yok.
Aslında asıl olan muhabbet, çay bahane.
Sosyal medyada çay ile ilgili şu yazıyı bulunca, sizlere aktarmak istedim.
Zira pek aklımıza gelmeyen bazı noktalara değinmiş.
Çay dört özelliğinden dolayı kutsal bir sıvıdır.
Birincisi;
Sınıfsız bir içecektir.
Ayakkabı boyacıları ile CEO’ların ortak içeceğidir.
Sınıfsal kaynaşma sağlar.
Her statüden insanın tükettiği bir sıvı olup, içecekte eşitlenmenin sembolüdür aynı zamanda.
İkinci olarak;
Zamansızdır.
Sabah kahvaltısında,
Öğlen yemeği sonrasında,
Akşamüzeri,
Yatmadan önce,
Yani günün her saati içilebilen tek içecektir.
Üçüncüsü;
Muhabbetin demini aldırır.
Çay olmadan yapılan sohbetlerin hiçbir tadının olmadığı malumunuzdur.
Dördüncüsü;
Mekânızdır, her mekânda içilir.
Çay aslında yoksulların, şairlerin ve yalnızların resmi içeceğidir.
Ona öyle alelade bir içecek muamelesi yapamayız.
Ona sıradan bir içecek gibi davranamayız.
“Yok ben çay sevmem”, “Çayla aram iyi değildir” gibi hezeyanlar delikanlı bireylere yakışmaz.
Çay içmeyen adamı anlamak zordur.
Eğer bir rahatsızlığı yoksa (ki çay sıhhat verir) o kişinin çay sevmemesi, bizim için ciddi bir sorun olarak masada duracak ve dostluğumuzu sorgulatacaktır.
Zamansız-mekânız-sınıfsız bir içecek olarak çaya karşı yapılan bu haksızlık ve sevgisizlik bizi yaralar.
Çay içmeyen adam şüphelidir.
Ona güvenemeyiz.
Çünkü ince belli bardakta tüten nefis dumanıyla, karanfil kokulu sıcak ve demli bir çayı yudumlamamış insan, Anadolu’yu, bozkırları ve kırılgan yağmurlarımızı tatmamış demektir, kırkikindilerle yıkanmamış, gökyüzünü tanımamış demektir.
Çay içmemenin hiçbir mantıklı izahı olamaz.
Çay içmeyen adama güvenemeyiz.
Çünkü buralardan ve bu toprakların kadim içecek kültüründen fersah fersah uzaklaşmış bir adam bizi tedirgin eder.
Çay; yoksulların, şairlerin ve yalnızların resmi içeceğidir.
Ona öyle alelade bir içecek muamelesi yapamayız.
Ona sıradan bir içecek gibi davranamayız.
1950’DEKİ AHLAK!
Bire bir yaşanmış olan bu hikâye bir belediye otobüsünde geçer.
1950’li yıllarda İstanbul.
Otobüs tam Eminönü¨ durağına gelmiş¸ ve kapılarını açacakken bir kadının;
“Sakın kapıları açmayın, cüzdanım çalındı, otobüste hırsız var!” şeklinde canhıraş sesi duyulur.
Kadın ısrarcıdır ve bağırmaya devam eder.
Bunun üzerine şoför kapıları açmaz ve yerinden kalkarak kadına;
“Otobüste çalındığına emin misin? Çantanızı kontrol edin!” der.
Kadın “Biraz önce biletimi almak için cüzdanımı çıkarmıştım, daha sonra yerine koydum ama şimdi yok!” diye cevap verir.
Şoför bunun üzerine hiddetlenerek “Kimse kıpırdamasın herkesin üzerini arayacağım” der.
Şoför önden, biletçi arkadan başlayarak yolcuları tek tek aramaya başlarlar.
Herkes aranmış¸ yalnız bir kişi kalmıştır. Henüz aranmayan yolcu binbaşı rütbesinde resmi üniformalı bir subaydır.
Şoför “Binbaşımı aramaya lüzum yok, bir Türk subayını hırsızlık şüphesi ile asla aramam, cüzdan bulunamadı” diyerek kapıları açmak için yerine doğru yönelir.
Tam bu sırada Binbaşının kendinden emin davudi sesi duyulur;
“Beni de arayınız lütfen, töhmet altında kalmak istemiyorum” der.
Şoför aramak istemezse de Binbaşının ısrarı karşısında mecbur kalır.
Tam elini Binbaşının paltosunun cebine sokacakken arka taraflardan;
“Hayır aramayın cüzdanı ben çaldım!” diyen biraz hırpani kılıklı bir adam çıkar.
Ve adam “Cüzdanını çaldığım kadın bağırınca korktum. Aranabileceğimi düşünerek cüzdanı, aranmayacağını bildiğim ve hemen yanımda bulunan Binbaşının paltosunun cebine bıraktım. Fakat bir Türk subayının hırsızlıktan suçlanmasına gönlüm razı değil. Yankesiciyim, hırsızım ama vicdansız değil!” diyerek başını önüne eğer.
İşte biz böyle bir millettik…
Unutmayacağımız şu var:
“Ahlak ve vicdan insanın temeli ve mayasıdır. Ahlak ve vicdan olmazsa insan olmaktan da bahsedilemez!”
Alıntıdır...
BİSİKLETLİ YOL
Bir insanın bisikletle kaydettiği en uzun rota, 600.000 kilometreden fazlaymış.
Bu yol, 51 yıl boyunca 195 ülke ve 78 bölgeyi ziyaret eden Alman bisikletçi Heinz Stücke tarafından gerçekleştirilmiş.
Bir yılda kat edilen en uzun mesafe ise 110.000 kilometreymiş.
Amerikalı Kurt Searvogel 365 gün pedal çevirerek bu rekoru kırmış.
Dağ bisikleti alanında ise Portekizli Tiago Ferreira 24 saatte 581 kilometre yol kat ederek resmi bir rekora imza atmış.
“Bisiklet” deyip geçmeyin, yeter ki siz isteyin…