“Oldu, Olacak, Yakında, Şimdi” derken bir deprem oldu.

“Beklenen deprem değildi, Bu bekleneni tetikler, Bundan bir şey olmaz, Bundan başka olmaz” tartışmaları yine ekranları süsledi.

Her kafadan bir ses.

Ama gerçek olan şu;

Deprem oldu.

Dün yazımı yazarken sallanmaya başladım.

Evde yalnızdım.

İnsanın aklına ilk gelen şu:

“Bu kadar şiddetle kalacak mı?”

“Yoksa şiddetini artıracak mı?”

Bir de;

“Ne kadar sürecek?”

Önce “Şiddeti az galiba” dedim içimden.

Biraz hızlanır gibi oldu.

Ayağa kalktım.

Sonra düşündüm;

“Ben zaten binanın en tepesindeyim.

Ne yapacağım ki?”

Oturdum tekrar.

Önümdeki bilgisayardan “Nerede, nasıl ve kaç şiddetinde?” olduğunu öğrenmeye çalıştım.

Tarih boyunca “Deprem bölgesi” olarak bilinen yaşadığımız yerlerde deprem olmaması zaten ilginç olurdu.

Koskoca Truva’nın bile birkaç katmanı depremden yıkılmıştı zira.

Gelen bilgilere göre “Ucuz” atlatmıştık.

“Şükür” diyerek koltuğuma oturdum ama tekrar sallanınca işin ciddi olduğunu kabul ettim.

Dün gazetede de söyledim.

İlk deprem olunca herkes fırlıyor.

İkincisinde, tetikte duruyorsun ve ayağa kalkıyorsun.

Üçüncüsünde hiç kıpırdamadan “Yine oluyor” diyerek geçiştiriyorsun.

Alışıyorsun yani.

Aslında algıydı bu, bize dayatılan.

Hani çok çok olunca “Enerji boşalıyor” diyerek büyük beklemiyorsun.

İşte yaşadığımız bu.

Zaten deprem konusunda çok bilinçli değiliz, kendimizi avutmak için bahane buluyoruz nedense.

Ama ikiz deprem dedikleri çeşidi işte bu inancı yıkıyor.

Ve olan oluyor…

“Allah korusun” demekle iş hallolmuyor.

Allah bizi korumak için “Akıl vermiş, kullan da kendini koru” diye.

Deprem bir olgu.

Bir doğa olayı.

Fizik kanunu.

Önüne geçmek imkânsız.

Ama biz insanoğlu olarak; Öldürecek olanın “Bina” olduğunu anladığımızda, işin “Can kaybı noktasını” halledeceğiz inşallah...

Çimentodan çalarsan, binayı omuzundaki keserle yapacak olan ustaya yaptırırsan, modern inşaat tekniklerine inanmazsan, uymazsan, araştırmazsan, “Allah seni neden ve nasıl korusun?”

İşin bir başka boyutu da Deprem bilimi.

Bu konuda bir dolu uzmanımız var.

Allah başımızdan eksik etmesin de, hepsi ayrı telden çalıyor.

Aynı bölgeye, aynı verilere bakarak ayrı sonuç çıkarmak bize mahsus bir şey demek ki.

Bilim adamlarının bu depremlerle ilgili gazetelere yansıyan görüşleri şöyle olmuş:

Jeolog Prof. Dr. Ali Mehmet Celal Şengör:

“Büyük İstanbul depremi geliyor. Bu kaçınılmaz. Muhtemel 7 büyüklüğündeki bir deprem, bugünkü depremin 30 tanesine karşılık geliyor.” .

Yüksek Jeofizik Mühendisi Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan:

“7,2 büyüklüğünde bir depremin meydana gelmesi için 6 milyar gigatonluk bir enerjinin birikmesi gerekir. Bu enerji ise henüz birikmedi… Yaşanan 6,2 büyüklüğündeki deprem büyük depremin öncüsü olabilir. Önümüzdeki günlerde 5.2’ye varan artçılar olabilir. Bu depremler korkutucu olabilir ama yapılar için yıkıcı değildir…”

Yer Bilimci Prof. Dr. Naci Görür:

“Marmara’da beklenen büyük deprem bu değil. Küçük depremler bu fayda stresi artırıyor ve kırılmayı tetikliyor. Asıl deprem 7’nin üzerinde olacak…”

Deprem uzmanı Prof. Dr. Şükrü Ersoy:

“Deprem hasara yol açabilecek bir büyüklükte. Özellikle kırsal kesimlerde etkisi hissedilebilir. Bu büyüklükteki bir deprem bile zarar verebilir. Daha büyüğüne karşı hazırlıklı olmakta fayda var…”

Prof. Dr. Şener Üşümezsoy:

“Marmara’daki depremler sona ermiştir. Daha önce 6,0-6,5 büyüklüğünde depremler öngörmüştüm. Başka deprem riski yok, Marmara’da depremler bitti…”

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi DAUM Müdürü Prof. Dr. Hasan Sözbilir:

“Depremin ardından tsunami riski bulunmuyor. Fayın tamamı değil bir kısmı kırılmıştır. Ucuz kurtulduk. Artçıların olması kötü değil, enerjinin boşalmasını sağlar…”

Bilim insanları da bunları söylüyor.

Bize de “Siz hangisine inanırsanız, ona göre davranın” demek düşer.

İşin uzmanı olmadığımızdan fazlaca yorum yapamıyoruz…

İşin en şaşırtıcı olanı ise şu:

Depremin hemen sonrası telefonlar çalışmadı.

Yani telefonun en temel işlevi olan “Haberleşme” kısmı çalışmadı.

Tik-tok videoları çalışıyor muydu bakmadım ama onlar da pek problem olacağını sanmıyorum.

Bizden çuvalla para alan telefon operatörleri, deprem anında veya hemen sonrasında hizmet veremedikten sonra…

Bu en az deprem kadar önemlidir.

Tedbir alınması gerek!

HAYAT DERSİ

Columbia Üniversitesi’nde bir öğrenci, matematik dersinde uyuyakalmış.

Ders bittiğinde diğer öğrenciler sınıftan çıkarken uyanmış ve tahtada yazılı iki problem görmüş.

Bunların ödev olduğunu sanarak defterine not almış ve eve gidince çözmeye karar vermiş.

Evine vardığında, bu problemlerin son derece zor olduğunu fark etmiş.

Ancak yılmamış, durmaksızın çalışmış, araştırmalar yapmış, kütüphanede kitaplar incelemiş…

Sonunda, dört sayfalık uzun hesaplamalarla bu problemlerden birini çözmeyi başarmış.

Bir sonraki derste, profesörün bu ödevlerden hiç söz etmediğini görünce şaşırmış.

Elini kaldırarak sormuş:

-“Hocam, geçen derste verdiğiniz ödev hakkında neden hiç konuşmadınız?”

Profesör şaşkınlıkla cevap vermiş:

-“Ödev mi? Onlar ödev değildi… Şimdiye kadar kimsenin çözmeyi başaramadığı matematik problemlerinden örneklerdi sadece!”

Öğrenci afallamış halde yanıtlamış:

-“Ama… Ben ikisinden birini çözdüm!”

Çözümü incelenmiş, doğruluğu onaylanmış ve Columbia Üniversitesi kayıtlarına, artık o öğrencinin adıyla birlikte geçmiş.

Bu hikâye hâlâ üniversite koridorlarında anlatılırmış hep.

Peki, farkı yaratan neydi?

O öğrenci; Profesörün, bu problemleri çözmenin “İmkânsız olduğunu” söylediğini duymamıştı.

Sadece, çözülmeleri gereken problemler olduğunu düşünmüştü.

Zorluğa boyun eğmedi.

Azim, kararlılık ve cesaretle hareket etti.

Alınacak ders ise şuydu:

Sana “Yapamazsın” diyenleri dinleme.

Bu mesaj sınıfta uyumayı teşvik etmiyor; ne olursa olsun kendi potansiyeline inanmanı söylüyor.

Farkı yaratan senin kararlılığın olacak.

Başarı zaten gelecektir…

HİKÂYE BU YA

Üniversite'ye yeni başlamıştı.

Ekonomik durumu iyi değildi.

Ailesi yeteri kadar para gönderemiyordu.

Mühendislik okuyordu.

Çarşıda bir lokantaya girdi;

-“Az kuru alabilir miyim?” dedi.

Lokantacı halini anladı.

Ağzına kadar dolu bir tabak kurufasulye, bir de pilav getirdi.

Paraya gelince de sadece “Az kuru” parası aldı.

Öğrenci her gün “Az kuru” istedi.

Lokantacı “Çoook” verdi.

Yıllar geçti, okul bitti.

Yıllar daha da geçti.

Öğrenci zengin bir mühendis oldu.

Aklına “Az kuru” geldi.

Atladı okuduğu şehre gitti.

Çarşıda lokantanın olduğu yere gitti.

Baktı ki lokanta yok.

Hemen esnafa sordu:

-“Buradaki lokanta nerede, sahibi nerede?”

Esnaf,

-“Lokanta kapandı, amca da az aşağıda oturuyor.”

Tarif ettiler.

Gitti evi buldu.

Kapıyı çaldı.

Lokantacı amca kapıyı açtı.

-“Buyurun dedi"

-“Amca ben yıllar evvel burada okudum. Hep az istedim, sen çook verdin.”

Amca öğrenciyi hatırlamadı.

O her öğrenciye öyle yapardı.

-“Hatırlamadım oğlum, yıllar oldu.” dedi.

Öğrenci

-“Burada oturuyorsun galiba… Peki ev senin mi amca” diye sordu.

Amca,

-“Yok oğlum kiradayız, hanımla ben idare ediyoruz.” dedi.

Eski öğrenci “Peki” dedi.

Gitti ev sahibini buldu.

Evi satın alıp amcaya verdi.

Üstüne hatırı sayılır bir para da bıraktı.

Amca;

-“Aman oğlum ne yaptın? Ne gerek vardı?” dedi ve almak istemedi.

Öğrenci;

-“Amca, senin az kurun olmasaydı ben aç yatar, aç kalkardım. Büyük ihtimalle okulu bile bitiremezdim. Şimdi öyle zenginim ki! İnan benim sana verdiğim, senin bana verdiğinden daha değersiz. Sen hakkını helal et o bana yeter.”

Sarıldılar, ağladılar.

Belki bir hikâye.

Ama ders alınacak bir hikâye.

Bundan neler çıkar, neler?

Hele günümüze uyarlasak ne çıkar biliyor musunuz?

İnsanlığın öldüğü sahte bir dünya ortaya çıkar…

DÜELLO

Tarihte ilk bilinen düello Troya kahramanı Hektor ve Achilles arasında gerçekleşti.

Daha sonraları insanlar arenalarda kozlarını paylaşan gladyatörleri gördü.

Kavimler göçü sonrası yurtlarını kaybeden Cermenler, düelloyu bütün Avrupa halklarına öğretti.

Tanrının hükmü olarak kabul edilen düello kavramı, ortaçağda bir adalet hükmüne dönüştü.

Yargıçlar birçok kez gerçeğin aydınlatılabilmesi için ortaçağda düelloya hükmettiler.

Yüzyıllarca masum olanın düelloyu kazanan olduğuna inanıldı.

Sonradan para işin içine girince yerine parayla düellocu tutanlar bile mubah sayıldı.

Rusya’nın tartışmasız en büyük şairi kabul edilen Puşkin, hayatı boyunca 21 kez düello yaptı.

21. Düellosunda hayatını kaybetti. Düellonun nedeni eşi Natalya idi.

Güzelliği dillere destan Natalya ile Puşkin'in kızı Maria Pushkina, yıllar sonra Tolstoy'un Anna Karenina romanının esin kaynağı idi.

Tolstoy da bütün Rus yazarları gibi düelloya meraklıydı.

Üstelik bir kızgınlık anında en sevdiği dostu Turgenyev'i düelloya davet etmişti.

Fransız düşünür Voltaire, düelllo yapmayan ek ulusun Türkler olduğunu söyler.

Ona göre; Türkler silahlarını sadece savaşta eline alır.

Çocukken hatırlıyorum, bizlerde sık sık birbirimizi düelloya davet ederdik, bu o dönemin kovboy filmlerinin etkisi mi yoksa geçmişten gelen bir gelenek mi onu bilmiyorum.

Sadece hatırladığım birebir dövüşeceğimiz zaman “Yazıya Gel!” derdik.

Yazı yöresel bir kavram, sanırım “Açık alan, arazi” anlamına geliyor.

Ben yazıya çok gittim ama galip geldiğimi pek hatırlamıyorum.

Ama önemli olan bütün düellolarda olduğu gibi karşı karşıya gelmek değil mi?

alıntıdır