Geçen hafta takip ettiyseniz hem dükkânı, hem de taksiyi satarak yeni dükkân alma telaşına düşmüştük.

Ancak elimizdeki dükkânı, yeni dükkân alana kadar kullanacaktık.

Şartımız öyleydi.

Satın alan yeni sahibi "Olur" dedi baştan, sonradan "Ama biraz kira verseniz fena olmaz" diye haber yolladı.

Bu insanları gerçekten anlamak mümkün değil. Adamın bir söylediği, bir söylediğini tutmuyordu.

Siyasetçilerden mi görüyorlar ne?

Annem, "Hak geçmesin, adam haklı" diyerek "Para yollamamızı" istedi.

Mecburen üç-beş bir şey yolladım.

Biz de elimizde tonla para olduğu halde, yeni dükkân aramaya devam ediyorduk.

Aslında bu devirde dükkân bulmak kolaydı aslında.

Ekonomik zorluklar çoğu esnafın işyerini kapatmasına sebep oluyordu.

Bizim gibi yeni açan da vardı ancak kapatan daha çoktu.

Boş dükkânın sahipleri "Fiyat indirelim, bir an önce satalım" derdinde değillerdi.

Burunlarından kıl aldırmıyorlardı.

Peki sonunda ne oldu?

İktidar faizleri artırınca, ellerindeki malı, mülkü nakde çevirmek isteyenler satışa geçtiler.

İşte o arada bir dükkân bulduk.

Kesemize uygundu en azından.

İstediğimiz şartları da taşıyordu.

Annem, eşim, kayınbirader, kayınpeder, kayınvalide herkes toplanmıştık dükkân sahibinin başına.

5 yıllıktı ama çok az kullanılmıştı.

Adam oğluna almış zamanında "Motosiklet satsın" diye.

Zira oğlan okula gitmediğinden, mecburen esnaflığı denemeye karar vermişler.

O sırada evlendirmeye kalkınca da "İşi olsun" diye girmişler bu işe.

Ama oğlan hayırsız çıkınca paraları batırmış.

Dükkân sahibi olan babası da kızmış ve dükkânı kapatıp satmaya karar vermiş.

Sonuçta bu durum bize yaradı.

Uzun pazarlıklarla aldık dükkânı.

"Hayırlı olsun" dedi.

Ancak son bir isteği oldu:

"Eğer elemana ihtiyacınız olursa benim oğlanı alın" dedi.

Ne kadar acıydı.

Paran var, pulun var ama oğlan hayırsız…

Şimdi hemen merak ettiniz tabi, "Adam ne iş yapıyormuş?" diye.

Adam avukatmış.

Eşinin ailesine "İçgüveysi" girmiş.

Ama sebat edip, çalışmış hukuk kazanmış.

Şimdi her şeye sahip.

Ama oğlan?

Biz dükkâna daldık hemen.

Yine boya, badana.

Eşya taşıma.

Tezgâhların montajı için ustalar çağrıldı.

Tabela filan derken, kısa sürede açtık börekçiyi.

Bu dükkân diğerine göre yer olarak daha iyiydi.

Diğeri sokak arasındaydı, bu caddeye bakıyordu, önünden oldukça fazla insan geçiyordu.

Bizim için avantajdı tabi.

Bir başka avantajı ise konut bölgesinden, alışveriş ve iş merkezine doğru gidilirken sağ tarafta olmasıydı.

"Ne alaka?" diyeceksiniz?

Şöyle izah etmek gerek;

"İnsanlar yazın sabah işe giderken" güneş olmayan kaldırımdan yürürler.

Kışın zaten güneş olmaz ama alışkanlıkla da insanlar sağdan yürürler.

Yani sağ kaldırım her zaman iş yapar.

"Peki işe giderken ne alaka?"

O da şundan;

Biz börek satıyoruz.

Yani aç insana hizmet veriyoruz.

Sabah işe gidenlerin çoğu açtır.

Akşam dönüşte karşı kaldırımı kullanırlar ama biz o saate kadar böreğimizi satmış oluruz.

İşte size iyi bir ipucu.

Eğer esnaflık yapacaksanız; sağ taraftan dükkân alınız…

YAZIYOOORRR!

Eğer gazetemizi takip ediyorsanız, cumartesi günleri başlattığımız ve bizim küçük Yalın’ın “Yazıyooor! Yazıyoorrr!” diyerek Çarşı Caddesinde bağırarak gazete dağıttığı projemizi bilirsiniz.

Böylesine bağırarak gazete satışı çook yıllar önce İstanbul’da başlatılmıştı.

O yıllara ait şu yazıyı görünce aktaramadan edemedim.

Şöyle başlamış:

“Çoğunuz görmüşsünüzdür.

Bu fotoğraf, gazetecilik tarihinin en bilinen fotoğraflarından biridir.”

Yıl; 1958...

Yer; İstanbul Küçük Ayasofya’da Şehit Mehmet Paşa Sokağı…

O ve sonraki yıllarda genellikle sabahları, gazeteler böyle sokaklarda satılır, abonelere kapılarına kadar gidilerek elden ulaştırılırdı.

Hemen öyle adım başı gazete bayi olmadığı ya da uzak olduğu için gazete satıcılarının yolları gözlenirdi.

Gazete yaşamımızın çok önemli bir parçasıydı.

Bu fotoğraftaki gibi; bir çocuk, elindeki gazetelerle, “Yazıyooor” diye bağırarak koşturuyor.

Arkada 1950 model bir Playmouth marka otomobil, cumbalı evler…

O çocuk, yıllardır zihnimize bu haliyle kazındı.

O çocuk, 62 yıldır büyümeden belleğimizde kaldı.

Fotoğraf; Babıali’de dönemin ünlü foto muhabiri Hilmi Şahenk’e ait...

Usta gazeteci tek kareyle o anı ölümsüzleştirmiş…

Fotoğrafı çeken belli de, o gazete satan çocuk kimdi?

Yıllarca sır olarak kaldı…

Ta ki, tam 40 yıl sonra 1998’de fotoğrafını Hürriyet Gazetesi’nde görene kadar…

Fotoğraftaki çocuk, 1949 doğumlu marangoz Hayrettin Baş…

Fotoğrafı, henüz 9 yaşındayken evlerinin yan sokağında çekilmiş…

Hayrettin Baş fotoğrafı çekeni, “Krem trençkotlu, fötr şapkalı, kocaman fotoğraf makineli” diye hatırlıyor.

Şöyle anlatıyor o yılları:

“Babam bir radyocunun yanında marangozdu. Radyoların ahşap bölümlerini yapardı. Ben de yanında çalışır, radyolara vernik sürerdim. Kadırga İlkokulu’na gidiyordum. Boş zamanlarımda da gazete satardım. Bana 30-35 kuruş verirlerdi. O da bir ekmek ederdi, alıp anneme götürürdüm.”

GEYŞALIK!

Türk toplumuna “Geyşalık” öylesine farklı tanıtılmış ve anlatılmış ki, aklımıza pekiyi şey gelmiyor açıkçası.

Bu kötü anlam yükleme kim tarafından yapıldı, nasıl yapıldı onu da bilmiyoruz.

Filmlerden mi geldi, gazeteler mi anlattı?

Bugün belirli bir yaş üzerindeki birini yoldan çevirip “Geyşa nedir?” diye sorsanız size pek ahlaklı cevap vermez sanırım.

Bu yazıyı da görünce aktarmak istedim açıkçası.

Geyşaların haksız yere kötü anılmasını istemedim belki de.

Geyşalık aslında “Sanatla yaşayan kadın” anlamına gelirmiş.

Var olan algının aksine Geyşalar, bilinen kadınlardan ibaret değilmiş.

Aslında Geyşalık başlı başına bir sanatmış.

Japon kültüründe köklü bir yeri olan geleneksel dansçı ve şarkıcı kadınlar olan Geyşalar,17. yüzyıldan bu yana eğlence hayatında erkek müşterilere, şarkı, dans, sohbet ve oyunlar ile eşlik ediyorlarmış.

Fakat Geyşalık kültürünün, vücudunu satmak değil, zenginlik ve güç için yeteneklerini satmak olduğu belirtiliyor.

Geyşalar “Otokoshi” olarak adlandırılan erkekler tarafından giydirilirmiş.

Geyşa kostümleri genellikle saten ve ipekten yapılır, altın ya da gümüş varaklara sahip olurmuş adet gereği.

Kullandıkları aksesuarlar ise genellikle kâğıt, bambu ve ipekten el yapımıdır.

Kullandıkları takma saç ve peruklarsa gerçek insan saçındandır.

Geyşalar günlerinin büyük bir çoğunluğunu güncel olayları okuyarak ve araştırma yaparak geçirirlerdi.

Bunun sebebiyse, politikacılar ve iş adamları ile derin bir sohbet edebilecek bilgiye sahip olmaları gerektiğiydi.

Gerçek bir geyşa olmak kızları onurlandıran bir şeydi.

Eğer bir kız 21 yaşından önce geyşa eğitimi alırsa ona çocuk dansçı anlamına gelen “Maiko” denirdi.

Geyşaların parti sırasında bir şey yeme izni yoktur, ancak çay ya da “Sake” içebilirler.

Günümüzde geyşa eğlenceleri ise Japonya’daki en pahalı eğlencelerden biri haline gelmiş…

TOPLUMLARIN DOĞASI

Rus yazar Anton Çehov'a “Başarısız toplumların doğası” sorulduğunda şu cevabı vermiş:

“Başarısız toplumlarda;

Her aklı başında zihne karşılık,

Bin aptal ve her düşünüre karşılık bin aptalca söz vardır.

Çoğunluk her zaman cahil kalır ve sürekli olarak bilgelerden daha fazladır.

Dolayısıyla, bir toplumdaki tartışmalara önemsiz konuların hâkim olduğunu ve sığ ve yüzeysel olanın merkez sahneye çıktığını görüyorsanız, o zaman derinden başarısız olmuş bir topluma tanık oluyorsunuz demektir.”

“Mesela;

Anlamsız şarkılar, sözler milyonları dans ettiriyor, şarkıya eşlik ediyor ve şarkıcı ünlü, tanınan, hatta sevilen biri oluyor.

İnsanlar toplumsal meseleler ve hayatın kendisi hakkındaki görüşlerini ciddiye almaya başlıyorlar.

Öte yandan yazarlar ve yazarlar -onları kimse tanımıyor- kimse onlara değer veya ağırlık vermiyor.”

“Çoğu insan sıradanlığı ve duygusuzluğu tercih eder.

Aklımızı uyuşturan veya saçmalıklarla güldüren biri, bizi gerçeklerle uyandıran ve gerçeklerle acıtan birinden iyidir.”

“Cahil toplumlarda demokrasinin işe yaramamasının sebebi budur; çünkü kaderinize karar verecek olanlar cahil çoğunluk olacaktır…”

Alıntı

BİRAZ DA NEŞE

Misafirin yanında dayak yemeyeceğini bildiği için, sınırları zorlayan çocuktaki cesaret kimsede yok.

İngilizcenizi ne kadar geliştirirseniz geliştirin, “30 years”ı içinizden “Otuz years” diye okumaya mahkûmsunuz.

Kavgaların en çok “Ne bakıyon len?” diye çıktığı bir ülkede, otobüslere karşılıklı koltuk yapmak çok mantıklı gerçekten.

Dişini fırçalayan erkeği bulmuş da, macunu ortadan sıkmayanını istiyor.

Bak bak lükse bak!

Arabada kemer takmak zorunluyken, otobüslerde milletin ayakta gidebilmesini bana bir anlatın…

Misafirin çocuğu;

“Abi bilgisayar çalışıyor mu?” diye sordu.

“Yok ev hanımı” dedim.

Hala yüzüme bakıyor.

Türklere özgü ikna şekli;

“Ölümü gör!”

Bazen başımı alıp gidesim geliyor ama Müge anlı dan korkuyorum “Beni de bulur” diye.

Asansör çağırma tuşuna defalarca basarak daha hızlı geleceğini zanneden tek milletiz.

Annem beni ders çalışırken gördü, gözleri yaşardı, bıraktım ders falan çalışmıyorum. Ondan değerli mi, kıyamam ben ona…

2’nin üç, 3’ün iki harfli olması çok canımı sıkıyor.

Elini öptürmek istemeyip de elini iyice aşağı indirip, beni yerlerde süründüren orta yaşlı akraba seni pıçaklarım…

Puding yapmak için tıp okuyan tek mal, Dr. Oetker.

Kulağımda kulaklık var, dürtüp “Müzik mi dinliyorsun?” diyor.

“Yok kuleden iniş izni istiyorum.

Pilotum ben.”

Pizzayı yuvarlak yapıp üçgen kesip kare kutuya koyanla, evleri kare ve dikdörtgen yapıp adını daire koyan kişi aynı kişi olmalı.

Eve gelen misafirin “Tuvalet var mı?” diye soruşuna ayar oluyorum.

“Yok biz poşete yapıp karşı apartmanın damına atıyoruz…”

Anneme, “Anne, ben evlatlık mıyım?” diye sordum.

“Öyle bir şey olsa seni mi seçerdik” dedi.

Haklı kadın.

“Yan yana” kelimesi ayrı yazılırken, “Apayrı” kelimesinin birleşik yazılması ne kadar hoş…

“Gözleri aşka gülen en taze sögüt dalısın” diyor şarkıda.

Bu hayatımda duyduğum en kibar, en naif “ODUNSUN” deme şekli.

Her zaman “Ne yapıyorsun?” diye sorduğumda “N’apiim sen n’apıyorsun?” diyen bir arkadaşım var.

Yıllardır ne yaptığını bilmiyorum.

27653941 keredir diyorum size, şu sayıları okumuş gibi yapıp geçmeyin diye.

Sadece Türklere özel bir ağırlık birimi “Gâvur ölüsü gibi…”

Fırıncı bana “Sıcak ekmek veriyorum” dedi.

“Abi nasıl olsa eve gidince annem bayatları yedirecek” dedim.

Sarıldık ağlaştık.

Bizler “Arkası gelmez dertlerimin” şarkısını söylerken göbek atan bir toplumuz.

Kimse bana normal olduğumuzu söylemesin.

Yemem…

İnsanımız gariptir.

Camı siler “Ayna gibi oldu” der, aynayı siler “Cam gibi oldu” der.

En iyi tedavi şekillerimizden biri, “Git bir elini yüzünü yıka…”

Pazarda çocuğunu kaybedince feryat figan ağlayan, bulunca da öldüresiye döven anne Türk annesidir…