Haberlerde olsun, günlük yaşamda olsun önümüze hep yolsuzluklar, çalmalar, çırpmalarla ilgili haberle geliyor.
İnsanın içi sıkılıyor.
Tarih boyunca yüksek derecedeki yöneticiler, idareciler, bürokratlar, siyasiler hep yolsuzluk ve rüşvet ile suçlanmışlar.
Ortaya da doğru dürüst bir tane çıkmamış (Bazıları istisna)
Yüce divanda yargılanmışlar, mahkemelere gidip gelmişler ama elle tutulur bir sonuç çıkmamış.
Hepsi aklanmış.
Ehl-i Namuslar karşı çıkmış elbet tarih boyunca.
Bu durumu dile getirmişler.
Kimi sözle, kimisi de şiirle.
Şair Eşraf malumunuz dili pek sert o vakitler.
Korkusuzca söylemiş şu cümleleri;
Bu harmanın gelir sonu,
Kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner
Bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi,
Bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın,
Kapış- kapış, çanak- çanak…
Yiyin efendiler yiyin,
Bu han-ı iştiha sizin,
doyunca, tıksırınca,
Çatlayıncaya kadar yiyin!
Meşhur Neyzen Tevfik bile zamanında isyan etmiş duyduklarına ve şu dizeleri söylemiş:
Kime sordumsa seni,
Doğru cevap vermediler;
Kimi alçak, kimi hırsız,
Kimi deyyus! dediler...
Künyeni almak için,
Partiye ettim telefon:
Bizdeki kayda göre,
Şimdi o mebus dediler!
Abdullah Çağlayan’a ait olduğu ispatlanan şu sözler söylenmiş.
“Bir soğan soyulurken
Yaşarıyor da gözler
Hazine soyulurken
Aldırmıyor öküzler
Hayâdan eser yoktur
Nafile bütün sözler
Beyhude inat etme,
Salla hemen başını
Gerdan kır, belini bük,
Al gitsin maaşını…”
Günümüzde yaygın olan bu sözlere mahal vermemek için mecliste bir komisyon kurulsun.
Araştırılsın cümle vekillerin, bakanların, partililerin mal varlıkları.
Saçılsın ortaya, herkes görsün.
İçten içe, “Oh be!” desin vatandaş mesela.
Olmaz mı böyle?
Bal gibi de olur.
Olmuyorsa da neden olmadığı açıklansın değil mi?
Ne güzel olur ama.
Haydi kolları sıvayın, düşün yollara…
ADALET!
Çocuklar azıcık eylem yapalım dediler, kolluk kuvvetleri karşılık verdi.
Kimi sopa yerken, kimisi de karakolda aldı soluğu.
Onlar zannetti ki demokratik yolda gösterecekler tepkilerini, akşama eve gidip yatacaklar rahatlıkla.
Devletler bu topraklar da var olduğundan bu yana, hep sopa ile karşılık bulmuştur, itiraz sebepleri.
Misal Şair Eşref zamanında komiserin biri tokadı aşk etmiş suratına Eşraf’in.
O da tutamamış kendini, karşılık vermiş aynı şekilde.
İte, kaka götürmüşler karakola.
Dikmişler Müstantik (Sorgucu) efendinin karşısına.
Haliyle sormuş adam;
“Komisere neden vurdun?” diye.
Cevaplamış Eşref şu şiiriyle;
Elinde yok adalet,
Olsa da sen kim, adalet kim?
Kimi maznun (sanık) görürsen
Hep ‘Kabahat sendedir!’ dersin.
Polisler üstüme saldırdı
Ben de sille aksettim,
Be müstantik efendi
Söyle, sen olsan ne b.k yersin?
Çocuklar adalete sığındılar.
Ancak tıktılar içeri, biraz soluklandılar sonra saldılar.
Tövbe etmişler midir bilemem ama bir daha bu ülkede “Hak, adalet” ararken iki kez düşünürler.
28 ÇELEBİ MEHMED
Fransa'da bulunduğu süre boyunca, Batı dünyasının kültürü, sanatı ve yaşam tarzı hakkında birçok detaylı gözlemde bulunmuş ve Osmanlı'da bu gözlemleri aktaracak önemli bir eser bırakmış.
28 Çelebi Mehmet'in Fransa'daki gözlemleri, özellikle Fransız saray yaşamı, toplumsal yapı ve Batı'daki bilimsel gelişmeler hakkında değerli bilgiler sunar. Bu gözlemler, zamanla “Fransa Seyahati” adıyla bir eser olarak yayınlanmıştır.
28 Çelebi Mehmet'in bu eseri, Osmanlı İmparatorluğu'nda Batı kültürüne olan ilginin arttığı bir dönemde yazılmış ve Osmanlı'nın Batı ile daha yakın ilişkiler kurma arzusunun bir göstergesi olarak önemli bir tarihi kaynak olarak kabul edilmiş.
1720'de Fransa'ya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi anlatıyor:
“Paris halkı hayatlarında hiçbir Müslüman görmedikleri için, Osmanlıların elbiselerini de bilmiyorlar, bunun için bize hayran hayran bakıyorlardı.”
“Kral’a (XV. Louis) bizden söz edildikçe daha çok meraklanıyormuş. Kendisi daha küçük olduğu için, bizi görmek istiyormuş.”
“Etrafımızdaki arabalar ise peri çehreli, gümüş ve gül yanaklı güzellerle doluydu. Onlar da bizimle birlikte dolaşıyorlardı. Sadece onları seyretmek bile insana ferahlık veriyordu.”
“Fransa'da kadınlara verilen değer ve gösterilen itibar, erkeklere gösterilenden kat kat fazladır. Bundan dolayı kadınlar ne isterlerse yaparlar ve istedikleri yere rahatça gidip gelebilirler, onlara kimse bir şey demez.”
“Buralarda, daha çok kadınların sözü geçerlidir. Öyle ki, ‘Fransa kadınların cennetidir, çünkü kadınlar hiç zahmet ve güçlük çekmezler; her türlü arzu ve istekleri derhal yerine getirilir.’ diye söylenmektedir.”
“Özellikle nasıl yemek yediğimizi merak ediyorlar ve mutlaka görmek istiyorlardı. ‘Filan kimsenin kızı veya falanın karısı, siz yemek yerken seyretmek için izninizi rica ediyorlar’ diye çeşitli haberler geliyordu. Bunlardan birçoğunu geri çeviremiyorduk.”
“(Mehmed Efendi kralın huzuruna girdiğinde) Memlekette ne kadar kibar kadın ve kızları varsa, ayrıca kralın akrabası olan bütün prensesler hepsi burada bir araya gelmişler. Hepsi mücevherlerle süslü pırıl pırıl elbiseler içinde sedirlere oturmuş, bizi bekliyordu.”
Kralın naibi Mehmed Efendi'yi ziyafete çağırırken şöyle demişti;
“Fakat halkımız sizi seyretmeye can atıyor, bunun için atınıza binip de öyle gelseniz, hepimizi sevindirirsiniz.”
Mehmed Efendi, 11 yaşındaki kralı elleriyle sever;
“Biz de o sümbül gibi saçlara elimizi sürüp okşadık. Gerçi saçları sırma teller gibi aynı uzunlukta, sanki tek bir parça halinde ve belinden aşağıya doğru dökülüyordu.”
Fransızlar, ahırlara çok değer verirler;
“’Bir ahır için bu kadar uğraşmaya ve masrafa ne lüzum vardır?’ dedim. Bana:
‘Ahırımız mahsus öyle yapılmıştır; Fransa kralının ahırı Alman İmparatorunun sarayından daha güzeldir denilmesi için böyle şatafatlı yapıldı.’ dediler.”
“Bizler kendi hizmetimizde kullanmak üzere köle ve cariyeler satın alırız ve onlara kendi yediğimiz yemeklerden yedirip güzel elbiseler giydiririz. En çok beş veya yedi yıl hizmetten sonra da onları serbest bırakırız.”
Mehmed Efendi, haber taşıyan görevliyi azarlıyor.
“’Yahu sen ara yerde bir vasıtasın, cevap vermek senin üzerine vazife değildir. Ben cevabı ondan (Fransız Hariciye Vekilinden) isterim; ancak o zaman mesele halledilebilir.’ dedim.”
Teleskoplar üzerine
“Nice geometri aletleri seyrettik ki, astronomi ilminden az çok haberi olan birisinin, bu aletlerle kısa bir zaman içinde mükemmel bir âlim olması mümkündür. Çünkü ancak hayal olunabilecek şeyleri gözle görülür bir hale getirmişler.”
(Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Fransa Sefaretnâmesi, Abdullah Uçman, Dergah Yayınları, İstanbul 2017 alıntılıdır.)
KEÇE OBA
“Yıllardır merak ederdim Orta Asya bozkırlarındaki düzlüklerde yer alan obalar yıldırımdan nasıl korunuyorlar?” diye söze başlamış Necati Sezgen.
Yazı çok hoşuma gittiğinden sizlere de aktarmak istedim.
Bir nevi bizim de atalarımızın geleneğiydi bunlar.
“Zira çevrelerinde ağaç ve yükselti çoğu zaman yok, kabak gibi ortadalar hal böyle olunca bir fırtınada direk hedefler diye düşünürdüm.” diye anlatarak devam ediyor Sezgen, “Sorumun cevabını gene kendim buldum, kepenekle ilgili araştırma yaparken kepeneğin soğuk ve yağmurdan başka çobanları, yıldırımdan da koruduğunu öğrendim. Keçe yıldırım çekmiyordu!”
“O halde obalarda keçeyle kaplandığına ve oval bir tasarımla yapıldığına göre böyle bir riskten de otomatikman korunuyorlardı, her ne kadar yeni nesil keçenin faydalarını bilmese de atalarımız bunun bilincinde olsalar gerek.
Küçükken köye gidince yazın harmanda çalışanların bazılarının yün çorap giydiğini görür çok şaşırırdım bu sıcakta ‘Bu ne?’ diye.
Hâlbuki yün izole bir cisim soğuktan koruduğu gibi, sıcaktan da koruyordu bilmeyince şaşırıyorsun.”
“Hayvancılık ve bağlı ürün türevleri azalıyor dolayısıyla keçe yapan da kullanan da azalıyor.
Belli ölçüde süs eşyaları yapılıyor, kırsal kesimde çalışanlar da daha pratik sentetik ürünleri tercih ediyorlar.
Sağlıklı olma ise bu ürünleri güncel ihtiyaçlara göre yeniden tasarlamaktan geçiyor.”
Keçe, doğal yün olduğundan meğer statik elektrik üretmez, ışınım/radyasyon geçirmezmiş.
Sebuhi Novruzovich diyor ki:
“Bizim nenelerimiz döşekleri ve yorganları yünden yapar, evin her köşesine keçeler dizerlerdi.
Sırt ağrıyınca ‘Git orada uzan’, derlerdi.
Ağrıyı, sızıyı, negatif enerjiyi koparıp alır insanın vücudundan.
Ruhsal dinçlik verir, huzur getiren bir sıcaklık oluşturur.”
Hakan Canlı diyor ki:
“Yün atletler yaz, kış fark etmez teri dışarıya verip, tenin kuru kalmasını sağlayarak hırıltı ve öksürük gibi göğüs ağrılarından koruyor.”
GELİN
Düğün mevsimi yaklaşıyor.
Evlenecek olanlar şimdiden salon bulmaya, takı almaya başladı bile.
Yaz aylarında evlenmek sanırım harman sonu olmasından kaynaklanıyor.
Mahsulün satılıp, geliri ile düğün merasimi yapılmasıydı amaç.
Ama işin en birinci olmazsa olmazı tabi ki gelin.
Bu yazıyı görünce anlatılmak istenenleri gözler önüne sermek ve hatırlatmak istedim.
Boynunda incisi ve beş tane altını yani “Beşibiryerde”, kolunda çantası, eller kınalı.
Saçının ucunu kurdele ile bağlamış.
Saçından aşağı doğru sarkan gelin telleri, duvağının ucunu kolunda toplamış.
Yüzünde asil ve tatlı bir tebessüm.
Sağ eline “Ucu yanık” mendilini de almış bir kraliçe…
Gelinlere neden beş bir yerde takılır (beşi birlik) takılır?
Biliyorsunuz eskiden düğünlerde gelinlere beşibiryerde takılırmış.
Peki, neden 5 altın?
3 değil, 4 değil, 6 değil, 7 değil de 5?
Çünkü bunun kökeni Türk mitolojisine dayanmakta
Eski Türklerde (İslamiyet’ten önce) düğünlerde takılan takılarda aklımıza sadece altın gelmesin!
En değerli taşlardan gümüşe kadar değişiklik gösterebiliyordu bu takılar.
Lâkin değişmeyen şey sayısı idi.
Ne dört, ne altı, sadece beş.
Bu sayının neleri temsil ettiğini belirtmek gerekirse;
İnanç:
İlk sıradaki takı.
En büyük boydaki altın, taş vs. zaten büyükten küçüğe gider ya da birincisi en büyük diğerleri aynı boyda olurdu.
Birincisi gök tanrı manasına gelirdi ve gelin hanımın her vakit bu inançla yaşaması temenni edilirdi.
Devlet:
Gelin hanımın her vakit devletine, Türk milletine sadık kalması temenni edilirdi.
Aile
Daha önce de dediğim gibi aile çok önemliydi Türklerde ve gelin hanımın her daim ailesine bağlı kalması temenni edilirdi.
Töre
Cesaret ve sadakati temsil ederdi.
Ayrıca geline bozkurt simgeli bir de taç benzeri bir takı hediye edilirdi.
Ölüm ve sonrası
Bu evliliğin ve aile birlikteliğinin öbür dünyada da devam etmesi temenni edilirdi.
Ve en güzel detay da bu taşların, altınların vs. dizildiği ip de artık adı her neyse ip, zincir vs. gelini temsil ederdi.
Yani bu temennilerin hepsini bir arada tutan Gelin Hanım idi.
İşte beşi bir yerde geleneği böyle başlamış ve günümüze kadar ulaşmıştır.
Tabi artık bu anlamlar unutuldu gitti...
Bizim batıl inanç diye bildiğimiz birçok şey, eski geleneklerde bir anlam ifade eden asil adetler olarak görülüyor…