Geçen hafta kayınbiraderi ikna etmeyi başarmıştım.

Taksiyi satacaktık, bizim börekçi dükkânını da satacaktık ve koskocaman bir dükkan alıp börekçiliği büyütecektik.

Kayınbiraderi de işe ortak ederek hem bizimkilerin istediğini yapacak, hem de kayınbiradere iyi bir gelecek sağlayacaktık.

Her şey tamamdı.

Şimdi dört koldan koskocaman bir dükkan aramaya koyulduk.

Şartlarımız vardı tabi;

En az 150 metrekare olacaktı dükkân.

Çünkü içini bölerek evlere servis için bölüm kuracaktık.

Diğer yarısını da yine tezgâhta ve masada satış olarak kullanacaktık.

Zemin katıda olacaktı.

Zira orası hem su böreği, hem de Boşnak böreği için imalathane olarak kullanılacaktı.

Orası da bölünecek, her iki imalat birbirine karışmayacaktı.

Annem su böreğini yaparken, eşim Gülay da Boşnak böreği ile ilgilenecekti.

Sağa, sola herkese haber saldık.

Emlakçılar seferber oldular.

Fellik fellik dükkân arıyoruz.

Tabi her dükkân olmayacaktı, bütçemize uygun şartlarda olacaktı.

Bu arada biz elimizdeki dükkanı satacak, taksiyi satacaktık.

İşimiz oldukça engebeliydi yani.

Allah rast getirsin diye dua ediyordu annem sabah, akşam.

Bu arada bizim börekçi dükkânına müşteri çıktı.

Komple istiyorlardı.

“Gelsinler konuşalım” dedik.

Fiyat konusunda birbirimize çok yaklaştık ama problem çıktı.

O da annemdi.

İlk göz ağrım, onu nasıl bırakacağım diye dükkânın ortasında ağlamaya başladı.

“Satmayalım, bu da kalsın” diyerek, çocuk gibi iç çekerek ağlıyordu.

“Anneciğim bunu satalım ki yenisini alalım” diye ikna etmeye çalışsak da epey bizi uğraştırdı.

“Bir işi kadınlarla yapıyorsan, onların duygusal davranmalarına hazırlıklı olacaksın” derdi benim ustam.

Nitekim öyle de oldu.

Annemi üç günde zor ikna ettik.

Taliplerle anlaştık ve göz açıp kapayıncaya kadar dükkânı sattık.

İsim hakkı bizdeydi tabi.

“Misafir Börekçisi”

Taksinin satılması zor olmadı.

Taliplisi çoktu zaten.

Kayınpeder yılların taksicisi, onu en iyi fiyata satmayı başardı.

Elimizde yeni ve kocaman bir dükkân alacak kadar paramız vardı artık.

Paramızın değeri fazla kaybolmadan, hemen bir dükkân alıp, işimize bakmalıydık…

YAVRU KUŞ

Sosyal medyada bir yazı vardı “Paylaşılması” isteğiyle yayımlanmış.

Yazıyı okudum, gayet makuldü istek.

Nihayetinde hem doğada, hem de şehirde ortak yaşam sürdüğümüz, bize hiçbir zararı olmayan bu kuşlarla ilgili ne yapmamız gerektiğini anlatıyordu.

Şöyle giriş yapmış anlatıma:

“Diyelim ki balkonunuza veya pencerenizin önüne böyle yavru bir kumru veya başka bir kuş kondu.”

Ee doğru.

Bu birçok kez olmuştur.

Devam ediyor:

“Yarası yok, yavru olduğu üstündeki sarı tüylerinden belli.

Yürüyebilir kanatlarını açabiliyor ama gitmiyor.

Hemen yardım etmek için eve alacaksanız almayın!

Neden mi?

Çünkü muhtemelen o yavrunun ebeveynleri tarafından ilk uçuş anına denk geldiniz.

Ve siz göremeseniz de uzaklardan yavrusunu ve sizi izleyen anne babası mutlaka vardır.

Ona yardımcı olmak istiyorsanız balkona çıkmayın, onu ürkütmeyin ve gizlice izleyin olacakları.”

Doğru söze ne denir.

Biz kötü niyetle olmasa bile hemen içeri almak, ona yiyecek filan vermek istemişizdir.

Ama kazın ayağı öyle değilmiş.

“Ona yaklaşıp yardımcı olmaya çalışırken onu ürkütmeniz ve kontrolsüz bir uçuşla yola düşürmeniz çok olası.” demiş anlatan ve devam etmiş.

“Yem ve su da koymayın.

Başka kuşların de dikkatini çekip o yavruya doğal düşman olan türleri de çağırabilirsiniz çünkü.”

Bakın sonra ne oluyormuş.

“Anne baba ortalık güvenli olunca yavrusuna gelip onu besliyor.

Anne kuş yavrusunu açlıkla terbiye eder.

Büyüyünce yavrusunu yuvadan uzaklaştırıp gerçek hayata alışması için dışarıda besler.

Yavru ise yuvadan istemeye istemeye karnını doyurmak için çıkmak zorunda kalır.

Yavru açlık korkusuyla annesinin peşinde önce kısa uçuşlar yapar.

Sonra cesareti günden güne artınca uçmayı da böylelikle öğrenir.

İşte bu aşamada denk gelinen bir Küçük Kumru görsellerdeki.”

“Hikâyenin sonu mutlu sonla bitti.

Yavru annesinin peşinde başka balkona uçtu…”

Anlatıcı durumu şöyle özetliyor:

“Doğanın bize hiç bir zaman ihtiyacı yoktur.

Yuva yakınına yem su koymayın.

Annesi gelmiyor sanıp yavruyu eve taşımayın.

Soğuktan etkilenir diye yakalamaya çalışmayın.

Hiç ellememeniz inanın en iyisi.

Bir hayat dersini ortasından bölebilirsiniz.

Hatta yavruyu yere düşürebilirsiniz.

Anne kuş, yavrular tüylenip yuvaya sığmaz hale gelince yuvanın yakınlarında onları gözleyebileceği bir noktada yatar akşamları.

Gün içerisinde besleyip gider, pek yavrunun başında durmaz günden güne…”

“Bakın bu durumdaki yavruların çoğu, anlattığım bu hikâyedeki gibi insanların iyi niyetle yardımcı olmaya çalışıp ‘annesi terk etti sanılarak’ eve alınan kuşlar.

Maalesef ailelerinden koparılarak öksüz kaldılar.

Kumrular, kırlangıçlar, kargalar hatta baykuşlar.

Şehirlerimizi paylaşmak zorunda olduğumuz kuşlar.

Bu anlattıklarım çoğu tür için geçerli.

Aklınızda olsun.

Bu yazıyı paylaşarak, başka insanların da bu konuda bilgilenmesini sağlayabilirsiniz.” demiş Alper Tüydeş

Biz de paylaştık…

Olur da birilerinin başına gelirse en azından ne yapacağını bilirler…

FIKRA GİBİ

AMA GERÇEK

Cumartesi günü sizleri biraz düşündürmek, biraz güldürmek ve neşelendirmek için saklamıştım bu yazıyı.

Nasip bugüneymiş.

Bir öğretmenin anısıydı bı yazı.

Buyurun okuyun.

Daha yedi yaşlarında babamın çiftliğinde Traktörle çift sürüyordum,

Traktör, makine ve ekipmanlarına merakım daha o yaşlarda başlamıştı.

Öğretmen Okuluyla birlikte Çınarlı Meslek Lisesinin Radyo-Elektronik bölümünün gece eğitimini bitirdim.

Öğretmen okulunda öğrenciyken müdürümüz Tevfik Elmas'ın teşvikiyle, tarihte ilk defa Radyo-Elektronik kolunu kurdum. 

19 yaşımda bir dağ köyüne tayin olduğumda, bilgilerimi hayata geçirmeye can atıyordum.

O yıllarda Grundig marka transistörlü radyolar dokuz yüz,

Öğretmen maaşı da dört yüz elli liraydı.

Yani bir transistorlu radyo iki öğretmen maaşına, bu günkü değeriyle altı bin liraya satılıyor, milletimiz düpedüz soyuluyordu.

İzmir Çankaya Caddesinde elektronik hurdacıları vardı.

Atılmış radyo kondansatörleri radyonun kalbidir, gerisi kolaydı…

Hurdacıdan aldığım parçalarla bir radyo, otuz liraya mal oluyordu.

Öğretmenlik yaptığım dağ köyünün elinden marangozluk da gelen muhtarı İrfan, muhtarlık binasında bana yer verip bir de çalışma masası yaptı.

İşe koyulup radyo elemanlarını monte ettim.

En sona hoparlörü kalınca, muhtara;

-“Tut şu kablonun ucunu, hoparlörün dibine değdir” dedim.

Değdirdiği gibi oyun havaları patladı, Ankara radyosu çalıyordu!

Muhtar radyoyu kapıp sevinçle dışarı fırladı;

-“Öğretmenimiz radyoyu icat ettiii !” diye bağırarak köy meydanındaki kahveye koştu.

Köylü merakla kahveye doluştu.

-“Üleen! Dokuz yüz gaymelik iş bu muymuş” diyorlardı.

Onlar;

-“Öğretmenimiz radyo icat etti” dedikçe, Ben;

-“Değil başkası icat etti, ben imal ettim” diye uyarsam da, onlar inatla,

-“Sen icat ettin!” diyorlardı.

Önce muhtara, sonra da köylülerime radyo yapmaya başladım.

Muhtar radyolara kutu yapıyor, hoparlör çıkışının deliklerini açıyordu.

Kutunun yan tarafındaki kondansatör düğmesinden arama yapılıyor, skala olmasa da istasyonlar pekala bulunuyordu.

Kimseden para da almıyordum ama onlar da çeşit ikramla memnuniyetleri gösteriyordu,

Radyoya kavuşmaktan herkes çok mutluydu.

Bir gün, bizim Uzun Memet radyosunu ağaca asmış tarlada çalışırken, devriyeye çıkan jandarma başçavuşu görüp yakalamasın mı?

-“Nedir ülen bu?”

-“Radyo başefendi.”

-“Böyle radyo mu olur ülen?”

-“Öğretmenimiz icat etti.”

-“Neee, kaçak radyo yapmış, tut onbaşı, zabıt tut!”

Zaptı tutmuşlar.

O yıllarda öğretmenlerin milletvekili gibi dokunulmazlığı vardı.

Jandarma ya da polis karakoluna çağıramazlar, Milli Eğitim Müdürü ifade alır, gerektiğinde savcılığa sevk ederdi.

Milli Eğitim Müdürümüz Ahmet Bey, “Öğretmenimiz bana bir uğrasın” diyecek kadar kibardı.

Yanına varınca beni alıp kaymakama çıkardı ve;

-“O muhteşem mucit bu!” dedi.

Kaymakam suçumu yüzüme tebliğ etti.

Radyoların yıllık vergisi vardı ve vergi kaçakçılığı nedeniyle radyo başına para cezası kesiliyordu.

İzinsiz radyo imal etmek de casusluk gibi bir şeydi, yani sonu hapis cezası.

Savcılığa sevk etmemek için, önce takdir edip, sonra bir sürgün cezası ile işi kapatarak, Ödemiş, Bozdağlar’daki Kızılkeçili köyüne sürgün ettiler.

Soruşturma kapanmış ama yurdumun geri kalmışlığının yaraları kapanmamıştı.

Bahar aylarında Bozdağlar'a geldim, İsviçre gibi bir yer…

Bozdağlar'ın tepesinde son köy Karakeçili, buradan öteye sürülecek yer yok.

Köyü gezerken, içinde alabalıkların oynaştığı dere boyunda terk edilmiş üç su değirmeni gördüm.

Elektriklisi çıkınca, bunların pabucu dama atılmıştı.

Birinin suyu var, kapağı kapatınca tribünden çıkan su insana çarpsa parçalar,  yazık boşa akıyor.

O yıllarda hiç bir köyde elektrik yok, hafta sonunu dar ettim.

İzmir Sanayi Bölgesinde Manisalı Ahmet Tütüncüoğlu’nu buldum.

Derdimi anlatınca yardımcı olup, jeneratör için gerekli parçaları bulmamı sağladı.

Alternatör, voltaj aralığı sağlayan kolektör ve kondüktör, jeneratörün miline monte edilecek kayış ve tribün kanatlarını kaynak yapacağım değirmen çarkı.

Ahmet Bey, o iyi yürekli insan, hepsini köyüme kadar kendi cipi ile getirdi.

Bir kaç günde montajı tamamladım.

Köy kahvesine, okuluma, camiye ve köy meydanına kılavuz aydınlatma için kablolar çektim.

Açılış için akşam karanlığını seçtim.

Köylü merakla toplanmış bakarken, suyun kapağını açınca, ortalık gündüz gibi aydınlık oldu.

Suyun gücü neredeyse on beş köyü aydınlatacak elektriği üretebilirdi.

Köylü sevinçten çığlık atıyordu.

 -“Sakın öğretmenimiz icat etti diye kimseler söylemeyin, başıma iş açarsınız” diye hepsine tembih ettim.

O gece devreyi hiç kapatmadım, nasıl olsa bedavaydı,

Sabaha kadar efeler zeybek oynadı, kimi duayla, kimileri rakı içerek karanlıktan kurtuluşu kutladı.

İki gün sonra basıldık.

Tüm ilçe jandarması köyü basmıştı.

-“Emir aldık, sökün bunları yoksa fena olur” dediler.

Söktük.

Kasabaya indim ve “Sizin mevzuatınıza da, palavra eğitiminize” diyerek istifamı verdim.

Oradan denizlere açıldım.

Önce telsiz ve güverte vardiya zabitliği, ardından süper tanker süvariliği.

Yıllar sonra memlekete döndüğümde gördüm ki, değişen bir şey yoktu, sığırlar yine aynı yerde otluyorlardı…