Güzelim Çanakkale.

Tarihi, turistik yapısı, kültürü, tabiatı, yaşanmışlıkları ne güzel…

Güzel olmayan ne?

Sabah işe gelirken, yine Sarıçay kenarından sabah yürüyüşü yapıyorum.

Güneş, tam bahar havasında, İçini ısıtıyor insanın.

Rüzgâr meltem havasında esiyor,

Çay kendi halinde akıyor,

Martılar uçuşuyor,

Balıklar Çay'da havaya zıplıyor.

Kayıklar sabah suyuna balığa gidiyor,

Barbaros tarafı yeşil çimlerle örtülü,

Oksijeni bol havadan çekiyorum ciğerlerime…

Tüm bu güzellikleri çiğneyen,

Asabımı bozan,

Nefis duygularımı yok eden,

O görüntüleri fark edince,

Resmen "Yamuldum" diyebilirim.

Manzara aynen şu:

Çay kenarına belediye, "İnsanlar otursun" diye banklar koymuş.

"Çaya doğru baksınlar, relaks olsunlar.

Manzaranın güzelliği ile kendilerinden geçsinler" diye.

Peki birileri ne yapmış?

Gece banklara yerleşmişler,

Cips paketlerini açmışlar meze olarak,

Yanına bira dahil envai çeşit içkileri götürmüşler.

Hepsine eyvallah.

Olabilir.

Zira bu ülkede;

İçki içmek yasak değil,

İç içebildiğin kadar…

Yemek yasak değil,

Ye yiyebildiğin kadar.

Sohbet etmek yasak değil,

Sabah kadar sohbet et.

Ne dokunan olur,

Ne elleyen,

Ne de karışan…

Bu vatandaşlar hepsini yapmışlar.

Eyvallah…

Ama sonra?

Bu insanlar!

Şişeleri ve cips paketlerini çimlerin üzerine atmışlar,

Birini o tarafa birini bu tarafa…

Güzelim çimlerin üzeri savaş alanına dönmüş.

Yukarıda yazdığım tüm duygularım bir anda kayboldu.

İçim karardı, şekerim yükseldi.

Cep telefonum ile videoya aldım manzarayı.

Yoluma devam edip yürürken dedim ki;

Bu insanlarla mı yaşıyoruz?

Okudunuz ya,

Siz de bunlarla yaşıyorsunuz.

Gazete okusalar zaten bu kirliliği yapmayacaklar.

Biz de burada boşuna yazıyoruz.

Kime, neden?

Tek yapılacak şey, bu yapanları tespit edip, gerekli cezayı kesmek.

Cezanın kesildiğini de tüm vatandaşlara duyurmak.

"Bundan böyle kim ki etrafı pislete, cezasını bula" diyerek.

"Avrupa'da yok böyle şeyler" diyorlar ya, oradaki vatandaşlar medeniyetten değil kesilen ceza korkusundan yere çöp atamıyor.

Komşusunun, diğer vatandaşların ihbarından korktuğu için yapamıyor.

Geleyim şu kendisine "Hayvan sever" diyerek çöp kutularının yanına fasulye dökenlere.

Yahu kardeşim, siz hasta mısınız?

Pilav üzeri fasulyeyi neden çöpün yanına beton üzerine döküyorsun?

Koy bir kaba, öyle ver hayvana.

Senin kafan o kadar bile çalışmıyor mu?

Bu betona koyduğun fasulyenin sinek yapacağı, yerleri pisleteceği, temizliğinin zor olacağını düşünemiyor musun?

Güneşte kavrulup betonda kocaman bir leke yapacağını görmüyor musun?

Yapmayın kardeşim, siz hayvana iyilik yapmayın.

Etrafta yeterince "Yem" var zaten.

Adım başı yollara savrulmuş, kaldırımları kaplamış yemler dolu.

Siz fasulye vermeyin!

Fasulyeler arasında sigara paketleri var atılmış.

1 metre yanında çöp kutusu var.

Şimdi size soruyorum;

"Bu insan denilen varlık, hangi halet-i ruhiye içinde?"

GELİNLER DİKKAT!

Bir yazı okudum.

Diyor ki:

"Zekâyı ilgilendiren genler X kromozomunda bulunur.

Bu nedenle erkek çocuklar zekâlarını annelerinden alır.

"Kızlar ise,  iki ebeveynden de X kromozomu aldıkları için, zekâlarını hem anneden hem babadan alır."

Sonra da ilave edilmiş altına;

"Ancak zekânın en fazla %40'ı ebeveynden geçer, kalan %60 ise tecrübeler doğrultusunda edinilir."

Bu varsayımla yola çıkarsak;

Evli bir kadın kocasına "Geri zekâlısın" diyorsa, aslında direkt olarak kayınvalidesine "Geri zekâlısın" demiş olur.

Şimdi kadınlara sesleniyorum,

Kocalarınızın zekâsıyla ilgili ters bir şey söylerken, yanınızda kaynananız olmasın.

Allah muhafaza bir aile kavgasına sebep olabilirsiniz…

TOHUMU KİM EKER?

Bir zamanlar Çin'de bir adam o kadar aç ve bitkin düşmüştür ki, dayanamayıp bir armut çalar.

Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator'un karşısına çıkarırlar.

Hırsız imparatoru görünce ona şöyle söyler;

"Değerli efendim, çok açtım, dayanamadım çaldım ve yedim, beni affetmeniz için size yalvarıyorum. Eğer affedersiniz size paha biçilemez bir armağanım olacak."

İmparator dudak büküp;

"Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?" der.

Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatır ve:

"Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz...”

İmparator kahkaha atarak;

"Ek o zaman, altın meyveleri görünce belki affederim seni." der.

Yoksul adam;

"Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım. Bu tohumu ancak, 'Ömründe hiç çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri' ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür. Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz."

İmparator irkilir suratını asar, bir süre düşünür sonra da hırçın bir sesle;

"Ben imparator'um bahçıvan değil, o tohumu başbakana ver eksin, eksin de altın meyveleri görelim." der.

Yoksul adam, tohumu başbakana uzatınca başbakan telâş içerisinde imparatora dönüp itiraz eder;

"Ben ekim biçim işlerinde çok beceriksizim efendim, sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu hazinedar başı eksin."

Hazinedar başı da hemen bir bahane bulur ve bu görevi başkasına devreder.

Orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohum ekme görevinden kaçınırlar...

İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşünür, başı önünde başbakana, hazinedara ve bütün görevlilere dik dik bakıp;

"Haydi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim." der.

Cebinden bir altın çıkarıp yoksul adamın tutması için atar, sonrasında da herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer altın çıkarıp adama vermesini izler.

Sonra da gülerek;

"Haydi artık bas git buradan, bu günlük bu ders hepimize yeter!" der.

Gördünüz mü altın meyveler veren ağacın tohumunu?

Hani olmaz ya.

Bizde olduğunu varsayalım.

Ne olur acaba?

Tohum altın meyve verir mi?

ARILAR VE SİNEKLER

Arıları ve sinekleri, ağzı açık yatık şekilde duran bir şişeye koymuşlar.

Şişenin taban tarafını ışığa doğru,

Açık olan ağız kısmını da karanlığa doğru yerleştirmişler.

Arıların hepsi ışık olan tarafa doğru ilerlemiş.

Ama şişenin tabanı kapalı olduğundan dışarı çıkmayı başaramamışlar.

Bu arada sinekler, şişenin ağzına doğru doluşmuşlar ve dışarı çıkıp karanlıkta kaybolmuşlar.

Karanlık tarafta bulunan şişenin açık ağzına doğru tek bir arı bile gitmemiş.

Camın önünde ışığa doğru çabalamaya devam etmişler.

İnsanın aklına hemen arıların akılsızca davrandıkları geliyor.

Ancak daha derinlemesine düşününce;

"Karşımıza anıt gibi dikilen bir yaşam tarzı ortaya çıkıyor..."

Einstein'e göre; "Arılar olmazsa, insan ve doğa yaşamı 4 yıl sonra son bulur..."

Arılar nerede, hangi çiçek ile besleneceğini bilen,

Yüzlerce kovan arasında kendi kovanını bulabilen,

Ve o kovanın yüzlerce peteği arasından kendininkine yumurtlamayı hiç şaşırmadan uygulayabilen bir canlıdır...

Ve bu olağanüstü canlı nasıl olur da şişenin ağzını bulup çıkamaz?

Kuşkusuz Işığa doğru yürüyenlerin önünde her zaman engeller olacaktır...

Onlar, engellere rağmen ışıktan vazgeçmeyeceklerdir...

Ve bu uğurda da gerektiğinde ölmeyi göze alabileceklerdir.

Sinekler ise karanlığa doğru sıvışan kaçaklardır.

Hiç umursamadan karanlığa doğru yürüyenlerdir.

Sinsi, ilkesiz, yüreksiz, korkak, bencil varlıklardır.

Sadece kendi yaşamları değerlidir.

Nerede yemek varsa, nerede rahat yaşayacaklarsa, nerede çok para kazanacaklarsa oraya giderler.

Değerlerin bir önemi yoktur...

Arıyı kovalamak isterseniz o kaçmaz, sizinle savaşır.

İğnesini sapladığında öleceğini bilerek savaşır.

Ve değerleri için ölür.

Ama sinekler kaçarlar.

Sonra yılışık yılışık tekrar dönerler terkettikleri yere...

Mikrop taşıyan ayaklarıyla yaşadığımız her yeri ezerler…

Arılar yumurtalarını yalnızca kovanlarına bırakırlar.

Oysa sinekler her yere yumurtlar, her yerde ürerler.

Çöplüklerde, tuvaletlerde, bataklıklarda…

Onlar için yumurtalarını bırakacakları yerin bile hiç önemi yoktur.

Sinek olup karanlığa mı?

Arı olup aydınlığa mı?

Her insan kendi karar veriyor.

Arı olan da var, sinek olan da…

(Alıntı)

KADIN MUCİT:

MARGARET ELOİSE KNİGHT

Margaret Eloise Knight: 1838-1914 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir mucit ve sanayici.

Özellikle "Kağıt torbaların alt kısmının düz ve dikdörtgen şeklinde olmasını sağlayan bir makine icat etmesiyle" tanındı.

Bu buluş, günümüzde kullanılan modern kağıt torbaların temelini oluşturdu.

Margaret Knight, 1838 yılında fakir bir ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya gelmesiyle başladı.

Babasının vefatından sonra ailesiyle New Hampshire’da yaşamaya başlayan mucit, bu dönemde pamuk fabrikalarında çalışan erkek kardeşlerine öğle yemeği götürüyordu.

İşte tam da bu ziyaretlerinden birinde hayatının dönüm noktası olacak bir kaza yaşandı.

Çelik uçlu bir dokuma mekiği düşerek bir işçiyi yaraladı.

Bu nahoş durum, Margaret Knight’ın kıvrak zekasını harekete geçirdi.

Fabrikanın ve işçilerin güvenliğini artırmak için mekiklerin bir kapakla donatılmasını sağladı.

Knight’ın bu icadı birçok fabrikada uygulansa da mucit bu ilk icadı için patent almadı.

Uzun yıllar birçok farklı işte çalıştıktan sonra Massachusetts’de Columbia Kese kağıdı Şirketi’nde işe başlayan Margaret Knight, eliyle yassı tabanlı kese kağıdı üretmekteydi.

Bir hafta boyunca yaptığı on saatlik mesai karşılığında 1,5-3,5 dolar kazanıyordu.

Erkek bir işçinin kazandığının üçte biriyle işçilerin yaptığı işi yapacak bir makine geliştirmeye karar verdi.

Yoğun uğraşlar sonrası nihayet yassı tabanlı kese kâğıdı üretme makinesinin prototipini yapan mucit, otuz kişinin yaptığı işi yapabilecek bir makineyle bu ağır ve maliyetli işe bir çözüm buldu.

Bu sefer icadının patentini almaya kararlı olan Knight, makinesinin demir bir modelini hazırlatmak için makineyi, bir makine atölyesine götürüp sert metalden bir kopyasını yaptırdı.

Her şey iyi gidebilirdi, ancak Charles Annan adlı bir kopyacı atölyeye uğramasaydı.

Annan makineye sadece bir kez baktı ve makine için kendi adıyla patent başvurusu yaptı.

Ancak Margaret Knight, hakkını aramaya kararlıydı ve taklitçisini dava etti.

Annan’ın savunması; kadınların bir şey icat edemeyeceği ve dolayısıyla bu icadın da Margaret Knight’a ait olamayacağı yönündeydi.

1800’lerde kadınların erkeklerden çok daha az ücretlere çalışıp ikinci sınıf muamele gördüğü göz önünde bulundurulduğunda, bu sav çok da şaşırtıcı değildi.

Ancak Knight yılmadı ve makineyi icat ettiğini doğrulayacak tanıklar topladı.

Mucidin fabrikasındaki patronundan teknisyenine kadar birçok kişi Margaret Knight’ın makinenin mucidi olduğunu kanıtlar yönde ifadeler verdi.

Tüm bunlar nihayet işe yaradı, Knight davayı kazandı ve 1871’de icadının patentini almayı başardı.

Hayatı boyunca 80'den fazla patente imza attı ve kadınların mucitlik alanında öncülerinden biri oldu.

1914'te hayatını kaybetti. 

Margaret Knight, 19. yüzyılın en önemli kadın mucitlerinden biri olarak kabul edildi.

Çalışmaları, endüstriyel tasarım ve günlük yaşam ürünlerinde büyük bir etki yarattı.

Özellikle kâğıt torba endüstrisindeki katkıları, bugün hala kullanılan standartların temelini oluşturdu.

Knight, bir kadın olarak o dönemde erkek egemen bir alanda başarılı olmasıyla da feminist tarihinde önemli bir figür oldu.