Bilmem Devlet hastanesine hiç işiniz düştü mü?
Allah düşürmesin tabi.
Kimsenin hasta olmasını istemem.
Ama ya düşerse?
Biz annem için gittik.
Evde sağlık tarafından yapılan tahliller sonucu 16.29’da gelen telefonla hareketlendik;
“Annenizin kanı düşük, acilen kan verilmesi lazım…”
“Ne yapmamız lazım?”
“112’yi arayıp hastaneye acil olarak giriş yapın…”
Derhal 112 acili aradık ve ambulans istedik.
Çok geçmeden ambulans geldi.
“Tahlilleriniz hangi hastanede yapıldı?”
“Bilmiyoruz. Evde sağlık birimi bilir.”
“Peki size hastaneye gitmeniz lazım diyen doktor kim?”
“Bilmiyoruz. Evde sağlıktan aradılar. Peki neden soruyorsunuz?”
“Tahliller hangi hastanede yapıldıysa oraya götürelim hastamızı.”
“10 98’den aradılar”
“O halde devlet hastanesidir. Oraya götürelim.”
“Ama bundan 6 ay önce de aynı şey olmuştu, ambulans Araştırma Hastanesine götürmüştü…”“?”
Nihayetinde annemi Mehmet Akif Ersoy Devlet Hastanesine götürdüler.
Acilden giriş yapıldı zaten.
Annemin damarları çok ince olduğundan damar zor bulunuyor.
Bu sebeple çoğu zaman sağlık çalışanları, hemşireler damar yolu takmakta zorlanıyorlar.
Ama şunu söylemem gerekse, Evde Sağlıkçılar 1 numara.
Tek seferde annemin damarını buluyorlar.
Bu sebepten ötürü damar yolu açmaya gelenlere annemin canını fazla yakmamaları için refleks olarak “Damarları incedir, zor bulunuyor” demek zorunda kalıyorum.
Aslında haddime değil tabi işlerine karışmak, onlar da muhakkak görüyorlardır.
Ama tek amacım annemin kolunun acımaması.
Ne yazık ki hemşirelerimiz de bunu “Beceriksizlik” olarak üzerlerine alıyorlar.
Sonra ne oluyor?
Çoğu en az 3 yerini delerek damar yolu takıyor.
Peki ne oldu bilin bakalım?
Yazmak istemiyorum.
Neyse.
Sonunda damaryolu ile kan alınıp bakıldı.
Doktor hanım gelerek anneme kan verilmesi gerektiğini söyledi.
Ancak bu saatten sonra kan bulmak, hazırlamak uzun süreceğinden işlemin sabah başlayacağını ve annemi o gece hastaneye yatıracaklarını söyledi…
Annem 93 yaşında.
Aslında durumu iyidir.
Herhangi bir yatalak durumu yok.
Kendi işini kendisi görüyor.
Ama “Hastanede yatacak” denilince “Yatmasak da yarın gelsek?” deyiverdi.
Doktor hanım, “Sizi geri göndermek riskli, kan epey düşük…” dedi gitti.
Ortada bir paradoks oluştu;
“Madem kan yok gidelim” diyoruz “Risk var” deniyor,
“Madem risk var” neden kan vermek sabah kalıyor?
(Sabah dediğine bakmayın, daha anlatacağım size kanın ne zaman verildiğini)
Biz o gece yattık.
Nereye?
Dâhiliyede yer olmadığından başka bir servise.
Yerimiz gayet iyiydi.
İlgi, alaka iyiydi.
“Kan vermemiz için, Kızılay’a gidip annenizin adını söyleyerek kan vermeniz gerekiyor. Her hangi bir kan grubu olabilir” dediler.
“Annemin acilen kana ihtiyacı var, doktor hanım eve bile göndermedi riskli olduğu için. Şimdi kan verilmesini mi bekleyeceğiz?” desek te nafile.
“Bizim ekrana kan düşmeden veremiyoruz” cevabı aldık.
Hemen girişimlerde bulunduk, sosyal medya filan.
Ben ve çocukları belli yaş üzerinde olduğumuzdan zaten veremiyoruz (daha doğrusu almıyorlar) nihayet benim kızım ve 2 arkadaşı gidip kan verdiler.
Biz zannediyoruz ki hemen gelecek ve takılacak.
Nerdee?
Ekran akşam saat 19.00’da açılıyormuş.
O saatten sonra bir kan geldi.
Taktılar.
Diğerini de sabaha takacağız dediler.
Sağlam olan annem, 2 gece hastanede kalınca resmen hasta oldu.
Şimdi gelelim şu kan meselesine.
Ben zamanında oldukça fazla kan bağışında bulundum Kızılay’a.
Bunu da söyledik.
O vakitler bizden kan alınırken, “İleride kan lazım olduğunda önceliğimizin olacağını” söylemişlerdi.
Hiç faydası olmadı.
İşin başka boyutuna bakalım;
Diyelim te Erzurum’dan buraya gezmeye geldiniz. Oldu ya, hastalandınız ve kan ihtiyacınız doğdu.
Ne olacak?
Bu insan kimi bulacak bağış yapacak?
Bulamadığı için “Bu seferlik olmadı, başka sefere mi” denilecek?
Bence bu işte bir aksaklık var.
Acilen halledilmesi lazım.
Anneme (kan değerleri düşük olduğu için acil verilmesi gereken kan geç verildiğinden dolayı) bir şey olsaydı sorumlusu kim olacaktı?
Madalyonun diğer tarafına bakalım.
Daha önce de söylediğim gibi annemi 6 ay önce de Araştırma Hastanesine götürmüştük.
Aynı gün 2 ünite kan vererek bizi taburcu etmişlerdi.
Ne kan istediler, ne de bağış?
İşte size iki hastane.
İşte size iki uygulama.
Peki neden böyle?
Bilemedim.
Ama (kimse kusura bakmasın) 6 ay sonra annemi Araştırma Hastanesi’ne götüreceğimden hiç şüphem yok…
Hastanede yaşadıklarıma gelince;
İlk günün sonunda, “Teyzeyi kendi servisine yollayacağız, yatak boşalmış orada” dediler.
“Olur” dedik.
Annemi yatağından kaldırarak, giydirdik ve tekerlekli sandalyeye oturtup, bir kat aşağıya götürdük.
Kolay değildi tabi, bir ritüel yaşıyorduk.
Giydir, bindir, asansör bekle (ki bu ayrı sorun), aşağıya indir, bekle…
Oranın hemşiresi “Ayşe teyze değil mi?” dedi. (Hasta ismini bilerek yanlış yazdım)
Dedik ki “Hayır, …. Er.”
“Aaa!” dedi hemşire, “biz hâlbuki Ayşe teyzeyi istemiştik!”
“Biz o teyze değiliz”
“Yanlışlık olmuş galiba, siz hastamızı geri götürün diğeri gelecek.”
İki servis arasında anlaşmazlıktan dolayı bir müddet sonra biz yine aynı yerimize geri döndük.
Döndüğümüzde bu sefer oradaki hemşire; “Neden geri getirdiniz?” diye sorduk.
“Biz sizi göndermiştik hâlbuki” deyince,
“Hastanın iki kere ismini sordum annenizin ismini söylediler bana” dedi ve ekleyerek, “Siz geri götürün en iyisi” dedi.
Benim şeker yükseldi ve kafamın tası attı.
“Hemşiranım, bir karar verseniz de 93 yaşındaki annemi hastanede, tekerlekli sandalye üzerinde ve asansörlerde dolaştırıp durmasak ha, ne dersiniz?” demişim.
Neyse biz sonunda tekrar eski odamıza geri döndük…
Hastalardan biri dedi ki; “Bu iki servis arasında bir şey var zaten…” dedi.
Ben bilemem var mı, yok mu?
Ama hiç hoş olmadı anneme karşı…
Şimdi,
Bu olayı yazmamdaki sebep birilerini zan altında bırakmak, birilerini birilerine şikâyet etmek değil tabi.
Ortadaki yanlış giden bir şeyleri ortaya koymaktı amacım.
Herkes biraz daha ciddi olsun lütfen.
Zira biz yaşadık, başkaları yaşamasın yeter…
YAŞAMAK HATIRLAMAKTIR
“Sanat Günü” olması sebebiyle sosyal medyada gördüğüm bu yazıyı, paylaşmak istedim sizlerle.
Ülkü Tamer1998 yılında, “Yaşamak Hatırlamaktır” adlı kitabında yazmış bu anısını.
1960'ların sonlarında, “Varan” firmasının gece otobüsüyle, İzmir'den İstanbul'a dönüyorum.
“Varan” deyip geçmeyin.
O sıralarda Varan, bir “Düzey göstergesi” idi.
Öyle her önüne gelen binemezdi Varan'a…
Ben bindim.
Sırtımda tişört, bacaklarımda kot pantolon.
Sakalım bir karış uzamış.
Öteki yolcular şık mı şık.
Bana bakıp, “Bu herif nereden bindi bu otobüse!” diye düşünüyorlar.
Hele yanımdaki adam! “Merhaba” bile demedi.
Nefretle bakıyor bana.
Neredeyse ayağa kalkıp benim adıma öteki yolculardan özür dileyecek.
Hostes, herkese “İkram ettiği” kolonyadan bana birkaç damla “Lütfen” damlatıyor…
Gece saat bir sularında otobüs Balıkesir'de, büyük bir otelin önündeki lokantada durdu.
Yemek molası…
Uyku sersemi otobüsten inerken adımın söylendiğini duydum:
“Aaa! Ülkü!”
Birileri yanaklarımdan öpüyor!
Baktım: “Gazanfer Özcan, Gönül Ülkü, Adile Naşit!”
Balıkesir'de turnedelermiş.
Oyundan sonra yemek yiyorlar. Kucaklayıp masalarına götürdüler beni.
Otobüse çağrılıncaya kadar çene çaldık.
Adile Abla, penceremin önüne kadar gelip el salladı…
Yola koyulduk yine.
Herkes bana bakıyor!
Yanımdaki yolcu, gülümseyerek;
“Beyefendi, siz de sanatçı mısınız?” diye sordu…
“Hayır” dedim.
“Gazanfer Beylerle pek samimiydiniz de…”
“Tanışırız” dedim.
Hostes kolonyayla geldi, bol bol döktü elime.
Teşekkür ettim.
Şişeyi çekmiyor.
“Rica ederim, biraz daha buyurun” diyor…
Pek mutluydu.
Varan'ın şerefi kurtulmuştu çünkü…
İMAMOĞLU
Bazı kesimler “İyi oldu İmamoğlu tutuklandı” derken, bazı kesimler de “Neden tutuklandı?” diye soruyor.
Bakın anlatayım:
Hoca bir gece mezarlıktan geçerken aniden ayağı kayar ve eski bir mezarın içine düşer.
O anda aklına geceyi orada bir ölü gibi geçirerek yazıcı melekleri görme fikri gelir. Hemen yatar ve beklemeye başlar.
Bir süre sonra mezarlığa yaklaşmakta olan fincancı kervanından yükselen katırların çan sesleri, katırcıların konuşmaları, homurtular derken iyice yaklaşan seslerden korkan Hoca, “Kıyamet vakti geldi” sanarak dışarıda ne olduğunu görmek için mezardan dışarı çıkmış.
Bir anda yarı çıplak Hoca'yı gören katırlar ürkmüş.
Hortlak görmüş gibi her biri bir tarafa kaçışan katırlar bütün yükleri yerlere yuvarlar, fincanları zayi ederler.
Bunun üzerine sinirlenen fincancılar koşup Hoca'yı yakalarlar:
-“Be adam gecenin bir vakti ne yapıyorsun burada?” derler.
Hoca korkudan kekeleyerek:
-“Be… Be… Ben öbür dünyadan geldim. Bir bakayım burada işler nasıl gidiyor dedim?” deyince adamlar Hoca'ya inanmayan adamlar onu bir güzel pataklarlar.
Pür perişan eve dönen Hoca'yı telaşlı karısı karşılar:
-“Eee, anlat bakalım ne bu halin? Öbür dünya nasıl? Ne var?”
Hoca biraz vakurlu, biraz üzgün:
-“Vallahi” demiş, “Fincancı katırlarını ürkütmezsen her şey çok güzel…”
İmamoğlu’nun durumu hoca ile aynı galiba.
Fincancı katırlarını ürkütmüş olacak ki, başına gelmedik kalmadı…
GÜNÜN FIKRASI
“Üniversitelerde hesapsız kitapsız bölümler açılıyor, ondan sonra ortada yüzlerce, binlerce devletten kadro bekleyen üniversiteliler.
Bu çocukların hayallerini yıkmaya kimin ne hakkı var ya? Kimin ne hakkı var?”
“Dolayısıyla, eğitim devrimi şart! Liselerde bu ezbercilik nedir ya? Kaldıralım bunu ya, herkes yeteneğini keşfetsin. Yani şimdi herkesi eşitliyoruz. Neyle? Aynı sorularla.”
“Niye? Niye? Niye? Sebep ne? Sebep ne? Niye, niye, niye, niye? Bırakın bu ülkenin değerleri, kendi içsel fark edişlerin önünü açalım. Şimdi benim bir torunumun sosyal zekâsı çok güçlü, diğer torunumun ben zekâsı. Niye ikisini eşitliyoruz? Bırak, o sosyal zekâsıyla sıyrılsın, çıksın kendi yeteneklerine göre o da.”
Bunları söyleyen?
Metin Külünk.
Kim?
Rize ilçesi olan Güneysu’lu bir ailenin çocuğu.
TBMM’de 24, 25 ve 26. dönem Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) İstanbul milletvekilliği görevi yapmış.
Mart 2021'de AK Parti Yönetim Kurulu Üyeliğine atanmış.
Bilmeyenlere hatırlatayım:
AKP bu ülkede 23 senedir tek başına iktidar…
Yakında bunu da CHP’den bilirler…
KARŞI TARAF
Bu aralar hiç dikkat ettiniz mi bilmem.
AKP’liler kendi yaptıklarını, sanki muhalefet yapmış veya yapıyormuş gibi konuşarak yeni bir politika devreye soktular.
Bunu fark edenler şunu söylüyor;
“Aynı Goebbels taktiği…”
En son şu haberi okudum:
İçişleri Bakan Yardımcısı şöyle diyor:
“Şu anki yapılan iş Özgür Bey’in kendi koltuğunun sağlamlaştırma iddiasından başka bir şey değildir.”
BAŞKA BİR FIKRA
Eski İstanbul’da bir yaptığı veresiye alışverişlerde pek borcunu ödemeyen bir memur varmış.
Bir gün bir alışverişteyken çarsıyı denetleyen belediye başkanı adı Mehmet olan bu adama da hal hatır sormuş:
-“Ooo! Mehmet Efendi nasılsın?”
-“İyilik efendim, alışveriş yapıyorum.”
Bu cevap üzerine ağzı Mehmet Efendi'den yanan dükkân sahibi hemen atılmış:
-“Vallahi efendim şu ana kadar yalnızca aldı. Çok şükür daha bir şey verdiğini pek görmedik…”