Geçen haftadan bildiğiniz üzere bizim hatunların “Misafir Börekçisi”nin açılışını belediye başkanı ile yapmıştık.

Ertesi günü pazar olduğundan açılış gününün yorgunluğunu atarak ve de kahvaltı sırasında kritikler yaparak geçirdik.

“Başkan çok beğendi, eşini de alıp gelecekmiş” gibi onore edici laflar epey geçti sohbetimizde.

Daha önce de anlattığım gibi bu börekçi için oldukça fazla miktarda masraf yapmıştık.

Şimdi onları ödeme zamanı geldi.

Gelmesine geldi de para kazanabilecek miydik?

Herkes pazartesiyi beklemeye başladı.

Öyle ya; “Bismillah” diyerek kapı açıldıktan sonra ne olacağını pek kestiremiyorduk.

Annem, “Bir kere yesinler hele, gerisi kolay. Hepsi böreğin müdavimi olurlar” diyerek sürekli olarak iddiasını ortaya koyuyordu.

Pazartesi günü bizimkiler büyük heyecanla sabahın köründe yola koyuldular dükkânı açmak için.

Hemen mutfağa girerek en az 5 tepsi böreği yapmışlar.

Tezgâhtar kızımız ile garson çocuk da erkenden gelmişler zaten.

Gözler kapıda beklemeye başlamışlar.

Sabah erkenden işe gidenler uğramış seyrek halde.

İlk müşteriden para almamışlar, “Bereketli olsun… Gözümüz parada değil, insanlıkta” dercesine ama o müşteri yine de bir siftah atmış dükkânın ortasına.

Eskiden adetti, o para çerçeveletilip duvara asılırdı, bakıyorum da son zamanlarda açılan dükkânlarda böyle bir adet kalamamış.

Zira duvarda hiç çerçeveli para yok.

Belli bir saatten sonra müşteri basmış dükkânı, yetişmekte zorlanmışlar.

Öğleye doğru sakinleşen müşteri çokluğu, akşama doğru yine kalabalıklaşmış.

Zaten dükkan sabahtan akşama kadar dolu olacak değildi ya.

Millet her daim börek mi yiyecekti yani?

İlk açılış günü hasılat pek fena sayılmazdı ama annemin beklediğinden azdı.

Annem hala ısrar ediyordu; “Böreğin tadını alan doldurur burayı, merak etmeyin…”

Ertesi günü müşteriler sabahtan yoğun gelmeye başladı.

Neredeyse kuyruk olacaktı.

Annem, “Dememiş miydim?” diyerek böreklerini yapıyordu sürekli.

Hakikaten de o gün hiç boş kalmadı dükkân.

Herkes “Fiyatı da uygunmuş, çok güzeldi, hiç böyle güzel börek yememiştim ellerinizi sağlık, Allah bol müşteri versin” gibi iyi niyetli dilekleriyle bizleri motive ediyorlardı.

Biz müşterimizin “Sadece suböreği değil, başka börekler de yapasınız? Çeşit olur” demesiyle kafalar karıştı bizim.

Akşam eve gittiğimizde annemin ısrarla “Su böreği bize yeter” demesiyle, ben ve eşimin “Aslında müşteri haklı, seçenek olur” şeklindeki fikrimiz çarpıştı.

“Zaten su böreğini zor yetiştiriyoruz, diğer börekleri kim yapacak?” diyen annem işi yokuşa sürüyordu.

Eşim “Halamı çağıralım, çok güzel Boşnak böreği yapar” deyince annem golü yemenin üzüntüsüyle, “Ne yaparsanız yapın. Ben su böreğimi yaparım, başka şeye karışmam” dedi.

O günden sonra biz başka börekler de yapmaya başladık.

Dükkân müşteri kaynıyordu.

Yetişmek için didiniyorduk.

Bir zaman sonra börekçi dükkânı bize yetmemeye başladı.

Ortak görüş şuydu; “Dükkânı büyütmeliydik…”

YAŞLANMAK

Cicero’ya yaşlılığında şu soru sorulmuş:

“Üstad, yeniden gençliğe dönmek ister miydiniz?”

Şu cevabı vermiş:

“Yarışı birinci bitiren bir at, neden bir daha başlangıç çizgisine dönmek istesin ki…

“Ben her zaman yaşlılar gibi olgun düşünen gençlere,

Gençler gibi neşeli olan yaşlılara hayranımdır.

Zaten neşeli olanlar hiçbir zaman yaşlanmazlar.

‘Yaşlanmak ve yaş almak,’

Gençlik bir hayat devresi değil,

Bir akıl halidir.

Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur.

İnsan;

Kendine olan güveni kadar genç,

Kuşkusu kadar yaşlı,

Cesareti kadar genç,

Korkuları kadar yaşlı,

Umudu kadar genç,

Bezginliği kadar yaşlıdır.

Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz.

İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir.

Kalbi sevdikçe, 

Neşe duydukça,

Güzellikleri fark ettikçe,

Beyni yeni şeyler keşfettikçe

Herkes gençtir.

İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar,

Hâlbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.

İnsan,

Yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”

W. E. Glads

KEÇİ POÇÜ

Bu yazıyı sosyal medyada görünce aklıma bir asker anım geldi.

Eğitim alanındayız, komutan (Asteğmen) bize ıssız bir çölde, bir ormanda kalırsak yönümüzü nasıl bulacağımızı anlatıyor.

“Karınca yuvalarına bakarız, ağaçların yosunlarına bakarız vs.”

Epey anlattıktan sonra sordu; “Başka bildiğiniz yön bulma yöntemi var mı?” diye.

Ben “Var komutanım” dedim.

Muzip olduğumu bildiğinden pek söz vermek istemese de benim ısrarlarım karşısında “Söyle bakalım” demek zorunda kaldı.

“Komutanım… Bizim orada kuzey yönünü poyrazın esmesinden biliriz” dedim.

“Nereden bileceğiz peki poyraz estiğini?” diye sordu hemen.

“Komutanım, keçiler sıcak havalarda serinlemek için arkalarını serin esen poyraza doğru dönerler, oradan biliriz…”

Komutan bir an için durdu.

Söylediklerim doğru muydu, yoksa kafa mı yapıyordum.

Pek kestiremedi.

Sonunda, “Tamam ama her zaman keçiyi nereden bulacaksın” diyerek geçiştirdi.

O günden sonra “Keçi metodunu bulan adam” olarak anıldım bölükte.

Şimdi başta da yazdığım üzere sosyal medyada bulduğum o yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum…

Yörüklerin yaşam koşullarını belirlemede doğayı ve hayvanları gözlemlemek önemli rol oynar.

Gerçek yaşanmış bir hikâyeymiş bu.

Olay Silifke ve Mara yaylası arasında geçer.

Silifke müze müdürü Şinasi Başal’ın anlatımı ile:

“Ağustos ayında bir cumartesi günü bölgede araştırma yapan iki Alman müzeye geldi.

Sabah çayını içerken, ‘Kırobası tarafına gideceklerini’ söylediler.

Ben de ‘Hava normalden sıcak bugün çıkmayın’ dedim.

Gidecekleri yer 1400 rakımlı ve çok fazla derenin olduğu bölgeydi.

Onlar ‘Biz hava durumunu aldık yağmur yok’ dediler.

Ben de ‘Uzuncaburç’a varınca bekçiyle görüşün’ dedim.

Bunlar Uzuncaburç'a varırlar.

Bekçi ‘Bugün çıkmayın hava bozacak’ der.

Bunlar, ‘Hava pırıl pırıl gideceğiz’ derler. Bekçi de der ki; ‘Bakın karşıda dört keçi var. Keçiler pöçusunu kapatmış yağmur var’ der.

Almanlar keçinin pöcusunu sorarlar.

O da ‘Keçinin k.çı’ der.

Almanlar gülerler ve yollarına giderler.

Ben de arasıra dağa bakıyorum.

‘Akşam üzeri Toroslar karardı. İnşallah başlarına bir şey gelmez’ dedim.

İki saat sonra bekçi aradı;

‘Müdürüm, Almanların arabası sele kapılmış, jandarmayla gittik, onları aldık ama arabayı çıkaramadım’ dedi.

Hemen Uzuncaburç’a gittim.

Beni görünce Alman Hansgerd; ‘Müdür bir kelime daha öğrendim. Pöçu çok önemli bir kelime’ dedi.

Büyüklerimiz hep söylerdi.

‘Bu yıl kavaklar tepeden yaprak döküyor kış çetin geçecek.’

Yine, ‘Bu yıl ayvalar çok tutkun kış çetin geçecek’ diye.

Doğanın içinde yaşayan insanlar için doğayı gözetlemek bin yılların birikimi ile kuşaktan kuşağa aktarılarak öğrenilen bir değer.

Bu insanlar o dağlarda var olduğu sürece de öğretmeye ve öğrenmeye devam edecektir.”

(Gönül Keskin, Fotoğraf: Ahmet Bozkurt, Gündoğmuş)

İşte böyle.

Ben de askerde keçiyi tutturmuşum ama arkasının ne işe yaradığını pek tutturamamışım doğrusu…

MARTENİÇKA VE LEYLEKLER

Mart ayın geldiğinden beri milletin kolundan eksik olmadı bu marteniçkalar.

Bir ritüel olduğu belli.

Tak koluna, leylek görürsen çıkarıp çiçekli bir ağacın dalına dilek tutarak as.

Şöyle anlatılıyor;

Bulgaristan ve Kuzey Makedonya'da yaygın olan geleneksel bir el yapımı takıdır.

Marteniçka, genellikle beyaz ve kırmızı ipliklerin örülmesiyle yapılır ve “Baba Marta” adlı geleneğe dayanan bir kutlama sırasında takılır.

1 Mart'ta başlayan bu kutlama, kışın sonunu ve baharın gelişini simgeler.

Marteniçka, “Pirilika” ya da “Peseva” gibi takılarla da bilinir ve genellikle iki renkli ipliklerin örülmesiyle yapılır.

Takılar, insanların sağlığını ve mutluluğunu simgeler.

Ayrıca, Marteniçka takan kişilerin erken baharın güzel günlerini kutladığına inanılır.

Marteniçka, çoğu zaman bileğe veya boyna takılır.

Bir başka gelenek, Marteniçka'nın, ilk kuşun görülmesiyle birlikte çıkarılmasıdır.

Biz de kırlangıç veya leylekler görüldüğünde (göçmen kuşlar olması sebebiyle) çıkarılıyor.

Şimdi de size bununla bağlantılı olarak leyleklerle ilgili bir alıntı aktarmak istedim.

“Seksenlerin başında Ankara’da öğrenciydim” diyor yazan.

Meryl Streep’in başrolünü oynadığı “Sophie’nin Seçimi” filmi Akün Sineması’na yeni gelmişti.

Meryl Streep’in bu filmdeki performansı ona 1982 yılının en iyi kadın oyuncu Oscar’ını getirmişti.

Hayatı boyunca çok sayıda ödül almasına rağmen benim için en iyi oyunculuğu hala Sophie’nin Seçimi’ndedir.

Yaklaşık iki buçuk saat süren filmin son sahneleri çok çarpıcıydı.

Sophie diğer Yahudi ve komünist direnişçilerle birlikte Polonya’daki Auschwitz toplama kampına götürülür. Yanında oğlu, kucağında ise küçük kızı vardır.

Kampa geldiği ilk gün bir Nazi subayı ona çocuklarından birini seçmesini söyler. Çocuklarından sadece birini ölüme göndermek Nazilere göre Yahudi olmayanlar için bir ayrıcalıktır.

Sophie direnir, çocuklarını vermek istemez. Naziler oğlunu çekiştirerek almaya çalışırken Sophie’nin dudaklarından istem dışı şu sözler dökülür:

“Oğlumu bırakın! Kızımı alın!”

Pamuk yumaklarını andıran yavrular yuvanın ortasında birbirine sarılmış kıpraşırken, anneleri onları seyrediyordu.

Leylek yavruları için yiyecek toplamak için uzun bir uçuştan sonra hiçbir yere konmadan tekrar yuvaya dönmüştü.

Neden bu zamana kadar beklemişti ki?

Soğuk günlerde onları korumak için üzerlerine yatmış, yağmurlu günlerde kanatlarını açmış ve ayakta bir çatı gibi saatlerce beklediği olmuştu.

Şimdi ise çok zor bir kararın eşiğindeydi.

Gözlerini en küçük yavrudan alamıyor, yuvanın kenarında kıpırdamadan onu izlerken küçük yavru başına geleceklerden habersiz annesine gagasını uzatarak aç olduğu duyurmaya çalışıyordu.

Göç mevsimine çeyrek kala diğer yavrular gelişirken o hala küçücüktü. Oysa en büyük ağabey kanatlarını şimdiden çırpmaya başlamış, ilk uçuş talimlerine hazır olduğunu annesine gösterme çabası içindeydi.

Küçük kuşun büyük kardeşlerine yetişmesine olanak yoktu.

Üstelik onların kısa zamanda gelişip göçe katılmaları için daha çok yiyeceğe ihtiyaçları vardı.

Leylek yavrulara kararsız bir adımla yaklaştı ve en küçük kuşu gagasıyla aldı. Tekrar yuvanın kenarına geldi.

Küçük leylek dahil bütün kardeşler çığlık çığlığa bağrışıyorlardı.

Leylek gagasındaki yavruyu usulca yuvanın kenarından aşağıya bıraktı.

Küçük leylek düşerken yuvanın kenarındaki dallara tutundu, saatlerce düşmemek için çırpındı, annesinden yardım bekledi.

Anne bu duruma hiçbir şekilde müdahale etmedi, seyirci kaldı. Ne yavrusunu yuvaya geri çekti ne de aşağı düşmesi için itekledi.

(Yuvadan yavruyu atarken leyleğin kararsızlığını bizzat gördüm. Ayrıca seyrettiğim videolarda da benzer durumlara rastladım. Birçok leylek yavrusunu yuvadan atarken benzer davranışlar sergiliyor.)

1980’lerde Sophie’nin Seçimi, çocukların cinsiyeti üzerinden Freudyen yaklaşımlarla çok tartışılmıştı.

Bugün anne leyleğin davranışı bize Sophie’nin seçiminin de içgüdüsel bir annelik refleksi olduğunu gösteriyor.

Sophie, o an oğlunun büyük olduğu için o zor günlerde hayata karşı daha dirençli olabileceğini düşünmüş ve çok zor bir tercih yapmak zorunda kalmıştı…

Leylek acısını içine gömecek, diğer yavruları ile yaşam mücadelesine geri dönecektir.

Leylek gibi yavruları arasında seçim yapmak zorunda kalan Sophie’nin durumu ise daha acıklıdır;

O oğlunun da Auschwitz’de ölümüne engel olamamış, ona verilen en büyük ceza ölüm kampından sağ çıkması olmuştur…

Diğer leylek yavrularının gözleri önünde gerçekleşen ürkütücü travma, belli ki kardeşlerin akıllarından hiç çıkmayacak, yetişkin olduklarında onlar da anneleri gibi davranabilecekler.

Anne leylek bu işi daha yavrular yumurtadan çıkmadan yapabilirdi ama 60 milyon yıllık genleri ona en zayıfını beklemeyi buyurmuştu.

Son yıllarda leylek davranışlarını inceleyen bilim insanları ilginç sonuçlarla karşılaşıyor. Bazı leylekler en küçük yavrularını yuvadan atmıyorlar.

Bunların tamamı yavru iken yuvadan atılmayan en küçük leylekler. Onlar canları pahasına doğa kurallarına direnerek büyük fedakârlıklarla bütün yavrularını hayatta kalmalarını sağlıyorlar.

Doğa “Zayıfları” ayıklarken bazı kuşlar buna direniyor.

Doğanın kurallarını acımasızca kendi çıkarı için kullanan insan türü birbirinin üzerine basarak varlığını sürdürmeye çalışırken “Alttakiler” hala direniyor.

Bugün pazar, Iğdır’dan bir otobüsle Kars’a doğru yol alıyoruz. Günün ilk ışıkları uçsuz bucaksız ovada sessizce parıldıyor.

Maskemi aralayıp, “Sophie’nin Seçimi” filmindeki Stingo’nun gün ağarırken Brooklyn Köprüsü’ndeki son sözlerini karlı ovaya fısıldıyorum:

“Sabah… Mükemmel ve adil.”