Kent lokantalarının önleri tıklım tıklım insan kaynıyor, millet 3 kap yemek için üst üste binmiş birbirini eziyor.
Neden?
Çünkü ucuz.
Haberlerde gördüğümüz manzara karşısında ciğerimiz eriyor, gönlümüz daralıyor ve kendi kendimize sormadan edemiyoruz:
“Geldiğimiz noktaya bakar mısınız?”
Nereden… Nereye…!
Devletin bütün fabrikaları satılmış,
Üretim dibe vurmuş,
Gelir yok, Gider gani…
Bütçenin açılmaktan gırtlağı yırtılacak neredeyse.
Ey! Almanya!
İngiltere, Fransa, İspanya, İtalya!
Kıskanın bizi…
Çünkü artık dünya 3’üncüsüyüz.
Siz neredesiniz?
Habere göre “Trading Economist”, yıllık enflasyon oranlarını yayınlamış.
Yayınlanan verilere göre;
Birinci sıraya Suriye, %120 enflasyonla oturmuş.
Hangi Suriye?
Savaşmaktan nefes alamayan Suriye.
İkinci sırayı ise %84,5 ile Arjantin almış.
Hangi Arjantin?
Başkanlık sistemi ile yönetilen ve üretim gözardı edilip; “Yoksulluk ve işsizlik rekorlarının, yüksek enflasyon oranlarının, dış borçların, ülke gelirinin giderlerini karşılayamamasının” önlenememesi sonucu dibe vuran bir Arjantin.
Ve üçüncü ülke Türkiye olmuş.
Haberdeki yorum şöyle diyor;
“10 sene önce asgari ücretle 10 tane gram altın alıyorken, bugün 6 tane alabiliyoruz. Bu durum, enflasyonun alım gücünü bitirdiğini ortaya koydu.”
Peki nasıl oluyor bu?
Hemen diğer habere geçiyorum ve tahmin ettiğiniz gibi muhalif bir yayın organı hemen yapıştırıyor ekrana manşeti;
“Bütçe yılın ilk ayında açık verdi: Saray’ın harcamasında yüzde 299 artış…”
Haberin içinden aynen aktarıyorum:
“Birgün’den Havva Gümüşkaya’nın haberine göre, Erdoğan’ın ‘Gizli kasası’ olarak kullanılan ve hesap sorulmayan kalem olarak bilinen örtülü ödenek harcamaları ise adeta patladı. 2024’ün ocak ayında 285 milyon TL olan örtülü ödenek harcaması, 2025’te 1 milyar 563 milyon TL’ye yükseldi. Örtülü ödenek harcamalarındaki beş kattan fazla artış yaşandı.”
No comment…
Bu senenin “Aile Yılı” ilan edilmesinin ardından bir dergi çıkaran Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, fazla su kullanımının önüne geçilmesi için daha az et tüketilmesini tavsiye etmiş ve şöyle devam etmiş;
“Hayvansal gıdalar üretim süreçlerinde yüksek miktarda su kullanımına sebep olmaktadır. Bir kilo sığır eti üretiminde 15 bin 415 litre su kullanılmaktadır…”
Ne eti yahu?
Millet 3 gram kuru fasulye için kent lokantalarının önünde birbirini yiyor…
Ama iktidar neden asgari ücretliye, emekliye fazla para vermiyormuş?
Çünkü “Fazla para mutsuz edermiş…”
AKP Genel Başkanvekili Mustafa Elitaş
Asgari ücrete yapılacak zammın enflasyona baskı oluşturacağını savunarak şöyle demiş;
“10 bin lira zam yapıldığında kimse 3 bin lirasını harcayayım, 7 bin lirasıyla tasarruf edeyim demez; eksik gördüğü ihtiyaçlarını bir an önce gidermenin yoluna gider. Dolayısıyla ilk anda mutluluk yaşatır ama gelecek süreçlerde mutsuzluk yaşatır…”
İşte size ekonomi mantığı.
3 gram fasulyeyle doysun,
Vur abalıya mutlu olsun…
KİME NİYET KİME KISMET
Çok güzel bir yazı buldum siz.
Gerçekten belki de ilk defa duyacaksınız bu öyküyü.
Yıl 1915.
Marmarisli bir çoban keçilerini otlatırken, denizde boncuk gibi dizili karartılar görür..
Muhtara haber verir, oradan kaymakama, oradan komutana giden haber İstanbul’a ulaşır.
Bu karartılar, bir Fransız gemisinin, limanda gördüğü Alman denizaltısına karşı döşediği mayınlardır.
İstanbul’dan mayınları toplamak üzere bir deniz subayı ve üç asker gelir.
Mayınlar, uzmanlar ve Marmarisli sünger avcılarınca sahile çıkarılır.
Uçaklar görmesin diye üzerleri ağaç dalları ile örtülür.
Mayınları taşımak için “Lök” denilen develer bulunur.
Ancak mayınlar develere nasıl yüklenecektir?
Görgü tanığı İsmail Hakkı Kutay anlatıyor;
“Çözümü Marmarisli denizciler buldu. Mayının tepesine halattan bir simit yaptılar. Bir de altına aynından yaptılar. Aşağıdaki simitle yukarıdakini birbirine bağladılar. Develere yüklediler.”
Mayın kervanı uzun bir yolculukla Gökova’ya gelir.
Arabalara yüklenir, Aydın’a götürülür, oradan trene yüklenir ve İstanbul’un yolunu tutar.
Doğru Haydarpaşa.
Haydarpaşa’dan mayın gemisine yüklenir rota Çanakkale’dir…
O mayınların öyküsü orada bitmez.
“Ne Batı cephesindeki Alman topu, zehirli gazı, ne de onların dahiyane planları bize o kadar tesir etmedi. Nispetine göre en etkili şey neydi bilir misiniz? Türklerin Çanakkale Boğazı'na attıkları ve demir bir tel üzerinde sallanan 20 adet mayın… Bu, bize yüz binlere mal oldu…” (Churchill)
Winston Churchill’in şikâyet ettiği bu mayınları döşeyen gemi, bilindiği gibi Nusret veya diğer adı ile Nusrat gemisidir.
17 Mart günü Nusrat, müttefik savaş gemileri boğaza girmek için beklerken, mayınlarını serin sulara çoktan bırakmıştır…
Bırakmıştır bırakmasına ama;
Akşama doğru bir uçak geçer boğazın üstünden.
Bu uçak “Ertuğrul” isimli bir Türk keşif uçağıdır.
Uçakta iki kişi vardır.
Pilot Yüzbaşı Cemal Bey ve yanında yer alan makinist-montör Mehmet Bey.
Çok önemli bir tespit yaparlar.
Boğaza döşenen mayınlar yoktur…
Boğaz temizdir.
Müttefik mayın tarama gemileri boğaza dökülen mayınları temizlemiştir!
Hemen harekete geçilir ve Nusrat gece yarısı ikinci defa boğaza sessizce süzülür ve yirmi altı kadar mayını sulara bırakır.
İşte boğaza giren İngiliz ve Fransız zırhlılarını birer alev topuna dönüştürüp Çanakkale Boğazı’nın derinliklerine gönderen mayınlar Marmaris’ten gelen o mayınlardır ve Ordu’nun elindeki son mayınlardır.
Bunca eziyet ve emek yerini bulmuş, Marmaris’e bir Fransız gemisinden dökülen o mayınlar dönüp dolaşıp Çanakkale boğazına giren kendi zırhlılarını onlara mezar etmiştir…
Bu keşfi yapan uçak Kazdağlarında düşüp hurdaya dönen ama Pilot Cemal ve yardımcısı Mehmet Bey tarafından büyük bir gayretle onarılıp hurdadan uçar hale getirilen ve onların koyduğu isimle “Ertuğrul” adını alan iki kişilik bir pırpırdır…
Onlar, mayınların temizlendiğini görmeselerdi savaşın kaderi çok farklı olacaktı.
Pilot Cemal Bey ve Rasıt (gözlemci) Mehmet Bey’e rahmet ve minnet dualarımız ulaşsın…
Rasıt Mehmet Bey diğer adı ile Vahran Bey...
Evet Rasıt Mehmet Bey’in asıl adı Vahran’dır ve Ermeni bir Osmanlı vatandaşıdır...
Ruhları şad olsun...
Not: Öyküler Sunay Akın’ın Geyikli Park Kitabından alıntılanmış.
Yazı sonra devam ediyor.
Çanakkale savaşı milyonlarca öykü barındırır.
Bir kahramanlık savaşıdır.
Askerlerce ve askerce yapılan bir savaştır.
Askerlik mesleğinin bütün özelliklerini taşır.
Cesaret ve asalet ve onur.
Yaraladığı askere su veren, yaralı düşman askerini sırtında cephe gerisine taşıyan, siperler arasında zaman zaman samimiyet ve sonra kıyasıya savaş verenler,
Onlar gerçek askerlerdir...
Çanakkale Savaşı sonuç itibarı ile Osmanlıyı kurtaramadı.
Ama emperyalizmin esas yenilgisi orada başladı.
Bize Mustafa Kemal Paşa’yı, o büyük kahramanı hediye etti…
Tüm dünya O’nun bir askeri deha olduğunu orada fark etti.
Mustafa Kemal'siz Çanakkale Savaşını anlatamazsınız…
İNFLUENZA VİRÜSÜ
Yazılarımı yazıyorum görev gereği ama gelin bir de bana sorun.
Uzunca bir müddet yatınca kendime geliyorum ama ayağa kalkınca bitkinlik bastırıyor.
Yazı yazmak için bilgisayar ekranına bakınca gözlerim sulanıyor, göremez oluyorum.
Bu ne idiğü belirsiz hastalık koronadan fena çünkü koronaya da yakalanmıştım ama evde tatil yaptım adeta.
Peki ne olacak bu salgın?
Kime sorsam, kime baksam haşat olmuş.
Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan haberde NKÜ Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Doğan diyor ki: “Mevcut İnfluenza virüsünün semptomlarını ve şiddetini biraz daha uzun sürdürdüğü için vaka sayıları yüksek oluyor…”
Doç. Dr. Doğan yaptığı açıklamada, “Her yıl kış aylarında grip olgularında bir artış yaşanabilmekte. Bu yıl da yine yaklaşık bir ay kadar önce başlayan ve vaka sayılarında artışla seyreden bir süreci yaşamaktayız. Bu sürecin pik noktasına ulaştık, şu an yatay eğimdeyiz, diyebiliriz. Ama var olan vaka sayıları da mevsim normallerinin biraz üzerinde olduğunu hissettirmekte” diyor ve ekliyor: “Mevcut İnfluenza virüsü semptom ve şiddetini uzun sürdürebilmekte. Daha uzun süren, üç haftayı bulan öksürükler, ciltte eklem ve kas ağrıları, halsizlik, yorgunluk, kişinin normal hayatına dönmesini biraz geciktirmekte, hayat konforu ve kalitesini olumsuz etkileyebilmekte. Bu da vaka sayılarını daha yüksekmiş gibi hissedilmesine sebebiyet veriyor" dedi.
“Peki neden ağır geçiyor?” diye bir soru yöneltilmiş kendisine şöyle cevaplıyor.
“…Belki uzun süre böyle bir virüsle karşı karşıya kalmamamız, pandeminin oluşturmuş olduğu durum bu süreçte farklı etkenlerin gribe yol açması, bu yıl İnfluenzanın biraz daha şiddetli geçirilmesine ya da kendi yaptığı bir iç mutasyon da buna sebebiyet veriyor olabilir…”
“Peki bu Influenza nedir?” diye soracak olursak açıklaması şöyle:
İnfluenza, influenza virüslerinin neden olduğu bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır.
A, B ve C tipleri bulunan influenza virüsü solunum yollarının parçası olan burun, boğaz ve akciğerleri enfekte eder.
Daha çok mevsimsel olarak ortaya çıkan influenza halk arasında grip olarak bilinen hastalığa neden olan virüstür. İnfluenza'nın A ve B tipi yaygın olan türü olup, A türü influenza salgınlara neden olabilenidir.
C tipi ise daha hafif belirtilere neden olan türüdür.
İnfluenza virüsünde kişilerde ateş, vücut ağrısı, boğaz ağrısı, titreme ve yorgunluk belirtileri görülür.
3 haftayı bulan öksürükler diye okuyunca “Eyvah!” demişim içimden.
Dikkat etmezseniz işiniz zor, zir ben yarısına geldim sayılır.
BU DA BENDEN
Şu kasvetli haberlerden biraz olsun sizleri sıyırmak için önüme çıkan şu fıkrayı sizlerle paylaşmak istedim.
Gönlünüz şen olsun, rahat olun.
Düşün düşün nereye kadar, boşver deyip geçin.
Adamın genç yaşlarda karısı ölmüş.
Bir vakit sonra çocukları demişler ki;
-“Baba yalnız yaşaman zor, o sebeple sana baktık bakındık ama uygun bir hanım bulamadık. Ancak bir hanım bulduk ama gâvurlardan. Onu şimdilik sana yapalım, Müslüman bir hatun bulunca da bu gavurdan ayrılır onunla evlenirsin...”
Babaları tamam deyince de buldukları Ukraynalı bir hanımlatunla evlendirmişler. Gel zaman git zaman, babalarına uygun bir eş bulamamanın sıkıntısı ile bir gün babalarını almışlar kaşılarına:
-“Baba, sana müslüman bir eş bakıyoruz ama bulamıyoruz. Bu gâvur karısı ile sorunun yoktur inşallah?” demişler.
Babası gülerek karşılık vermiş;
-“Ne gâvuru oğlum, ne gâvuru? Asıl gâvur senin ananmış...”